Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
TÜRKÇEM benim ses bayrağım
Anasayfa
TÜRKÇEM benim ses bayrağım
Kapak
TÜRKÇEM benim ses bayrağım
Dinle
Resim
Resimleyen: Hasan AYCIN
Dinle
İçindekiler
İÇİNDEKİLER 04 Benim Süper Kahramanlarım Ayşe Begüm Başbozkurt Gür 06 Emmioğlum Mehmet Mert Arık 08 Kuşların Şaşkınlığı Abdullah Harmancı 11 Türkçe Konuşan Her Çocuk Neslihan Saltaş 12 Türkçe ile Büyümek Bestami Yazgan 14 Bilinen En Eski Sözlüğümüz Sevgi İçigen 18 Sevimli Kelimeler Ülkesi Bülent Ata 20 Çocuk Radyosu mu? O da Ne? Misli Baydoğan Teber 23 Kök Ayşegül Sözen Dağ 23 Türkçem Benim Hazinem Mustafa Uçurum 24 Türkçesi Yok muymuş? Müzeyyen Çelik Kesmegülü 26 Kedi Kıraathanesi: Yaşasın Türkçe! Osman Büyükmutlu 28 Kelime Müzesi Hüseyin Ozan Uyumlu 30 Kelimelerin Büyülü Gücü Seher Esra Akyol 32 Dil Mirası Koruyucusu Elçin Çetinkale 34 Parmak Uçlarımdaki Özgürlük İbrahim Elibal 37 Dil Nöbetini Devralıyoruz Erkan Akay 38 Kelimenin Anlamını Yanlış Bilmek Yaşar Çağbayır 40 Annem Yeryüzüydü Babam Gökyüzü Tolga Erenus 42 Kutsal Bir Emaneti Taşır Gibi Hüseyin Kaya 44 Türkçenin Kalemleri: Yahya Kemal Beyatlı Mustafa Özçelik 46 Şifa Vefa Taşdelen 48 Orada Bir Dünya Kürşad Atam 50 Tarihî Piyanoda Geçmişten Geleceğe Aden Su Bıcakcı 52 Nokta Hüdanur Aslı Gülmez 55 Park Maceraları: Bezirgânbaşı Zafer Saltaş 56 Olimpiyatların En Değerli Basketbol Oyuncusu Eren Yılmaz 64 Fors Mehmet Aycı EDİTÖRDEN Sevgili arkadaşlar, Yeni sayımızla yeniden karşınızdayız. Bu yıl, dilimizin zenginliklerini keşfettiğimiz etkinliklerle dolu bir okul dönemi geçirdik. Söz varlığımızı zenginleştirme çalışmaları ile Türkçemizin eşsiz özelliklerini tanıdık, kültür taşıyıcısı olan sözcüklerimizle buluştuk, buna bağlı olarak da dilimizi güzel kullanmanın düşünce dünyamızı nasıl geliştirdiğini gördük. Biz de bu yeni sayımızda arı duru, güzel Türkçemizle sizler için masallarla, şiirlerle, denemelerle ve bulmacalarla bezeli içerikler hazırladık ve dilimizin zenginliklerini bizim açımızdan da görmenizi istedik. “Türkçem benim ses bayrağım!” diyerek Türkçemizin bayrağını açtık. Onu göğe yükselttik ve dalgalandırdık. Gönülden gönüle varabilmek için sözcüklerden yollar inşa ettik. Gönlümüzde sevgi, saygı, iyilik vardı. Gönlümüzde coşku, heyecan, mutluluk vardı. Haydi, gelin! Yollardan, patikalardan geçin. Baharın coşkusu, ırmakların çağıltısı ve dilimizin güzellikleri dolsun yüreğinize. Unutmayın ki “Dilimizin sınırları, dünyamızın sınırlarıdır.” Bu sınırlarımıza Korkut Ata’mızla, Yunus Emre’mizle ve Türkçe pınarının nice güzellikleriyle ulaşın. Türkçeye bakmak Türkiye’mize bakmakla başlar. Masmavi göğümüze, yemyeşil dağlarımıza şiirler söyleyin, yıldızlı gecelere masal anlatın. Kalın sağlıcakla.
Dinle
Benim Süper Kahramanlarım
Yazan: Ayşe Begüm Başbozkurt Gür Resimleyen: Cemile Ağaç Merhaba! Ben Ayşe. Bugün size en sevdiğim iki kişiden, annemden ve babamdan bahsetmek istiyorum. Onlar benim süper kahramanlarım! Neden mi? Hemen anlatayım. Ben dünyayı birçok çocuktan farklı deneyimliyorum. Mesela kitapları gözlerimle değil de parmaklarımla okuyorum. Çocukların çoğu çizgi film izler ama ben çizgi filmleri dinlerim. Benim topumun içinde yuvarlandıkça ses çıkaran zil vardır. Sokaklarda da beyaz bastonumla dolaşırım. Çünkü benim gözlerim görmüyor yani ben görme engelliyim. İşin aslı görme engelli olmak, bazen dünyayı biraz farklı deneyimlemek demek. Ama annem ve babam sayesinde bu farklılık hiç engel olmadı bana. Annem ve babamın desteğiyle her gün birçok macera yaşıyor, hayatı keşfediyorum. Mesela geçen gün bahçemizdeki kocaman elma ağacına tırmanmak istediğimde babam, her zamanki gibi harika bir çözüm buldu. Beni sırtına alıp ağaca çıkarmak yerine, tırmanmam için bana rehberlik etti. Babam, önce beni ağacın gövdesine götürdü. Ellerimi gövdenin üzerine koyup pürüzlü kabuğunu hissetmemi sağladı. Sonra sağlam dalları bulmamda yardımcı oldu. Babam, dalların yerini tarif ederken, ben de ellerimle onları bulup kalınlıklarını ve güçlerini test ettim. Yavaş yavaş, babamın yönlendirmeleriyle, dallara tutunarak ağacın yukarısına doğru tırmandım. Rüzgâr yüzümü okşadı, kuş cıvıltıları kulaklarımı doldurdu. O an, tıpkı uçuyormuş gibi hissettim! O gün, babam sayesinde, sadece ağaca tırmanmakla kalmadım, aynı zamanda kendi başıma bir şeyler başarmanın verdiği öz güveni de tattım. Kitap okumayı çok seviyorum. Saatlerce parmaklarımla Braille kitaplarımı okuyabilirim. Ama bazı kitapların Braille ve sesli kitap hâlini bulamıyorum. Böyle zamanlarda ise annem veya babam bana saatlerce kitap okuyor. Annemin ve babamın sesleriyle bazen fantastik dünyalara dalıyor bazen tarihi keşfediyor bazen de bilim insanlarının maceralarına ortak oluyorum. Derslerimde zorlandığımda annem ve babam hep yanımda oluyorlar. Tıpkı birer öğretmen gibi. Bir defasında üçgenler konusunu anlamakta güçlük çekiyordum. Annem, harika bir fikirle geldi. Kalın bir kartonun üzerine dikiş iplerini yapıştırarak bir üçgen oluşturdu. Parmaklarımla ipleri takip ederek üçgenin kenarlarını, köşelerini hissettim. Annem, her kenarı teker teker saydı ve üçgenin üç kenarı olduğunu anlamamı sağladı. Sonra köşeleri saydık, üç köşe olduğunu öğrendim. Annem, ipleri farklı uzunluklarda keserek farklı türde üçgenler oluşturdu. Dik üçgeni, geniş açılı üçgeni ve dar açılı üçgeni dokunarak deneyimledim. Böylece üçgenleri sadece hayal etmek yerine, onları dokunarak gerçekten anlayabildim. Babam ise coğrafya dersinde bana yardımcı olmak için Türkiye haritasını kabartma şeklinde hazırladı. Denizleri pamukla, dağları ise pürüzlü taşlarla doldurdu. Parmaklarımla haritayı dolaşarak, Türkiye'nin şeklini öğrendim. Babam, parmaklarımı gezdirirken her bölgenin adını söylüyor, orada yaşayan insanların özelliklerini anlatıyordu. Dağların yüksekliğini, ovaların düzlüklerini hissedebiliyordum. Pamuktan denizleri takip ederek kıyı şeridimizi keşfettim. Bu sayede, Türkiye'yi sadece bir harita olarak değil, yaşanan bir yer olarak hayal edebildim. Annem ve babam benim en iyi arkadaşlarım. Onlarla oyunlar oynarız, şarkılar söyleriz, bazen de sadece oturur sohbet ederiz. Bana her zaman saygı duyarlar, fikirlerimi önemserler. Kendimi değerli ve özel hissetmemi sağlarlar. Bu yaşıma kadar annem ve babam, bana hayatta her şeyin mümkün olduğunu öğretti. Engellerin sadece zihnimizde olduğunu, istedikten sonra her şeyi başarabileceğimi gösterdi. Onlara ne kadar teşekkür etsem az.
Dinle
Emmioğlum Mehmet
Yazan: Mert Arık Resimleyen: Zeynep Begüm Şen Emmioğlum Mehmet, yaz tatilinde köyümüze geldi. Bende bir sevinç, bir heyecan… Öyle mutluyum ki yerimde duramıyorum. Mehmet’im! Canım kardeşim. Bir hafta bizde kalacak. Bol bol top oynayacağız onunla. YA-ŞA-SIN! Aşağı köylerden, ezeli rakibimiz İncir Çekirdeği ile çift kale maçımız var. Haftalardır beklediğimiz bir maç. Maç başlamadan önce Mehmet’i herkese anlatıyorum. “Emmioğlum çok iyi bir kalecidir. Üç senedir şehirdeki Mor Lahanalar futbol kulübünde oynuyor. Göreceksiniz! Büyüyünce Adana Demirspor kalecisi olacak.” Çocuklar, kulaklarını açmış, anlattıklarımı merakla dinliyorlar. Bir yandan da “Vay be!” deyip duruyorlar. “Görelim bakalım şu Mehmet’i!” “Gerçek bir kaleci ha! Çok havalı!” “Vay canına! Desenize bugün gol yemeyeceğiz.” “Panter Mehmet!” Maç başlıyor. Daha maçın başında, İncir Çekirdeği ceza sahasının içerisinde bir kafa golü buluyor. Sonra penaltıdan bir gol daha atıyorlar. Emmioğlum, sanki maçta oynamıyor gibi futbol sahasının karşısındaki tren yoluna bakıp duruyor. Maça bir türlü odaklanamıyor. Bu yüzden olacak ki 4-1 yeniliyoruz. Oynadığı her maçta kalesinde adeta devleşen Mehmet, o gün bizim için büyük bir hayal kırıklığı oluyor. Emmioğlum eve dönerken “TREN ÇOK ACAYİP BİR ŞEY.” diyor. Dört gol yemişiz ama aklı fikri hâlâ trenlerde. “Nesi acayip Mehmet’im?” “Rayların üzerinde gidiyor! Hem o rayları nasıl yapmışlar acaba? Nasıl döşemişler tek tek? Tren sürmek nasıldır sence?” “Ne bileyim Mehmet! Allah aşkına, ne çok soru soruyorsun. Alt tarafı bir tren yolu işte!” Ben köyümüzden trenlerin geçtiğini bile unutmuştum ama Mehmet, trenlerle ilgili her şeye çok şaşırıyor. Eve varınca “Siz bu seslerden rahatsız olmuyor musunuz?” diye soruyor. “Ne sesi Emmioğlu? Ben ses falan duymuyorum.” “Tren sesi… Gerçekten duymuyor musun?” “Gerçekten duymuyorum. Belki alıştığım içindir.” “Peki, nasıl uyuyorsunuz? Gürültü patırtı olmuyor mu?” “Olmuyor be emmioğlu! Sürekli tren sesi duyduğum için artık duymuyorum.” Mehmet, bir hafta bizde kalıyor. Şehre dönerken bile trenlerle ilgili sorular sormaya devam ediyor: “ACABA TRENDEKİ O İNSANLAR NEREYE GİDİYOR?” “Offf! Yine mi tren? Amma da kafaya taktın ha trenleri Mehmet!” … MEHMET GİTTİ. O gittikten sonra köyde hiç kimse trenlerle ilgili bir soru sormadı. Köyümüzdeki o tren yolundan bir sürü tren geldi, geçti. O trenlerin birine de yıllar sonra Mehmet bindi. Bindiği tren onu hayallerine götürdü. 1. Lig’de bir takımın kalecisi oldu. İki senedir onu görmüyorum. EMMİOĞLUM, BURNUMDA TÜTÜYOR. Köyümüze yine gelse… Artık duymadığım, alıştığım, farkına bile varmadığım sesleri bana yine hatırlatsa… Ne güzel olur!
Dinle
Kuşların Şaşkınlığı
Yazan: Abdullah Harmancı Resimleyen: Şebnem Aydın Gök Mavisi Güvercin pek güzelmiş. Başından kuyruğuna kadar açık renk maviye bulanmış tüylerini görenler “Yok artık!” derlermiş. “Bu gerçek bir kuş olamaz. Olsa olsa resimdir. Hatta belki sahibi olan ressam boyamıştır.” Gök Mavisi, bu söylenenleri duyunca sevinirmiş. Kendisini bir ressamın tablosuna benzetmeleriyle gururlanırmış. Güvercinimiz bir gün çok susamış. Odanın kapısı kapalı. Pencere kapalı. Saat gecenin üçü. Kimse de odaya girip çıkmıyor. Ne yapacağını şaşırmış. Bir oraya uçuyor, bir buraya. Bir perdelerin üstündeki kornişlere konuyor, bir sehpanın altındaki paspasa iniyor. İşte böyle çırpınırken gözüne bir su bardağı ilişmesin mi? Ayyy! Su bardağı mı? Hem de böyle susuz kalmışken... Nasıl sevinmiş! Nasıl kanat çırpmış! Son hızla yükselmiş evin tavanına ve küçük masanın üstünde duran bardağa doğru bütün kalbiyle uçmuş. Uçmuş ama ne olmuş biliyor musunuz? Uçmasıyla odanın döşemesine düşmesi bir olmuş. Bir an rüya gördüğünü düşünmüş. Olsa olsa bir kâbus olmalıymış bu! Yeniden kanatlanmış. Bu sefer daha dikkatliymiş. Gidip portmantonun üstündeki apliğin demirine konmuş. Başını çevirip bakmış. İşte orada bir bardak su, pırıl pırıl parlıyormuş. Şimdi yeniden ve daha yavaş uçarak su bardağının olduğu küçük masaya konmak üzere harekete geçmiş. Aman Allah’ım! Gagasını bardağa çarptığı anda kendini yeniden evin döşemelerinde bulmasın mı? Sahibinin kendisine bir oyun oynadığını düşünmeye başlamış. Belki de evdeki Pervane Papağan ona bir oyun oynamaktaymış. Ne yapsa, ne etse? Susuzluktan kuruyacak gece gece! Buna bir çare bulmalı… Bu hikâyenin sonunu merak ediyor musunuz? O zaman okumaya devam edin lütfen. Tüyleri yemyeşil ve yağlı boya ile boyanmış gibi parlak bir papağancıkmış bu. Adı Pervane. Bu büyük evde onu sevmeyen biri yokmuş. Onu sevmeyen, parmaklarına alıp omzuna çıkarmayan, parlak tüylerini öpmeyen kimse yokmuş. Şimdi bizim Pervane, gecenin bir yarısı çok acıkmış. Ama bütün ev ahalisi uykuda. Papağancık, karnını nasıl doyuracağını bir türlü bilmiyormuş. Çekmeceleri açıp kapamış. Koltukların üstünde gezinmiş. Odanın her yerini alt üst etmiş. Ama ağzına atacak bir tane darı parçası bile bulamamış. Üstelik odanın kapıları, pencereleri kapalıymış. Gecenin ortasında böyle çaresiz kalınca çok üzülmüş. Halının ortasına gelip yüzüstü uzanmış. Gagasını da halının üstüne bırakmış ve uyumaya çalışmış. Ama aç karnına uyumak ne mümkün? Gözlerini hafifçe aralayınca rüya görüyorum sanmış. İşte tam karşısında duvara yaslanmış bir üzüm tabağı! İnanamamış! Pervane, hiç düşünmeden havaya fırlamış. Odanın tavanına kadar yükselmiş. Sonra bütün hızıyla bir uçak gibi süzülüp duvara yaslı duran üzüm tabağının kenarına hafifçe inmek istemiş. Tam da tabağın kenarına pençelerini bıraktığı anda yere yuvarlanmış. Pek şaşırmış. Pek üzülmüş. Ne olduğunu anlamak için yeniden başını çevirip bakmış. Üzüm tabağı karşısında duruyormuş. Tam karşısında! Yeniden ayağa kalkmış ve odanın tavanına doğru yükselmiş. Sonra da usulca üzüm tabağına doğru alçalmış. Yeniden tabağın kenarına pençeleriyle tutunmak istemiş! Aman aman aman! Şimdi daha beter düşmüş yere. Ne oluyormuş? Neymiş Pervane’nin bu başına gelen? Nerede hata yapıyormuş? Bütün bunlar kâbus muymuş acaba? Bu hikâyenin sonunu merak ediyor musunuz? Okumaya devam edin o zaman. Ünlü ressam gece vakti baş ağrısıyla uyanmış. Su içmek ve ilaç almak için evin mutfağına doğru inmiş. Bu sırada birkaç ışık yakmış. İki katlı, kocaman, yüksek tavanlı bir evmiş bu. İki katı birleştiren ahşap bir merdiven varmış. İşte bu merdivenden inip de mutfağa girmiş. Girmiş ama yan odadan gelen sesi anlamakta zorlanmış. Hırsız var sanmış. Çok korkmuş. Küçük adımlarla yan odanın kapısına kadar yürümüş ve odanın kapısını usulca içeriye doğru itelemiş. O da nesi? Odada biricik güvercini Gök Mavisi dışında kimseler yokmuş. Ama Gök Mavisi de kanepenin üzerinde yorgun hâlde yatmaktaymış. Telaşla koşturup, bakınca biricik kuşunun çok hâlsiz olduğunu görmüş. Onu mutfağa taşıyıp önüne su ve yiyecek koymuş. Biricik Gök Mavisi’nin neden bu hâlde olduğunu anlayamıyormuş. Tam da bu sırada yan odadan bir ses duymaz mı? Koşarak gidip bakmış. Bu defa da papağancık Pervane, odanın ortasında serilmiş yatıyormuş! Olup bitenleri anlayamamış. “Bu evde bir şeyler dönüyor amaaaa…” diye mırıldanmış. “Sabah ola, hayrola!” Suyunu içen Gök Mavisi ve yemeğini yiyen Pervane mutlu mesut uyumuşlar. Birisi açlığını diğeri de susuzluğunu gidermiş. Ama sahipleri ressamın zihnindeki soru henüz cevabını bulmamış. Üstelik kuşların da dün gece ne yaşadıklarına dair bir fikirleri yokmuş. Ünlü ressam, sabah kahvaltısını yapıp da çarşıdaki işleri için hazırlanmaya başlayınca korkunç bir ses duyulmuş. “AMAN ALLAHIMMMMMMM!” Ressam, çocuklar gibi ağlamaya başlamış. Ama nasıl ağlıyor! “Canım tablolarım ne hâldeeeee?” İşte böyle haykırıyor. Bütün ev ahalisi ressamın başında toplanmış. Ressamın karşısında duran tablolara bakıyorlarmış. “Yahu, bunları ben yeni bitirmiştim!” “Kim bunları bu hâle soktu, söyler misiniz?” Evdekileri işte böyle paylıyormuş. Şimdi ressamın yeni tablolarına bakan herkesin gözleri büyüyor, evde nelerin döndüğünü anlamaya çalışıyorlarmış. Yardımcı beylerden biri tabloya yavaş yavaş yaklaşmış. Neredeyse burnu tabloya çarpmak üzere… Gözleri kocaman olmuş. Ağzı büyük “O” harfi gibi genişlemiş. İşte tam da bu hâlde, yıpranmış tabloya bakarken “OOOOOOOOOOOO!” diye bağırmış. Sonra da parmaklarıyla yüzünü kapatmış ve yeniden bağırmış: “YOOOOOOOO!” Arkasında duran ünlü ressama dönmüş ve “Efendim, bu kadar gerçekçi tablolar yapmamalısınız!” demiş. “Ne demek istiyorsun?” der gibi bakan beyefendiye seslenmiş: “Gök Mavisi’nin pençeleri var bu su bardağında… Pervane’nin pençeleri de bu üzüm tabağında…” O zaman herkesi bir gülme almış. Tablodaki su bardağına ve diğer tablodaki üzüm tabağına bakıp bakıp gülüyorlarmış. Gök Mavisi ve Pervane ise ev ahalisinin bu sabah neden bu kadar neşeli olduğunu anlamakta zorlanmışlar.
Dinle
Türkçe Konuşan Her Çocuk
Yazan: Neslihan Saltaş Resimleyen: Ramila Aliyeva Türkçe konuşan her çocuk, aynı zamanda şairdir. Bu şairler birbirlerini şairene bir şekilde oyuna davet ederler: “Arkadaşım, pabucu yarım, Çık dışarıya, oynayalım.” Herkes oyun alanına doluşunca ebeyi seçmek için “Al çık, bak çık. Sana dedim, sen çık!” diye seslenirler. Şairler saklanmadan önce “Sağım solum sobe Saklanmayan ebe.” demeyi asla unutmazlar. İp atlamaya karar vermişlerse “Laleli bir, içeriye gir. İpten tut, dışarıya çık.” diye sayarlar. Çocukların birbirlerine sordukları sorular bile inceliklidir: “Gökte ne var? Gök boncuk. Yerde ne var? Yer boncuk. Dalda ne var? Elmacık.” Ancak şairler de yorulur. Akşam olur, veda vakti elbet gelir. O zaman da... “Dedem çorba içti. Oyun vakti geçti.” der, dağılırlar. Bu şairler seslerle oyun oynamaya bayılırlar. Öyle ki onların şaşırtmacalarına şaşırmayan yok gibidir: “Şu köşe yaz köşesi. Şu köşe kış köşesi. Gelen Bağdat paşası. Elinde mangal maşası.” İşte böyle! Türkçe konuşan bu güzel çocuklar, şair olmakta haklıdırlar. Çünkü Türkçemiz, ses uyumunun olduğu eşsiz dillerin başında gelir. Tam da bu yüzden Türkçe konuşan her çocuk şairdir.
Dinle
Türkçe İle Büyümek
Yazan: Bestami Yazgan Resimleyen: Şebnem Aydın Doğduğumuz zaman korkulu çığlıklarla selamlarız dünyayı. Korkmakta haklıyızdır. Güvenli bir yerden bilmediğimiz bir dünyaya gelmişiz. Aldığımız ilk nefes, ciğerimizi acıtmış. Biraz sonra sıcacık bir kucağa verirler bizi. Aman Allah’ım! Bu ne güzel ve huzurlu kucak böyle! Annemiz bizi kucağına alırken bazı sesler duyarız: Yavrum, kuzum, hoş geldin! Bu sözler de içtiğimiz süt kadar tatlı gelir bize. Bu sesler, anne sesi olduğu için güzeldir ama ana dilimizin kelimelerinin tınısını taşıdığı için bir daha güzelleşir. Ağzımızdan anne sütünün rayihasıyla beraber Türkçenin mis kokusu yayılır. Birkaç gün sonra bir aile büyüğü ezan okur kulağımıza ve bir şeyler fısıldar: Senin adın Bahar veya senin adın Yunus! Pek bir şey anlamayız bu seslerden ama zaman geçtikçe hoşlanmaya başlarız. Ne zaman bu sesleri duysak o tarafa bakmaya çalışırız. Bunlar bizim ismimiz olur sonra. Annemizi, onun sütünü ve Türkçeyi sevmeye başlarız. Sonra bizi kucağından düşürmeyenin kim olduğunu öğreniriz. “Anne” deyince dilimizde çiçekler açar sanki. Annemizin dilinden bir demet çiçek uzanır bize: Canım yavrum, bir tanem! Ah bu sesler! Ana sütü kadar candan, ana sütü kadar temiz! Günler akıp giderken Türkçenin ses ırmağı da akar bizimle. Onunla kardeş oluruz. Biz büyürüz, Türkçe büyür bizlerle: Baba, anne, dayı, amca, teyze ve hala pınarları besler ırmağımızı. Duygu, düşünce ve hayallerimizi Türkçeyle anlatırız. Onunla güler, onunla ağlarız hayat boyu. Genç olur; şiirler okur, şarkı ve türküler söyleriz. Sevinçlerimizi onunla paylaşarak çoğaltır, üzüntülerimizi onunla paylaşarak azaltırız. Annemiz kadar yakın ve sıcak olur bize. Çünkü ana dilimizdir o. Bir gün ona karşı olan duygularımızı şöyle dile getiririz: Ruhumuzu besleyen Sanki müşfik anadır, Bütün dünya bir yana Türkçemiz bir yanadır.
Dinle
Bilinen En Eski Sözlüğümüz
Dinle
Sevimli Kelimeler Ülkesi
Yazan: Bülent Ata KUZU Koçla, koyunun yavrularına kuzu denir. Kuzular çok sevimlidir. Baharda kuzular doğup kırlara çıktığında onları seyretmeye doyamazsınız. İnsanın yakalayıp sevesi gelir. “Meeee!” diye tatlı tatlı annelerini arar, onun peşi sıra gezerler. Uysal, sessiz, sakin kimselere de kuzu gibi denir. DİŞ Ağzımızın içinde yemekleri ısırıp parçalamamıza yarayan sert, beyaz şeyler. Yirmili yaşlara gelindiğinde sayısı 32 olur. Doğduktan bir süre sonra çıkan süt dişleri 9-10 yaşlarında düşer. Sonra yerine daha sağlamları çıkar. Onlar da düşerse komik olursunuz. Takma diş kullanmak için yaşlanmanıza gerek yok. Bol bol kola, gazoz için; şeker, çikolata yiyin, bir de dişlerinizi fırçalamayın yeter! Dişleriniz hemen güçsüz kalıp mikroplarca oyulur ve çürütülür. Ağzınız hem kötü görünür hem de kötü kokar. Bak! Ben kola içtim, dişlerim çürüdü. Dişçi amcalarla teyzeler, dişlerimi iyileştirmek için çalışıyorlar. SOBA Soğuk günlerde, içine odun kömür gibi şeyler atılıp yakılınca bir anda evi sıcacık yapan ısınma aracı. Soba, sıcaklığıyla insanları etrafına toplayan, tatlı dilli yaşlı insanlara benzer. Hele gürül gürül bir yandı mı evin içinde buharlı bir tren dolaşmaya başlar sanki. İnsan sobayla iliklerine kadar ısınır. Sobanın üstünde kestane pişirilir, mısır patlatılır, ekmek kızartılır, çay demlenir. Hatta çamaşır asılıp kurutulur. Soba başında muhabbet çok tatlıdır. SALINCAK Yüksekçe bir yere asılmış, bacaksız oturaklara salıncak denir. Salıncağa oturup sallanmaya başladığınız zaman ayaklarınız yerden kesilir. Gökyüzüne selam vermek ve uçma provası yapmak için en iyi yerler salıncaklardır. Elinizi uzatsanız bulutları elma, armut gibi toplayabilirsiniz. Hele sizi daha yukarılara sallayan biri de varsa süperdir. Büyükler salıncak görünce kendilerini kaybedip hemen çocuklaşırlar. Bir tür geçmiş zaman makinesi. TELEFON Telefonda söylediğimiz sözler elektrik titreşimlerinin sırtına binip kablolardan "dıkıdık dıkıdık" diye geçer ve konuştuğumuz kişinin telefonunda tekrar sözlere ve titreşimlere dönüşür. Böylece konuşmuş ve duymuş oluruz. Cep telefonlarında ise sesler gözle görülmeyen ses dalgacıkları olarak havada yüzer, kulaç atarlar. Önce en yakındaki baz istasyonlarına gider, gerekiyorsa bir uyduya çıkar ve geri iner sonra aradığımız kişinin yakınındaki bir baz istasyonuna uğrar ve nihayet aradığımız kişinin telefonunda ses dalgacıkları kıyıya vurup yeniden bizim sesimiz olur. TELEVİZYON Televizyonun içinde adamlar oynar, sesler çıkarırlar. Bazen şarkı söyler, bazen yerli yersiz konuşurlar. Televizyonda olan biten bütün bu görüntüler akıp gider. Sizi aralarına kabul etmezler. Siz sadece seyredebilirsiniz. O anlatır, siz dinlersiniz. Uzaktan bir televizyon kanalı, size seyrettiğiniz bu ses ve görüntüleri yollamaktadır. Bu yollama işini de havadan yaparlar. Mesela bir filmi havadan yollarlar, sizin alıcınız varsa bu görüntüleri yakalar ve siz de televizyonunuzda seyredebilirsiniz. Tıpkı balık tutmak gibi. İzlemeyi de konserve balığa benzetebiliriz.
Dinle
Çocuk Radyosu Mu? O Da Ne?
Yazan: Misli Baydoğan Teber Resimleyen: Nur Dombaycı Sıla büyük bir heyecanla sınıfa girdi: - Buldum! Aklıma çok güzel bir fikir geldi! Eğer siz de kabul ederseniz 23 Nisan’da daha önce hiç yapılmamış ve herkesin çok beğeneceği bir etkinlik yapmış olacağız. O yıl okulda her sınıf, 23 Nisan gösterilerinde tamamen kendilerinin hazırladığı faaliyetler sergileyeceklerdi. Çocuklar gün boyunca düşünüp taşınmış, bir türlü istedikleri gibi etkileyici bir fikir bulamamışlardı. Ayla Öğretmen, biricik öğrencilerine şunları söylemişti: - Çocuklar, sizden hem eğlenceli hem de yaratıcı çalışmalar yapmanızı bekliyorum ama unutmayın; ne yapmaya karar verirseniz verin, öncelikle güzel Türkçemizi doğru ve etkili bir şekilde kullanmalısınız. Türkçemize ne kadar özen gösterirseniz yaptığınız işler de o kadar ilgi ve değer görür. İşte bu konuşmanın ardından tüm çocukları, sahnede tam da öğretmenlerinin istediği gibi sunacakları, en güzel ve dikkat çekici fikri bulma telaşı sarmıştı. Acaba Sıla’nın bulduğu fikir, aradıkları çözüm olabilecek miydi? Mustafa, Sıla’ya sordu: - Neymiş bakalım bulduğun o harika fikir? - Bir çocuk radyosu kuracağız. Çocuklar hep bir ağızdan atıldılar: - Çocuk radyosu mu? O da ne? Sıla anlattı: - Benim büyük teyzem var ve bazen onunla sohbet ederiz. Teyzem bana çocukluğunu anlatır. İşte radyo fikrini de ondan aldım. Onun çocukluğunda internet ve bilgisayar yokmuş. Televizyon da tek kanallıymış ve az sayıda program oluyormuş. İnsanlar hem eğlenmek hem de haberleri dinlemek için çoğunlukla radyo dinlerlermiş. - Ne kadar da sıkıcıymış, dedi Zeynep. - Hiç de değil. Teyzem o günleri hep özlemle anıyor. Radyoda belirli günlerde ve saatlerde çocuk programları olurmuş. Şarkılar, fıkralar, piyesler yayımlanırmış. Teyzem de tüm çocuklar gibi radyoyu dinlerken gözlerini kapatır ve anlatılanları hayalinde canlandırmaya çalışırmış. - İyi de biz nasıl radyo kuracağız ki? Bu iş için gereken aletlerimiz yok. Nasıl yayın yapacağız, diye sordu Alper. - Biz radyo kurmuş gibi yapacağız, dedi Sıla. Güzel bir fikir bulmanın ve onu arkadaşlarıyla paylaşmanın heyecanıyla gözleri parlıyordu. - O da ne demek? - Bir piyes hazırlayacağız. Bu piyeste 23 Nisan’ı kutlamak için radyo programı hazırlayan çocukları oynayacağız! - Yani kendimizi! - Evet! Şiirler okuruz, birlikte şarkı söyleriz, fıkralar anlatırız, sevdiğimiz kısa hikâyeleri seslendiririz... - Evet! Bu çok güzel bir fikir, dedi Seçil. Çocuklar, bir radyo programı piyesi sergileme fikrini o kadar çok sevmişlerdi ki işe dört elle sarılıp tüm hafta boyunca buna hazırlandılar. Önce eski bir çocuk radyo programı kaydı bulup, onu dinleyerek hazırlıklara başladılar. Ardından görev dağılımı yapıldı. Titiz bir şekilde kimin ne zaman ne söyleyeceği, neler anlatacağı ve hangi rolü oynayacağı belirlendi. Nihayet gösteri günü gelip çattığında hepsi de çok heyecanlıydı. Kendilerine küçük bir stüdyo kurmuş, radyocular gibi kulaklıklar takmış, okul yönetiminden ödünç aldıkları bir mikrofonun başında sırayla rollerini oynamışlardı. Hepsi de dikkatli, işlerini ciddiye alarak ve eğlenerek çalışıyordu. İçlerinden birisi sunucu olup diğerleriyle bayramla ilgili söyleşiler yapmıştı. Koro hâlinde 23 Nisan şarkıları söyleyip şiirler okumuşlardı. Aralarda flütle sevilen bazı parçaları çalmış ve bir yerlerden buldukları gonk ile programların başlama ve bitiş anonsunu bile usta radyocular gibi yapmaya çalışmışlardı. Hatta program aralarında mahalledeki bazı dükkânların reklam anonslarını da okuduklarında salondaki herkes, kahkahalarla gülmüş ve avuçları patlayana kadar onları alkışlamıştı. Piyesin sonunda Ayla Öğretmen, o kadar duygulanmıştı ki tek tek hepsine sarılıp bu güzel oyun için onlara teşekkür etmişti. Ayla Öğretmen şöyle demişti: - Çocuklar! Türkçemizi böyle güzel konuşmanız, dilimizin en güzel örnekleri olan şiirleri, şarkıları böyle dikkatlice seslendirmeniz ve hep birlikte ve kendi emeklerinizle yazdığınız bu piyes, beni çok duygulandırdı. İşte bir insanın dilini sevmesi böyle olur. Onu en güzel şekilde, özenle kullanarak... Hepinizi çok seviyorum! Çocuklar sevinçten havalara uçtular. Onları bir de sürpriz bekliyordu. Tatil dönüşü sınıfa girdiklerinde öğretmen masasının üzerinde küçük bir nostaljik radyo buldular.
Dinle
Kök-Türkçem Benim Hazinem
Yazan: Ayşegül Sözen Dağ Kök Dilim bir gökyüzü, Resim defterim Çizdiğim kuşların cıvıltısı Boyalarımın mavisi Türkçe. Dilim bir armağan, Ninemin masalları Annemin sarılması Babamın eve gelişi Türkçe. Dilim bir çiçek, Kırlardaki kelebek Çınar ağacının gölgesi Dağların en yücesi Türkçe. Dilim bir kök, Kardeşlik türküleri Toprağın bereketi Çocukların gülüşü Türkçe. Yazan: Mustafa Uçurum Türkçem Benim Hazinem Dilime en çok Türkçe yakışıyor Söylediğin ninniler Dinlediğimiz türkü Dağ çiçeklerinin adı Senin sımsıcak sesin İçime değiyor anne. Bir şiir okuyorum Daha bir renkleniyor kelebekler Yağmur daha güzel yağıyor Ben konuşunca Penceremden giriyor güneşin sıcaklığı Her yer bayram yeri Adı Türkçe olan bir yıldız Yol gösteriyor bana Türkçem benim hazinem Yüzüme vuran ışık Saçıma taç yaptığım papatya Sen de bir şarkıya başla benimle Harfler havalansın dilimizden Bahar gibi çiçekli Annem gibi sımsıcak
Dinle
Türkçesi Yok Muymuş?
Yazan: Müzeyyen Çelik Kesmegülü Resimleyen: Şebnem Aydın Merhaba, benim adım Ali. Konuşmayı biliyordum ama okumayı bilmiyordum. Okumayı bilmediğim için annem bana hep kitap okurdu. Uykuya dalamadığım zamanlarda bana güzel sesiyle ninniler söyler, şiirler okurdu. Annemin şefkat dolu, sıcacık sesi ruhumu ısıtır; uyur kalırdım. Sabah da mutlulukla uyanırdım. Birinci sınıfa başladığımda sabah erken uyanmak bana biraz zor gelmişti. Buna rağmen okumayı öğreneceğim için okula gitmeye can atıyordum. Artık istediğim kitapları kendim okuyabilecektim. Okulun ilk günlerinde çizgi çalışmaları yaptık. Sonra da harfleri öğrenmeye başladık. Çizgi, harf, hece derken günler ilerledi ve kitaplardaki o karmaşık sembollerin hepsi bir anda anlam kazandı. Artık okuyabiliyordum. Öğretmenimiz bize dilimizin “Türkçe” olduğunu söyledi. Sokakta arkadaşlarımızla oynarken konuştuğumuz; annemize, babamıza seslendiğimiz; derdimizi anlattığımız dilimiz Türkçe! Bu sözcük çok hoşuma gitmişti. Anneme, “Türkçe çalışalım mı?” diyordum hep. Bir süre sonra kısa hikâyeler okumaya başladık. Okumak ve okuduğunu anlamak gerçekten çok güzelmiş. Harflerle kelimeleri, kelimelerle cümleleri anlamlandırabildikten sonra dünyam da değişti, bunu hissedebiliyordum. Yaz tatili geldi, karneler dağıtıldı. Artık zorlanmadan çevremdeki bütün yazıları, tabelaları ayırt ekmeksizin okuyorum. Okudukça da hızlanıyorum. Evde bağıra bağıra okumak en sevdiğim şey. Annemle babam, kafalarının şiştiğini söylüyorlar. Yine de bu keyfimden vazgeçmiyorum. Havanın çok güzel olduğu bir cumartesi günü annem, “Yürüyüşe çıkalım mı?” diye sordu. Bu teklif bana cazip geldi. Üstelik çarşıdaki simitçiden taze simit alma fikri de bir anda aklıma düştü. Çarşıya yavaş yavaş yürüyerek gidecektik. Yavaş yürüdüğümüz için de yoldaki bütün tabelaları, dükkânların camlarındaki yazıları okumaya çalışıyordum. Annem de bana sabırla katlanıyordu. Yalnız bir şey vardı: Ben okuduğum tabelaları anlamıyordum. Yoksa okumayı unutmuş muydum? Fitnes Center ne demek? Spa ne demek? Restaurant ne demek? Computer ne demek? Rent a Car ne demek? Laundry ne demek? Gym Center, Fast Food, Chanta ne demek? Bunları anlamayı geçin, seslendiremiyordum bile. Annem, bu kelimelerin hepsinin yabancı dillerden alınan kelimeler olduğunu söylüyor, kendince bana Türkçelerini açıklamaya çalışıyordu. “Neden Türkçesi varken bunları yazıyorlar?” diye sordum. Annem durdu: “Gerçekten bilmiyorum! Sanırım yabancı kelime kullandıklarında kendilerini daha havalı ve kaliteli zannediyorlar. Hâlbuki bizim Türkçemiz her şeye yeter. Marka olmaya da yeter.” Annemin ne demek istediğini tam anlamamıştım ama okuyup anlayamadığım onca yazı beni üzmüştü. Okumayı tam öğrenemediğimi sanmıştım. Keşke Türkçe yazsalarmış. Türkçesi varmış.
Dinle
Kedi Kıraathanesi
Dinle
Kelime Müzesi
Yazan: Hüseyin Ozan Uyumlu Resimleyen: Sibel Büyük Ankara’da yaşıyorum, on iki yaşındayım ama Ulus semtine daha önce hiç gitmemiştim. Sıvası dökülmüş, camları kırılmış evleri görünce epey şaşırdım doğrusu. Ancak öğretmenimiz, Ulus’un Ankara’nın en eski yerleşim yerlerinden biri olduğunu söyleyince bu eski evlerin geçmişin bir parçası olduğunu düşündüm. Ankara Kalesi’ne çıktığımızda eski evlerle yeni evlerin bir arada olduğunu, rengârenk çatılarıyla farklı boylarda ve şekillerde binlerce mimari yapı bulunduğunu fark ettim. Geçmiş ve bugün nasıl da iç içeydi. Ankara Kalesi’ni gördükten sonra sıra geldi müze ziyaretine. Daha önce tarih müzesi görmüştük; içinde heykeller, kabartmalar, silahlar, çömlekler ve daha birçok eşya vardı. Ama bu müze çok farklı; Kelime Müzesi. İçinde kelimeler sergileniyor. Çok ilginç değil mi? Müzeye girmek için sıra beklerken tüm arkadaşlarımla şunları düşünüyorduk: Kelimeler nasıl sergilenir? Binlerce kelime, küçücük bir müzede nasıl gösterilir? İçeriye girdiğimizde şaşkınlıktan ağzımız açık kaldı. Sıklıkla kullandığımız kelimelerin tam olarak anlamını, kelimelerin geçmişten bugüne nasıl dönüştüğünü, kelimelerin somutlaştırılınca nasıl akılda kalabileceğini anladık. Türkçemizin ne kadar köklü, zengin bir dil olduğunu ve ne kadar çok kelime barındırdığını öğrendik. Bu arada dağarcık kelimesinin bir anlamı da çobanların yemeklerini koydukları deriden bir çantaymış. Bunu da öğrenmiş olduk. Dönüş yolunda öğretmenimiz bize ödev verdi. Kelime Müzesi’nde en ilgi çekici bulduğumuz kelime ya da deyimi defterimize anlamıyla birlikte yazmamızı istedi. Bir de sınıfta oluşturacağımız “kelime müzesi” için her öğrencinin çalışma yapmasını tembihledi. Bana en çok “kös” kelimesi ilginç gelmişti. Kös, eskiden Türklerin çaldığı koskoca bir davulmuş. Kösler atın yanlarına bağlanarak taşınırmış. O kadar ağır ve büyük olurlarmış ki seyahat sırasında yerini değiştirmek için uğraşılmazmış. İşte “kös kös oturmak” deyimi buradan geliyormuş. Akşam okuldan eve geldiğimde gezimizi, özellikle müzede gördüklerimi heyecanla anne ve babama anlattım. Babam, Türkçenin en güzel örneklerinin türkülerde yer aldığını söyledi. Bağlamasını duvardan indirdi, bir türkü çalıp söyledi: “Manda yuva yapmış söğüt dalına, Yavrusunu sinek kapmış gördün mü? Amanin yandım Amanin amanin amanin yandım Tiridine tiridine tiridine bandım Bedava mı sandın para verdim aldım Sabahleyin erken çifte giderken Öküzüm torbadan düştü gördün mü? Sabah ezanını okurken-aman aman Müezzin minareden uçtu gördün mü?” Benim şaşkın bakışlarımı gören babam “Haydi, bu türküde ne anlatıldığını beraber araştıralım, kelime müzenize çok şey katacağına eminim.” dedi. Türkçemizin bana hangi güzel sürprizleri hazırladığını görmek için koşarak defterimi almaya gittim. Eğlenceli ödevleri çok severim.
Dinle
Kelimelerin Büyülü Gücü
Yazan: Seher Esra Akyol Resimleyen: M. Ahmet Demir Onu ilk kez Millet Kütüphanesinin beşinci katında görmüştüm. Esrarengiz, değişik bir havası vardı. Birkaç adım yaklaşıp dikkatlice baktım ona. Nereden getirilmişti yoksa bir sahaftan mı? Kafamda çoğalan sorular yankılanmaya başlamıştı. Zihnimi kurcalayan sorulardan hızlıca sıyrılıp düşüncelerim hiç bölünmemiş gibi kaldığım yerden onu incelemeye devam ettim. Gerçekten merak uyandırıyordu. Onu tanımayı çok istiyordum. Onu tanımak için yeterli zamanım var mıydı? Kolumdaki saate bakmamla çığlık atmamak için elimle ağzımı kapatmam bir oldu. “Olamaaaz, yine geç kaldım. Saatler ne kadar hızlı geçiyor burada!” dedim telaşla. Onu tanımaktan vazgeçip annemle buluşma noktası olarak belirlediğimiz okuma salonuna yöneldim ama yolun yarısında dayanamayıp vazgeçtim. Hızlı adımlarla geri döndüm. Heyecanım, içimde kelebek olmuş uçuşuyordu. Hemen rafa uzandım ve iki parmağımla narin bir şekilde çekip aldım onu. Yer arama telaşına bile düşmedim. Yanı başımdaki merdivene çöküp oturuverdim. Elime aldığım cilt, ilk günkü gibiydi. Canlı, parlak bir kapağı vardı. Kapağını kaldırıp sayfaları okumaya, çevirdiğim her sayfayı koklamaya başladım. Kelimeler bir gül, karanfil, nergis olmuş, mis gibi kokuyordu. Okudukça denizin derinlerine çekilir gibi kitabın heyecanlı sayfalarında kayboluyordum. Kelimelerin gücüyle büyülendiğim bir dünyaydı bu. Ucu bucağı olmayan, sınırsız bir dünya. “Öykü, yine geciktin!” diyerek merdivende yanıma oturan tanıdık bir sesle irkildim. Kendimi kitaba öyle kaptırmıştım ki neye uğradığımı şaşırmıştım. “Seni bulmak için tüm katları gezmek zorunda kalmasaydım bu kadar yorulmayacaktım. Zahmet olacak tatlım ama böyle zamanlarda telefonunu sessizden titreşime alsan iyi olur!” diye sitem etti annem. Kızaran yüzümü kitapla kapattım. Ben annemden özür dilerken annem, zihnimi okurcasına kulağıma eğilip fısıldadı: “Kitabı bu merdivende oturarak bitirmeye niyetlenmedin, değil mi? Haydi, ne duruyorsun! Gidelim de bir an önce kitabı ödünç alalım.” Merdivenlerden kalkarken annemin gözlerinin içine bakıp bir kez daha şükrettim. İyi ki bilgisi ve üstün sezgileriyle beni kitap gibi okuyan anlayışlı bir annem ve kelimelerin büyülü gücüyle yoğrulmuş kitaplar var!
Dinle
Dil Mirası Koruyucusu
Yazan: Elçin Çetinkale Resimleyen: Şebnem Aydın Bahçede oynarken yoldan geçen birinin kullandığı bir kelime dikkatimi çekiyor. Top oynamayı aniden bırakıyorum. Sitenin küçük futbol sahasından hızla çıkıyorum. Telaşla ardı ardına zile basıyorum. Annem kapıyı açtığında gözlerindeki endişeyi okuyorum. “Yeni bir kelime duydum. Unutmadan defterime yazmaya geldim!” diyorum. Annem her zaman olduğu gibi sokakta, yolda, televizyon başında belgesel izlerken duyduğum yeni kelimeleri hızla defterime yazmama alışkın. “Neymiş o kelime? Bana da söyle!” diyor. Donakalıyorum. Uçtu. Az önce aklımda tutmak için defalarca zihnimden tekrar ettiğim kelime sanki balon oldu gökyüzüne uçtu. “Oğlum, Ne oldu?” diye soruyor annem. Belki de ilk kez işittiğim o yeni kelimeyi hatırlamakta zorlanıyorum. “Unuttum galiba…” derken aklıma geliyor: “seğirmek” Koşuyorum, odama girip masamın üzerinde duran Kelime Toplayıcısı defterimi açıp yazıyorum: Seğirmek. Gözüm seğiriyor. Kelimeyi kullanan böyle söylemişti. Sözlüğümü açıyorum, kelimenin anlamını da defterime ekliyorum. Şimdi oyuna dönebilirim. Evet, az çok anlamışsınızdır. Ben bir kelime toplayıcısıyım. Okuduğum, işittiğim tüm yeni kelimeleri topluyorum. Sonra kendi cümlelerimin içinde o kelimeleri kullanıyorum. O kelimelerin yer aldığı atasözlerini buluyorum. Uzun ya da derin olayların atasözleriyle, deyimlerle ifade edilmesini çok seviyorum. Dilimizi kullanırken atasözlerinin beni zenginleştirdiğini hissediyorum. Oyuna döndüğümde arkadaşlarım beni iyi tanıdıkları için yine bir kelimenin peşine takıldığımı anlıyorlar. Sahada top koşturmaktan yorulmuşlar. Ali, “Üç Kelime Bir Atasözü oyununa başlayalım, dinlenmiş oluruz.” diyor. Sahada yere oturuyoruz, başlıyoruz yeni kelimeler bulmaya. “Zor kelimeler seçelim.” diyor Demir. Hemen başlıyoruz oyunumuza. Akşam oluyor. Evlerimize dağıldığımızda yeni kelimeleri defterime ekliyorum. Atasözlerini ilk kimler kullandı acaba? Sakla samanı gelir zamanı, diyen ilk insan kimdi? Sonrasında bunları dilimizin zenginliğiyle birleştirip kullanmaya devam edenler kimlerdi? Sahi sözlükleri yazanlar yeni kelimeleri nasıl buluyorlar? Siz de benim gibi merak ediyor musunuz? Bunları düşünürken yorgunluktan uyuyakalıyorum. Rüyamda ağaçların, evlerin, nehirlerin kelimelerden olduğunu görüyorum. Ağaçların dallarında harfler hışırdıyor, göllerde kelimeler zıplıyor. Bulutlar atasözlerine dönüşmüş. Sözlük, gökyüzü olmuş. Kelimeler, yıldızlar gibi parlıyor. Annemin sesiyle uyandığımda bir an nerede olduğumu anlayamıyorum. Yemeğimi yer yemez rüyamı yazıyorum. Rüyam, yeni bir hikâyeye ilham oluyor: Kelime Toplayıcısı Geçmişten Günümüze Dil Mirasımızın Peşinde. Ana karakterim, Dil Mirası Koruyucusu, dünyanın tüm kütüphanelerini geziyor. Köyleri ziyaret edip gittiği yörelerin bilge insanlarıyla sohbet ediyor. Karakterimin bu yolculuğunda karşılaşacağı maceraları siz okurlarımla birlikte yazmayı hayal ediyorum.
Dinle
Parmak Uçlarımdaki Özgürlük
Yazan: İbrahim Elibal Resimleyen: Ramila Aliyeva Küçük bir kasabada doğal güzelliklerin, mutlu insanların ve cıvıl cıvıl kuşların arasında yaşıyorum. Çevremdeki bu güzellikleri görmek yerine duyarak, dokunarak ve koklayarak tanıyorum. Çünkü çok küçükken geçirdiğim bir hastalık nedeniyle görme yeteneğimi kaybetmişim. Geçen yıl okula başladım. Bu durumdan oldukça mutluyum çünkü artık yaşıtlarım gibi okuyup yazabiliyorum. Arkadaşım Elif’in evine misafirliğe gittik. Elif ve ben farklı okullara gidiyoruz ama aynı anda okumayı ve yazmayı öğrendik. Elif, benim kullandığım Braille alfabesini merak edip bu alfabeyi nasıl öğrendiğimi sordu. Braille alfabesini öğrenme sürecimi ona anlatmaya başladım: Okula başladıktan ve bazı temel şeyleri öğrendikten sonra öğretmenim, “Kuzey, bugün yepyeni bir şey öğrenmeye başlayacaksın!” dedi. Çok heyecanlandım ve kalbim neşeyle doldu. “Nedir bu, öğretmenim?” diye merakla sordum. “Braille alfabesi ile yazmayı öğreneceksin.” O an heyecanım zirveye ulaştı. Kısa bir süre sonra öğretmenim beni bu sihirli noktaların dünyasına yolculuğa çıkarmak için Braille yazısını öğretmeye başladı. Öğretmenim beni Braille alfabesiyle tanıştırdı. Parmaklarımı, kabartma noktalarının üzerinden geçiriyordu. Her bir nokta, bir harf ya da sembolü temsil ediyordu. Başta bu noktaları ayırt etmek zor olsa da sabırla çalıştım ve kısa sürede her birini tanımayı başardım. Parmaklarımı Braille noktalarının üzerinden tekrar tekrar geçirerek pratik yaptım. Dokunuşlarımın, parmaklarımın altında artık şekil almaya başladığını hissettim. Öğretmenim beni sürekli teşvik etti. Öz güvenim arttıkça mutluluğum da arttı. Artık Braille ile yazmayı sabırsızlıkla bekliyordum. Sonunda, bağımsız olarak ilk kelimemi yazdım. Güzel ülkemizin adını, “Türkiye” kelimesini yazdım... Beni dikkatle dinleyen Elif’e Braille yazısını anlattım ve hiç yanımdan ayırmadığım Braille yazmaya yarayan ve "tablet" adı verilen aracı tanıttım: "Braille yazmaya yardımcı olan tabletin farklı boyutlarda birçok çeşidi vardır. Yan yana dikdörtgenlerden oluşan her bölümde, altı adet delik bulunur. Taşınabilir tabletlerin genellikle dört satırı vardır. Tabletlerin üst bölümü sola doğru açılmaktadır. İki bölüm arasına çok kalın olmayan karton yerleştirilir. Daha sonra üst bölüm kapatılarak karton sabitlenir. Tabletle Braille yazı sağ taraftan başlayarak sol tarafa doğru ucu sivri bir araçla yazılır. Yazma işlemi bitince kâğıt, tabletten çıkarılarak çevrilir. Soldan sağa doğru parmaklarımızın uçlarını kullanarak yazdığımız yazıyı okuruz. Braille yazıyı sadece tabletle değil, Braille daktilo ve Braille monitör gibi araçları da kullanarak yazabiliriz." Braille alfabesine yönelik merakı iyice artan Elif’e, bu yazının kim tarafından geliştirildiğini ve bazı özelliklerini anlattım: “Braille alfabesi, kendisi de görme engelli olan Louis Braille tarafından 1821 yılında icat edildi. Bu alfabede, kabartma noktalarıyla harfler, rakamlar, noktalama işaretleri ve özel semboller temsil edilir. Her bir Braille karakteri, altı noktadan oluşur ve farklı kombinasyonlarla farklı karakterleri temsil eder." Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan annem, "Haydi Kuzey, artık gidiyoruz." dedi. Elif’le vedalaşıp evin yolunu tuttuğumuzda akşamın serin havası yanaklarımı okşuyordu. Artık yazabiliyor olmamın yanı sıra Braille okumak da benim için önemli bir beceri hâline geldi. Kitaplar artık benim için erişilemez değildi çünkü Braille yazılmış kitaplar aracılığıyla dünyanın her köşesine yolculuk yapabilecektim. Bu, benim için sadece bir eğlence değil; aynı zamanda bilgiye ulaşmanın ve kendimi geliştirmenin bir yolu hâline gelecekti. Öğretmenimiz bir gün dilimizin zenginliklerinden bahsettiğinde aklıma hemen denemeler, şiirler, öyküler, romanlar ve masallar geldi. Dilin derinliklerindeki bu zenginlikleri keşfetmenin heyecanını hissediyorum. Braille yazısı, bana bu zenginlikleri keşfetme ve yaşama fırsatı veriyor. Artık kendi dilimin güzelliklerini keşfetmenin keyfini çıkartacağımı biliyorum. Dilin sınırları yoktur. İster mürekkep ile yazılsın ister kabartma noktalarla... Kelimeler, hepimize ilham verir. Hepimizi eğitir ve birleştirir. Braille benim için bir iletişim aracı olmaktan çok sonsuz mucizelerle dolu bu dünyadaki umut ışığı hâline geldi. Her bir dokunuşta yeni bir hikâye, yeni bir yolculuk başlıyor. Braille sadece kelimelerin anlamlarını taşımakla kalmıyor, aynı zamanda ruhumu besliyor ve hayal gücümü canlandırıyor. Bu yolla dili hissetmek ve yaşamak, gerçek anlamda hayatla derin bir bağ kurmamı sağlıyor.
Dinle
Dil Nöbetini Devralıyoruz
Yazan: Erkan AKAY Resimleyen: Sinem ÖZTÜRK Babası çocuğu omuzlarından tuttu. Gözlerinin içine, ta derinlerine, orada birini görmek ister gibi baktı; “Seni askerî okula göndereceğim.” dedi. Elinde Kur’an tutuyordu. Bir yemine dönüşüyordu babanın niyeti. Oğlan, kitabı babasının elinden aldı, öptü, başına koydu ve cevap verdi: “Belki göndereceksin ama ben ozan olacağım.” Yıllar sonra, 1935’te ilk kitabının çıktığı gün, artık büyümüş olan o çocuğun omzuna ilk rütbesi de takılıyordu. Karşılıklı yeminler tutulmuş, hem asker hem şair olmuştu Fazıl Hüsnü Dağlarca. Henüz okuma yazmayı öğrenmeden sözcüklere tutulmuştu. Dilini, Türkçeyi; bir oyuncak gibi, bir arkadaş gibi sevmişti. Dünya Savaşı’na doğmuş, gönlü yaralı bir çocuktu. Henüz beş yaşındayken İtalyanlar onun şehri Konya’ya girdiklerinde, güzelim toprağına koca bir haç çizmişlerdi de sırf o haçı silmek için uzunca bir yol yürümüştü küçük Fazıl Hüsnü. O yılları hiç aklından çıkarmamıştı. “Her çocuk bir bayraktır.” sözü o günlerden gelir konar şiirine. Silahından çok şiiriyle korur vatanını. “Türkçem, benim ses bayrağım!” der, Ulubatlı Hasan gibi taşır o bayrağı dil kalemizin burçlarına. Bu vatanı savunduğu gibi; Vietnam’ı, Türkistan’ı, Cezayir’i, Filistin’i de Türkçeyle savunur. Bütün zulümlere, haksızlıklara, hadsizliklere Türkçeyle ve şiirle cevap verir. Dünyanın acılarına derman olma görevini Türk’e yükler. Gençken insanın birçok dileği olur ama o, “Tanrım, bana şiirimi yazdır.” diye dua ederdi. Bugün biz, yüklendiğimiz bu görevin hakkını vermek için öncelikle dilimizi yersiz kullanımlardan ve yabanıcı kelimelerden temizlemeli, parlatmalıyız. Eğri büğrü kurguladığımız cümlelerden, hedefinden sapan ifadelerden korumalıyız. Düşüncelerimizi tertemiz bir dil pınarından geçirmeli, dünyanın merhamet kuraklığı çeken çöllerine can suyu gibi akıtmalıyız. Türkçemizin başında bekleyelim. Onun nöbetini tutalım. Yanlış yazılan, yanlış söylenen kelimeleri ayıklayalım ki dil kalemiz yıkılmasın. Virgüller, noktalı virgüller, ne olduğu belli olmayan iki noktalar başıboş dolaşmasınlar dil ülkemizde. -de’ler, -da’lar, -ki’ler hangi kelimenin elinden tutup hangisinden tutmayacaklarını bilsinler. Kütüphanene, Türkçemizde çok yapılan yanlışları gösteren en az bir kitap ekle. Boş vakitlerinde o kitaba göz atarak dilini yanlışlar girdabından koru. Arkadaşlarına, öğretmenlerine bu konuda yardımcı ol. Elde edeceğin becerinin seni nasıl da parlatacağını; ağzından çıkan, kâğıda dökülen cümlelerin nasıl da dikkat çekeceğini çok kısa zamanda göreceksin. Ve dalgalandırdığın dil bayrağını ardından gelenlere gösterirken gururla şöyle diyeceksin: “Benim dilim dünyanın en güzel dilidir.”
Dinle
Kelimenin Anlamını Yanlış Bilmek
Yazan: Yaşar Çağbayır Resimleyen: Nur Dombaycı Beklenen tatil geldi çattı. Oktay; uzun zamandır köye, dedesiyle ninesinin yanına gitmek istiyordu. Köyleri burnunda tütüyordu. Anne babası çalıştıklarından Oktay’ı köye getirdiler. Ninesi Oktay’ı kucakladı, bağrına bastı. Çevredeki ağaçlar yeşillenmiş, her biri çeşit çeşit meyveye durmuştu. Annesiyle babası hafta sonu kalıp döndüler. Günler geçiyor, Oktay arkadaşlarıyla oyunlar oynayıp eğleniyordu. Ağaçların, çiçeklerin, otların güzelliklerine doyamadı. Ninesinin kendini çağırdığını duydu, koşup geldi. Kadıncağız sofrayı kurmuş bekliyordu. “Tosunum acıkmıştır... Yufka ekmeğine yağ çalıvereyim mi?” dedi. Oktay “Hayır, istemem!” diye karşılık verdi. Ninesinin “yağ çalmasını” doğru bulmadığı için “Hayır.” demişti. Köyde kaldığı günler boyunca da bu soruya hep “Hayır, istemem.” yanıtını verdi. Aradan bir hafta geçti. Annesi, babası ve ağabeyi Korhan köye geldiler. Korhan ağabeyi, ne de çok şey biliyormuş köyle ilgili. Oktay’ı sabah erkenden uyandırdı, bahçe kadar geniş avluya indiler. Oktay buradaki hayvanlardan çekindiği için hiç yanlarına varmamıştı. Korhan, Oktay’ı ahıra götürdü. Ninesinin az önce sütünü sağıp tencereye süzdüğü sarı ineği tanıttı, yanındaki buzağıyı okşayıp sevdiler. Korhan kardeşine “Bak, ninemin bize yedirdiği yoğurt, peynir, yağ işte bu ineğin sütünden oluyor.” diye bilgi verdi. Oktay, ninesinin “yağ çalmak” sözünü hatırladı. Ağabeyine sordu: “Ağabey, ninem bu sütten yağ yapıyor da niçin başkasından yağ çalıyor?” “Nasıl dedin?” “Ninem, ‘Yağ çalıvereyim mi?’ diyordu da...” Korhan, kardeşinin saflığına gülmekten katılarak “Sen, ninemin hırsızlık yapacağını mı sandın?” diye sordu. “Öyle değil mi, yağ çalacakmış.” “Sen ‘çalmak’ sözünü yanlış anlamışsın kuzum!” dedi Korhan. “Ne oluyor? Sabah sabah ne kıkırdarsınız?” diyerek babaları göründü. Oktay, ninesinin kendisine söylediği “yağ çalıvermek” sözünü düşündüğü şekilde anlattı. Babası gülümsedi: “Dün akşam, ninen yufkaları ısıtıp tereyağı sürerek bize dürüm yapmadı mı? Çocukken ben çok severdim de her sabah böyle dürüm yapıverirdi. Sizin de seveceğinizi düşünmüş olmalı.” “Ama ‘çalıvereyim’ dedi. Ben de ‘hayır’ dedim.” “Ekmeğe yağ ‘sürmek’ anlamında ‘çalmak’ kelimesi kullanılır. Evimize döndüğümüzde sözlüğe bakarsan ‘çalmak’ sözünün ‘sürmek’ anlamına geldiğini de görürsün.” dedi babası. Oktay “çalmak” sözünü anlamadığı için ailesi gelene kadar o güzelim yağlı dürümden mahrum kaldığına hem üzüldü hem şaştı hem de ninesinden utandı. “Doğru anlamak, doğru düşünmek için sözlük çok gerekliymiş.” dedi.
Dinle
Annem Yeryüzüydü Babam Gökyüzü
Yazan: Tolga Erenus Resimleyen: Ersin Şahin Ömrümün en güzel renklerini, Anadolu’nun kalbinde geçen çocukluğumda biriktirmişim. Bunu yıllar yıllar sonra anladım. Yüksek bir dağın başındaki köyümüz, denize uzak ama sanki gökyüzüne çok yakındı. Köyün sokaklarının yanı sıra çevredeki tepeler, çayırlar, harman yeri ve meyve bahçeleri hep oyun alanımızdı. Gündüzleri güneş, bulutlar, kuşlar, keçiler, inekler, böcekler ve bitkiler çoğu zaman oyunlarımızın bir parçası olurdu; geceleri ise ay ve yıldızlar… Büyüklerimiz kadar yerdeki toprak veya gökteki bulutlar da bir şeyler anlatırdı bize… Köydeki ihtiyarlar, bulutlara veya uzak dağların ucundaki ufuklara bakıp hava durumunu tahmin ederlerdi. Nasıl oluyor da her seferinde dedikleri doğru çıkardı. Doğanın fısıldadığı işaretlere bakıp o hafta havanın nasıl olacağının, o yıl kışın sert geçip geçmeyeceğinin, o yaz hangi meyvelerin bol olacağının ipucunu verirlerdi. Doğanın sesleriyle ve renkleriyle bütünleşen bir bilgelik vardı etrafımızda... O zamanlar farkında olmasak da kış gecelerinde kandil ışığı altında babaannemin anlattığı masallar, yazın tarlada çalışırken dedemin ara sıra söylediği türküler, başta annem olmak üzere tüm büyüklerimizin her sözün sonuna eklediği atasözü veya deyimler, hep yeni bir bilgi ve farklı bir ışık katmış hayatımıza... Soğuk havalarda annemden “Kar yağsın, kaygı yağmasın.” sözünü duydukça umutla her zorluğun aşılabileceğini öğrenmişim. Ya da annemin sıkça söylediği “Acele işe şeytan karışır.” sözüyle serinkanlı olmanın önemini, “Sebepsiz kuş yuvadan uçmaz.” sözüyle de her şeyin bir nedeni olduğunu nakış gibi işlemiş belleğime... Babamın “Bin bilsen de bir bilene danış.” veya “Soran dağlar aşmış, sormayan ovada yolunu şaşmış.” sözleri sayesinde istişare edip ortak akılla iş yapmanın değerini anlamışım. Dedemden duyduğum “Ne ekersen onu biçersin.” ile anneannemin sıkça söylediği “Hazıra dağlar dayanmaz.” ve “Ödünç yiyen kesesinden yer.” öğütlerini duydukça ancak azimle çalışıp çaba göstermenin karşılığını alabileceğimize inancım artmış. Babaannemin “Bir tutam tarhana varsa ehline pişirt.” sözü, işi bilene yaptırmanın önemini öğretmiş. Dayımın “Çala çala bir hava bulunur.” sözünü duydukça zamanla her şeyin bir şekilde yoluna girebileceğini anlamışım. Bunlar gibi birçok söz dilime işlemiş, bugün de kullanmaya devam ediyorum. Hatırlıyorum da çocukluğumda bazen evde yatağa uzanıp kitap okurken düşüncelere dalar giderdim. Büyüklerimden duyduklarımın, okuduğum hikâye ve masallarda yazılanlar kadar renkli olduğunu hissederdim. Duyduklarımı kendi masalıma, hikâyeme dönüştürdüğüm uzun hayaller kurardım. Yıllar içinde birçok kitaba ve yazıya dokunduktan sonra iki şairin Türkçe ile ilgili dizelerini görünce aslında dil sevgisinin çocuklukta oluştuğunu anladım. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Türkçem, benim ses bayrağım” dizesi ile Cemal Süreya’nın Yunus Emre’yi tanımlarken söylediği “Yunus ki süt dişleri Türkçenin” dizeleri, bana kendi çocukluğumu anımsattı. İşte o zaman, çocukluk dünyamda annemin toprak gibi eliyle, diliyle beni büyüten yeryüzüm olduğunu; babamın da gökyüzüm gibi hayatıma ufuklar açtığını hissettim. Onlardan başka tanıdığım olan birçok yıldız, güneş ve ay ile çocukluğumun gökyüzü aydınlanmış. Çocukluğumda duyup gördüklerim, bugün hayatıma renk ve ışık katmaya devam ediyor.
Dinle
Kutsal Bir Emaneti Taşır Gibi
Yazan: Hüseyin Kaya Resimleyen: Ramila Aliyeva Konuşmayı ne zaman öğrendiğimi hatırlamıyorum. Söylediğim ilk kelime neydi, onu da hatırlamıyorum. Anne mi, baba mı yoksa dede miydi dudaklarımdan dünyaya düşen ilk kelime? Önce “anne” demişimdir sonra “baba” ve sonra “dede.” ANNE, NE GÜZEL KELİME. Söylediğim ilk kelimeyi hatırlamıyorum ama annemden duydum kullandığım kelimelerin çoğunu. Konuşmayı seviyorsam ve konuşulan her şeyi dinliyorsam biraz da bu yüzden. Annemin, babamın, dedemin, ninemin emaneti gibi sanki kelimeler. Onlardan işittiğim her yeni kelimenin karşılığını önce kendim bulmaya çalışıyorum. Bazen bulamıyorum, bazen bulsam da anlamıyorum ve soruyorum: - Anne, höllük ne demek? - Baba, yamaç ne demek? - Dede, pürçekli ne demek? Bir şeyler söylüyorlar, anlatıyorlar. Bazen gösteriyorlar ve soruyorlar: -Anladın mı? Anlamıyorum, susuyorum, kafam karışıyor… Kelimeler yalnızca konuşulurken çıkarılan sesler değil ki hemen anlayayım onları. Her kelime canlı bir çiçek sanki. Bir çiçeği tanımak için adını bilmek yeter mi, resmini görmek yeter mi? Her çiçeğin bir zamanı var, rengi var, kokusu var. Ben de kelimeleri galiba renginden, kokusundan tanıyorum. KELİMELER ÇİÇEK, CÜMLELER ÇİÇEĞE DURMUŞ AĞAÇ. Bu ağacın üzerinde bir salıncakta sallanıyorum konuşurken, konuşulanı dinlerken. Kalbim havalanıyor. Kelimeler hemen yanımda değişik seslerle ötüşen kuş sanki. Kendilerini göremiyorum ama seslerini duyuyorum. Onları bulmaya, yakalamaya çalıştığımda susuyorlar; kaçıyorlar. Kanat seslerini duyuyorum sadece. Sadece dinlesem sorun yok. Güzel güzel ötüyorlar. Kelimelerin her birinin ayrı bir hikâyesinin olduğunu da düşünüyorum. Onların da ailesinin, dedesinin, kardeşlerinin olduğuna inanıyorum. Onların da sevinçli olanı, üzgün olanı var; buna inanıyorum. Bazen de aklıma öylesine geliyor kelimeler. Gül, diyorum; gülüyor bütün çiçekler, ağaçlar, kuşlar. Sevgi, diyorum; güzelleşiyor dünya. Git, diyorum; boynunu büküyor küçük bir kedi. Bütün bunları düşünmek yorsa da beni, kelimelerin süslediği bu bahçede gezinmek sonsuz bir mutluluk! Bu mutluluk her şeyi unutturuyor. Konuşmayı ne zaman öğrendiğimi hatırlamıyorum. Anlamını bilsem de bilmesem de durup durup tekrar ediyorum kelimeleri. Bir masala başlar gibi, bir oyun tekerlemesi gibi, ninni gibi… Kalbimde, atalarımdan devraldığım kutsal bir emaneti taşır gibi taşıyorum. Sonra konuşuyorum yıldızlarla, rüzgârla, güneşle, toprakla, insanlarla. İnsanlar her zaman anlamasa da dağlar, ırmaklar, bulutlar anlıyor beni.
Dinle
Türkçenin Kalemleri Yahya Kemal BEYATLI
Yazan: Mustafa Özçelik Asıl adım Ahmet Agâh’tır. Sonradan Yahya Kemal adını aldım. 2 Kasım 1884’te Makedonya’nın Üsküp şehrinde doğdum. Bu şehir o yıllarda Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde idi. İlköğrenimimi bu şehirde tamamladım. Babam İbrahim Naci Bey, annem ise Nakiye Hanım’dır. Sonra yine o zamanlar bir Türk yurdu olan Selanik’e taşındık. Bir süre sonra annem vefat etti. Bu durum beni çok etkiledi. Sonra tekrar Üsküp’e taşındık. 1902 yılında ortaöğrenime devam etmem için İstanbul’a gönderildim. Vefa Lisesinde okudum. 1903’te eğitim amacıyla Paris’e geldim. 1904’te, Sorbonne Üniversitesinde Siyaset Bilimi bölümüne kayıt oldum. Okulu bitiremeden Türkiye’ye döndüm ama burada iki önemli kazancım oldu. Tarihle çok yakından ilgilendim. Bunda, hocam Albert Sorel’in büyük etkisi oldu. Bu da beni Türk tarihini araştırmaya yöneltti. Edebiyat anlamında da burada önemli tecrübeler edindim. Fransız edebiyatının Valery Baudelaire, Albert Sorel gibi önemli yazar ve şairlerini tanıdım. 1913’te İstanbul'da tarih ve edebiyat öğretmenliği yaptım. Bir taraftan da düzyazılar ve şiirler yazmaya başladım. Bunlar çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. O yıllarda ülkemiz zor durumdaydı. Bu durumdan kurtulmak için Millî Mücadele hareketi başlamıştı. Ben de yazılarımla bu harekete destek verdim. Cumhuriyet kurulunca milletvekilliği ve çeşitli ülkelerde elçilik ve büyükelçilik yaptım. 1 Kasım 1958’de İstanbul’da hayata veda ettim. Mezarım, Aşiyan Mezarlığı’ndadır. Benim en belirgin özelliğim elbette şairliğimdi. Batı şiirini de iyi tanıdığım için Türk şiirine yeni bir bakış açısı ve anlayış getirmek istedim. Bunun için çağdaş Batı şiiri ile eski Türk şiirinin birleşimini sağlamaya çalıştım. En önem verdiğim konu ise dilimizdi. Ben, bir yazar ve şair olarak Türkçeye çok önem verdim. Türkçeyi ağzımda annemin sütü olarak gördüm. Süt nasıl bir çocuğun sağlıklı gelişimi için önemliyse dil de bir kültürün gelişimi için o kadar önemliydi. Şiirlerimde vatan ve millet sevgisi, doğduğum Balkan topraklarına özlem, kahraman atalarımızın zaferleri gibi konuları işledim. İstanbul’u çok sevdim. Ona dair çok şiirler yazdım. Bunun en önemli sebebi bu şehri vatanımızın, kültürümüzün ve dilimizin özeti olarak görmemdir. Dil olarak halkın kullandığı sade Türkçeyi kullandım. Şiir ve düzyazı türlerinde çok sayıda metin yazdım. Ama bunlar sağlığımda kitaplaşmadı. Vefatımdan sonra gazete ve dergilerden derlenerek kitaba dönüştürüldü. Kendi Gök Kubbemiz, Eski Şiirin Rüzgârıyle, Aziz İstanbul, Eğil Dağlar, Edebiyata Dair bunlardan bazılarıdır. Şimdi ben hayatta değilim ama şiir ve yazılarımla sizlerle bulaşabiliriz. Çünkü bir yazarı okumak; onunla konuşmak, sohbet etmek gibidir. AKINCILAR Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: “İlerle!” Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle. Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan, Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan. Bir gün doludizgin boşanan atlarımızla Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla. Cennette bugün gülleri açmış görürüz de Hâlâ o kızıl hatıra gitmez gözümüzde! Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! AZİZ İSTANBUL Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiç bir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer. Nice revnaklı şehirler görülür dünyada, Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan. Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rüyada Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.
Dinle
Şifa
Yazan: Vefa Taşdelen Resimleyen: Zeynep Begüm Şen İki tarafı sıra kavaklarla, büyük defne ağaçlarıyla çevrili düz yoldan geçerek pazara doğru yürüyorum. Okul yeni kapandı. Sıcak hava kendini göstermeye başladı. Defnelerin taneleri irileşmiş, beyaz kavak gövdelerine sarılan siyah üzüm salkımları yakın zamanda kararacak; alabilene, ulaşabilene aşk olsun! Pazardan sesler, bağrışmalar, kahkahalar, insan sesleri yükseliyor. Beni çağıran bir şey yok. Kendi hâlimde ilerliyorum. Kâh bir taş parçasına tekme atıyorum kâh tek ayak üzerinde sekerek kâh ıslık çalarak yürüyorum. Pantolonumun kopçasına astığım düdük ve çakı, şıngır şıngır sesler çıkarıyor. Bu ses hoşuma gidiyor nedense. Kemik saplı bir çakı ve metal bir düdük… Ne de olsa bir fiyakası var. Bizim pazar yerimiz bir yamacın sırtında. Çevreden gelen köylüler her hafta dolduruyor pazarı. Alışveriş yapmak isteyenler burada. Evinin ihtiyacını görmek isteyenler, yağ, şeker, çay, makarna almak isteyenler de burada. Tabii içlerinde biraz hoşça vakit geçirmek, eğlenmek isteyenler de var. Pazar yeri, bayram yeri. Pazar yerinin ortasında bulunan yaşlı dut ağacının dibinde bir kalabalığın toplandığını görüyorum. Herkes o tarafa doğru gidiyor. Kalabalığın arasından başımı uzatıp merakla bakıyorum. Adamın biri bağıra çağıra bir şeyler satıyor. Önündeki tezgâhta küçük küçük şişeler... İçlerinde renkli bir sıvı. Bu da neyin nesi? Birisi soruyor: “Ne satıyorsun efendi? Bunlar da ne?” Bağıra çağıra satış yapan adam, “Bak Abicim!” diye başlıyor; dudakları ve bıyıkları tuhaf bir şekilde hareket ediyor; oldukça ciddi bir şey söyleyeceğini hissediyorum. “Şifa bunlar, derman! Ölüm döşeğindeki adamı ayağa kaldırdı bu ilaçlar, abime böyle izah edeyim.” Hem bağırıyor hem de topladığı paraları önlüğüne, ceplerine sıkıştırıyor. Köylüler ceketlerinin iç ceplerinden sarıp sarmaladıkları paraları çıkarıp aldıkları şifalı ilaçları kırılmasınlar diye ceketlerinin ceplerine özenle yerleştiriyorlar. Bir alan bir daha alıyor. Kısa bir süre içinde o kadar çok şifalı ilaç satıyor ki satıcının cepleri gelişigüzel sıkıştırdığı paralarla şişiyor. Avucumun içinde sıkıca tuttuğum yirmi lirayı uzatıyorum, “Emmi, bununla olur mu?” diye soruyorum. “Olmaz ama sana olsun.” diyor. Çevik bir hareketle iki şişeyi sıkıştırıveriyor avcuma ve “Çaktırma!” diyor. Şöyle bir bakıyor yüzüme, gülümsüyor, bir sırrı paylaşmak istercesine göz kırpıyor. İki küçük cam şişenin serinliğini hissediyorum avuçlarımda. Aklıma şöyle bir şey geliyor; dünya ne kadar güzel, dünyada ne kadar çok iyi insan var! Şişelere bakıyorum hayran hayran. Hiç durmuyorum oralarda, doğruca evin yolunu tutuyorum. Annem kaç günden beri yataktan doğrulamıyor. Parmaklarımla ceketimin cebindeki mucize şişeleri kontrol ederken içim belirsiz bir sevinçle doluyor. Bir umut, bir rahatlama hissediyorum. Kendi kendime mırıldanıyorum: Tek annem iyi olsun da…
Dinle
Orada Bir Dünya
Yazan: Kürşad Atam Resimleyen: Cemile Ağaç Baharın ilk günleriydi. Küçük Ali’nin evlerinin hemen yanından bir dere akar, çok uzaklardaki denize dökülürdü. Derenin üstünde gacur gucur sesler çıkaran çok eski küçük bir köprü vardı. Babası o köprüden geçip asfalt yola çıktı. Derede, annesinin beslediği ördekler paytak paytak yüzüyordu. Annesi onlara ekmek atar özellikle de yavru ördekleri kendi çocukları gibi severdi. Ali de bütün bunları dış kapının aralığından seyrederdi. Hemen her sabah gerçekleşen bu sahnedeki tek farklılık, bu sabahın Kurban Bayramı sabahı olmasıydı. Babası, koyunlarıyla bekleyen bir adamla konuşuyordu. Annesi, tavukların bulunduğu tarafa geçmiş, söylene söylene tavuklara yem veriyordu. “Bu bayram da gelmediler, ah bu koca otobüsler ah!” Otobüs evlerinin önünde dururdu. İçinden çok uzaklardan gelen ağabeyi, ablaları, kuzenleri, yeğenleri inerdi. Annesi otobüslere büyük değil de “koca otobüs” derdi. Ali, açık bırakılan dış kapının aralığından merakla babasına bakmaya devam ediyordu. Babası da bir yandan koyunların sahibine bir şeyler anlatıyordu. Adam, “Yok, olmaz.” gibi şeyler söylüyordu. “Öbür aya vereceğim işte, beni biliyorsun.” diye babası çıkışınca karşısındaki adam, “Tamam ama şu arkadaki zayıf olanı al bari.” dedi. Adam, koyunlarıyla birlikte oradan ayrılırken “Veresiye kurban mı olur yahu!” diye söyleniyordu. Babası, kurbanlık koyunu almıştı ve biraz zorlanarak eve doğru getiriyordu. Köprüden geçerken koyun su sesinden ürküp aniden ileri atıldı. Deredeki ördeklerin sesine, köprüdeki koyunun melemesi karıştı. Tavuklar da öbür taraftan gıdaklayarak korku ile kaçışıyordu. Annesi koşarak babasının yardımına yetişti. Koyunun bir bacağı köprünün arasına sıkışmıştı. Hayvan can havliyle çırpınıyordu. Babası, koyunun ipinden çekiştiriyor; koyun, korkudan çırpınıp duruyordu. Ali de kapıdan bakmayı bırakıp koyunu kurtarmak için yanlarına koştu. El ele vererek koyunu kurtardılar. Evlerinin önündeki dut ağacına bağladılar. Her şey sakinleşmişti. Bayram sabahının neşesine koyunun iştahla karnını doyurması eşlik ediyordu. Bayramın ikinci günü gelmişti. Ali’nin babası, kasabanın su deposunda bekçilik yapıyordu. Babası, bayram da olsa çalışmaya devam ederdi. Ali, babasıyla onun iş yerine gitmeyi çok severdi. Özellikle babasının işe gittiği yol, onun için ayrı bir eğlenceydi. Onlar yürürken yol boyunca büyük ağaçlar onlara eşlik ederdi. Yolun her iki tarafında da bu kocaman ağaçlardan vardı. Ağaçlar o kadar büyüktü ki güneş ışıkları yola düşmezdi. Yolun sonundaki deniz ise dalga sesleriyle ağaçların coşkusuna katılırdı. Bu, ona okuduğu masallardan bir sahne gibi gelirdi. Kocaman ağaçlarla çevrili yolun sonunda büyük dalgalarıyla bekleyen deniz! Su deposuna geldiklerinde Ali bir köşede babasını bekler; babası da deponun vanalarını açmaya giderdi. Babasının işi bitince tekrar yola koyulurlardı. Yol boyunca babayla oğula coşkun dalga sesleri ve dev ağaçlardaki yaprakların hışırtısı eşlik ederdi. Ali bir o ağaçtan bir öbür ağaca çak beşlik yaparak babasının arkasından hoplaya zıplaya yürürdü. Ruhundaki mutluluk normal günlerdekinden daha farklıydı. Yalnızca bayram günlerinde ve sadece çocukların duyabileceği bir mutluluk…
Dinle
TARIHÎ PIYANODA GEÇMIŞTEN GELECEĞE
Yazan: Aden Su Bıcakcı BİLSEM Dördüncü Sınıf Öğrencisi- Piyanist Resimleyen: Ramila Aliyeva Misafirler gelmeye başlamıştı. Herkesi karşılıyor, koridorlarda koşuyor, heyecandan hoplayıp zıplıyordum. Konserimi Mekteb-i Mülkiye’nin Meray Odası’nda bulunan yaklaşık seksen yıllık bir piyanoda icra edecektim. Bu tarihî mekânda, tarihî bir piyanoda konser verecek olmak beni heyecanlandırıyordu. Bu, müthiş bir duygu olsa da böylesine eski bir piyanoyu kullanmak riskler içeriyordu. Bir piyanistin en büyük zorluklarından biri, piyanosunu her gittiği yere taşıyamıyor olmasıdır. Her seferinde yeni bir enstrüman ile tanışma zorunluluğu, enstrümana alışma süresi gibi birçok şey performansın gidişatını da etkiliyordu. Ben öğretmenlerimin tecrübesine sahip değildim ki! Nasıl yönetecektim bu riskleri? Alkışlarla salona girerken bu tür tedirginliklerle yaklaştım yaşlı arkadaşıma. Bakalım sohbetimiz tatlı tatlı ilerleyebilecek miydi? Kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Ama biliyordum ki telaşım, ilk nota sesi ile yerini tatlı bir heyecana ve belki de ilginç hayallere bırakacaktı. Vee!.. Piyano ile sohbetim başladı! Parmaklarım, bu tarihî piyanonun tuşlarına dokundukça geçmişin derinliklerine bir pencere açılıyor gibi hissediyordum. Piyanonun ahşap gövdesi zamanın izlerini taşıyor; üzerindeki çatlakların, çiziklerin her biri bir hikâye anlatıyordu. Heyecanımın azalmaya başlaması ile kendimi bu yaşlı piyanonun konuşabildiği bir hayalin ortasında buluvermiştim. - Sevgili yaşlı ve bilge piyano, ben seyircilerin çoğunu göremiyorum. Sanki salonda benim karşıladığım misafirlerin dışında birileri var. Sen görebiliyor musun? - Biliyor musun minik dostum, senin gibi çocukların konserlerini izlemeye çok büyük besteciler de gelir. Şu anda Mozart, Chopin, Debussy ve Satie seni izliyor. - Aaaaa! Gerçekten mi? - Evet, minik dostum. Dokuz yaşındaki Mozart, “Bak Bimberl, parmaklarını çok güzel tutuyor! Kim bilir kaç saat çalıştı?” diyor. - Yani, şeyyy, olması gerektiği kadar çalışamadım aslında. Bu arada konserimi Mozart’ın köpeği Bimberl de izliyor! İ-na-na-mı-yo-rummm! - Evet, çok şanlısın. Senin de hayvanları çok sevdiğini hissedebiliyorum. Çalışma konusunu da boş ver şimdilik! Büyüyünce uzun saatler çalışırsın. Resitalimin ilk parçası olan Mozart Sonat, bitmek üzereydi. Dokuz yaşındaki Mozart kendi bestesini tanımamıştı. Hahaha! Çünkü bu sonatı bestelemesine daha on dokuz yıl vardı. Şimdi Chopin, Vals çalmaya başlayacaktım. - Yaşlı dostum, Chopin’in yorumu benim için çok önemli. İyi gözle ve hemen bana söyle, tamam mı? - Tamam, minik dostum. Sen sadece çalarken keyif almaya odaklan. - Bak, bir şeyler fısıldıyor sanki ama anlayamıyorum. - “Ben bu parçayı yeni besteledim, nasıl da hemen öğrenmiş, hımmm!” diyor Chopin. - O hâlde müziğin hüzünlü çocuğu, on dokuz yaşındaki hâli ile mi teşrif etmiş resitalime? - Evet, dostum. Bu zamansız hayalde durum böyle. Ayrıca “Yalnızca tekniğe dayanmayan çalışı, beni anladığını hissettiriyor.” diyor. Piyano ile sohbet ederken resitalimin beşinci parçasına ulaşmıştım. Konuklar alkışlıyor, onları selamlayıp diğer parçaya geçiyordum. Debussy’nin çok sevdiğim bir parçasını çalarken bu kez ben de duymuştum yorumu. “Parçanın karmaşıklıklarını nasıl yönettiğine bak!” diyordu Debussy, Satie’ye. Ustalar memnundu, ben bulutların üstünde. Birden bir kahkaha sesi duyuldu salonda. Sıra kendi parçasına geldiğinde Satie de arkadaşı Debussy’nin kulağına “Geleneksel olmayan bir yorum. Armut formundaki bestelerim gibi özgün çalıyor.” diyerek kahkahayı patlattı. Bilge dostum da keyiflenmiş, beni tebrik ediyordu. Resitalim bitmek üzereydi. Bilge dostuma teşekkür edip hayal dünyasından çıktım. Bu eşsiz eserleri böylesine önemli bestecilerin önünde seslendirmek çok büyük bir onurdu. Bir piyano ile konuşmak ise eğlenceli bir macera… Bu piyano benim için bir zaman makinesi gibiydi, notalar aracılığıyla geçmişle iletişim kuruyordum. Aslında tam da geçmişle geleceğin birlikteliğiydi bu. Konserden içimde çok güzel hislerle çıktım. Harika anılarım olmuştu. Artık eski zamanın bestecileri, her resitalimde zamansız hayallerimden beni izleyeceklerdi. Belki bir sonrakine C.P.E. Bach gelecek ve “Ruhundan gelerek çalmayı unutma!” diyecekti. Sonraki resitallerimde de aynı hisleri yaşama fırsatı bulmak ve paylaşmak dileğiyle. Belki de klasik Türk müziği enstrümanlarından bir kanun sürprizi ile yeni maceralarda buluşmak üzere…
Dinle
Nokta
Yazan: Hüdanur Aslı Gülmez Resimleyen: Cemile Ağaç Herkesin kolayca yaptığı ‘okumak’ benim için fırtınalı denizde yolunu bulmaya çalışmak gibiydi. Okul hayatım yerinde durmayan, kendi içinde saklambaç oynayan kelimeleri sobelemekle geçti. Ne kadar hızlı koşarsam koşayım, ter akıtayım, saniyeler içinde yer değiştiren o cümlelere yetişemedim. Nokta, benim hikâyemde çoktan şehri terk etmişti. Harfler ve cümleler hep bir kargaşa içinde, iç içe giriyordu. Fark etmeyen, emek ve çabayı görmeyen, küçümseyenlerin ‘tembellik etme’leri ile savaşmak disleksi tanısına sahip bir çocuğun normali oluyordu. Halbuki birbirine benzeyen harfler arasında farklılığıyla sisteme renk katan, parlayan, tek olan, noktaydı ama toplum onun parlaklığını söndürüyordu. Aynı hikâyemde olduğu gibi… Güneşin bile nasıl parlayacağını önceden bildiği, düzenin sarsılmaz olduğu Vezir ve Rezil şehrine hoş geldiniz! Dünyada kalemlerden ve klavyelerden dökülen tüm cümleler burada oluşturulur. Çizgili defter kâğıdı üzerinde kurulmuş kroki şeklindeki bu şehir, huzurlu ve neşeli bir dünyadır. Ancak nokta, harfler kadar şanslı değildir. Hep aynı işi yapmaya ve değer görmemeye mahkûmdur. Anlamın bir parçası olmasına rağmen cümle oluşturamadığından görünmezdir. Mekâna dönüşemediği için de yıkık dökük, terk edilmiş, eski mekânlarda sığıntı gibi yaşar. İşini hep düzgün yaptığı için yokluğu hiç düşünülmez. Bir gün senaryo yazarlarının grev yaptıklarını öğrenen "nokta"ya önce patronu sonra yoldan geçen bir küçük harf zorbalık yapar. Hayattan bıkan ve aynı şeyleri yapmaktan yorulan nokta, işe gitmez ve noktalık görevinden vazgeçer. Değeri bilinmediği için senaryo yazarları gibi grev yapmaya karar verir. Nokta, başkalarının cümlelerini oluşturmak yerine hep hayalini kurduğu daha adil bir sayfanın arayışına girer. Bazen yürüyerek bazen yuvarlanarak, satır aralarından atlayarak belki hiç bulamayacağı o adil şehrin hayaliyle ilerlemeye devam eder. Sonra ne mi olur? Nokta işi bırakınca Vezir ve Rezil şehrinde kargaşa başlar. Nokta olmadığı için metindeki her cümle birbirine karışır. Günlük hayat aksar, şehir tekinsizleşir. Harfler bir araya gelip kelime veya cümle oluşturmak istese de cümle bitmediği için özel güçlerini kullanıp dönüşemezler. Okuldaki küçük harfler, en sevdiği “Kelimeceler” oyunu oynarken topa dönüşemediklerini fark ederler. Birkaç kez başarısız olduklarında büyük bir çığlık kopar. Git gide “Artık dönüşemiyoruz!” çığlıkları çoğalır. Şehir halkı meydanda toplanır. Cümle kuramayan herkes birbirine çarpar. Ünlüler konseyi neyin eksik olduğunu bulmaya çalışır. İlk başta kimsenin aklına nokta gelmez. Ancak konsey kararlarını yazılı hâle getirirken cümle sonuna koyacak birini bulamayınca her şey anlaşılır. Tüm şehirde, noktayı bulmak için telaş başlar. Herkes her yerde noktayı arar ve sonunda onu, tam sayfadan çıkmak üzereyken yakalarlar. Tüm harfler, onun şehre dönmesi için sırayla dil dökerler. Nokta onların perişan hâllerine bir bakar ve sonunda kıymetinin anlaşıldığına karar verir. Ancak yazılı bir anlaşma olmadan kesinlikle şehre dönmeyecektir. Böylece bir anlaşma metni hazırlanır. Artık bu şehirdeki tüm harfler ve işaretler aynı derece önemli olacaktır. Nokta, metne son noktayı koyar ve herkes eşitliğin tadını çıkarır. Çünkü harfler ve işaretler görevlerini kusursuz olarak yerine getirirler. Harfler topluluk hâlinde yaşarlar. Şehirdeki güçlü çoğunluktur. Üstünlükleri, sayfaları yazmalarından gelir. “Ne kadar çok harfin varsa o kadar uzun cümle kurabilirsin. Ne kadar uzun cümle kurarsan o kadar rahat bir hayat sürersin.” Cümle oluşturdukları için anlamın sahibidirler. Eşyaya dönüşme güçleri de vardır. Mesela “masa”nın harfleri sırayla dizilir ve masa eşyasına dönüşür. Nesneye dönüşen harfler, o formda kalırlar. Tekrar harf olamazlar. Süreç, tırtılın kelebeğe dönüşümü gibidir. Harfler, mekâna ve mekânı güzelleştiren yeni nesneler üretme gücüne sahip olduklarından hep çok güzel yerlerde yaşarlar. Noktalama işaretlerinin aksine görünürdürler. Harfler ve işaretlerin hayat standartları hiç değişmez. Ünlü harfler uzaktan bile tanınırlar. Dikkat çekici, kibirli, uyumsuzdurlar. Prestijli olmak doğuştan haklarıdır. Ünsüz harfler de geçim sıkıntısı olmadan rahat yaşarlar.
Dinle
Park Maceraları Bezirgânbaşi
Yazan: Zafer Saltaş Bizim parkta okul çıkışı, buluştuk on iki sınıf arkadaşı. O zaman başlasın oyun zamanı. Peki ama ne oynamalı? Mehmet bağırdı: “Aç kapıyı bezirgânbaşı!” Şimdi iki kişi bezirgân olmalı. Bezirgânlar gizli gizli isim almalı. Aman kimse duymamalı! Ayşe’nin ismi Kırmızı, benimki de Sarı... Kırmızı ile Sarı el ele tutuşmalı. O eller kalkmalı, bir kapı oluşturmalı. Geri kalan on kişi aynı anda çığırmalı: Aç kapıyı bezirgânbaşı! Kapı hakkı ne almalı? Ardımdaki yadigâr olmalı. Şarkı bitince bezirgânlar ellerinin arasındakini kapmalı. Kapılan bir seçim yapmalı. Bezirgânlar, “Sarı mı, Kırmızı mı?” diye fısıldamalı... Tuğçe kırmızı, Hakan sarı. Elif kırmızı, Umut sarı. Âkif kırmızı, Rüya sarı. Fatma kırmızı, Ezgi sarı. Gülce kırmızı, Derya sarı. Olduk mu altıya altı? Şimdi herkes önündekinin belini sıkı sıkı kavramalı. Çekmeli Sarı, çekmeli Kırmızı. Off, bu oyun da ne heyecanlı! Hangi taraf çizginin ardında kalırsa oyunu kazanmalı. Aman Allah’ım, bu bir şaka olmalı, kazanan taraf Kırmızı! Çürük elma mı oldu Sarı takımı? Ne yapalım, oyun bu. En iyisi hiç alınmamalı.
Dinle
OLİMPİYATLARIN EN DEĞERLİ BASKETBOL OYUNCUSU Eren Yılmaz
Merhaba, ben Eren Yılmaz. İzmir’in Bornova ilçesinde dünyaya geldim. Esnaf bir babanın ve ev hanımı bir annenin oğluyum. Bilmelisiniz ki her birey özeldir. Her insanı birbirinden ayıran kendine özgü fiziksel, zihinsel ve duygusal özellikleri vardır. Beni diğerlerinden ayıran en belirgin özelliğim ise kromozom sayımın 1 fazla olması. Doğumumdan kısa bir süre sonra Down sendromlu olduğum anlaşılmış. Yavaş öğrenme, sosyal ve duygusal yönden uyum sağlamakta zorluk çekme Down sendromlu bireylerin belirgin özelliklerindenmiş. İyi bir eğitim alırsam bu olumsuzlukların etkisi en aza indirilebilirmiş. Bunu bilen ailem, iyi bir eğitim almam için tüm imkânlarını seferber etmiş. Eğitim hayatımı kaynaştırma öğrencisi olarak yaşıtlarımla aynı sınıflarda sürdürdüm. Bu süreçte pek çok güçlükle karşılaştım fakat hiçbir zaman pes etmedim. Her zaman elimden gelenin en iyisini yapmaya gayret ettim. Umutsuzluğa kapılmadan çalıştım. Tüm çocuklar gibi ben de oyun oynamayı çok seviyordum. Oyun sırasında kendimi dünyanın en mutlu insanı hissediyordum. Ailem, spora olan ilgimi çok küçük yaşlarda ben oyun oynarken fark etmiş. Down sendromlu bireyler kilo almaya yatkındır. Tabii ben de spor yapmaya ilgili olduğum için ailem yüzme, basketbol, atletizm gibi alanlarda eğitim almamı sağladı. Aldığım eğitimler sayesinde kısa sürede hem sosyal hem de fiziksel olarak oldukça geliştim.Sırasıyla hayallerimi gerçekleştirdim. Bunun için dokuz ay boyunca haftanın dört günü antrenman yaparak spor lisesi sınavlarına hazırlandım. Yaşıtlarımdan üstün performans göstererek Buca Atatürk Spor Lisesinde okumaya hak kazandım. Böylece ilk hedefimi gerçekleştirmiş oldum. Bu okuldaki öğretmenlerim ve arkadaşlarım bana her zaman destek oldular. Lisede eğitim görürken Down Sendromlular Futsal A Millî Takımı'na seçildim ve ülkemizi uluslararası müsabakalarda temsil etme şansı yakaladım. Takım arkadaşlarımla birlikte gösterdiğimiz çabalar kısa sürede meyvelerini verdi ve 2018 yılında yapılan Avrupa Futsal Şampiyonası’nda üçüncü olduk. Liseden mezun olduktan sonra spor yaşamıma Down Basketbol A Millî Takımı'mızda devam ettim. Bu kez 2021 yılında İtalya’da düzenlenen Down Sendromu Avrupa Oyunları’nda takım hâlinde ikinci olmanın gururunu yaşadık. Son olarak geçen mart ayında ülkemizde düzenlenen Trisome Oyunları Basketbol Millî Takımı oyuncusu olarak ülkemizi temsil etmenin gururunu yaşadım. Trsiome Oyunları, Down sendromlu sporcuların olimpiyatları olarak da adlandırılıyor. Bu turnuvada Basketbol A Millî Takımı olarak ikinci olup büyük bir başarıya imza attık. Ayrıca bu oyunlarda “en değerli oyuncu” seçilmek, benim için ayrı bir gurur kaynağı oldu. Bir yandan Down Basketbol Millî Takımında spor yaşamıma devam ederken bir yandan da spor bilimleri fakültesini kazanabilmek için sınavlara hazırlandım. Umutsuzluğa kapıldığım zamanlarda ailemin, öğretmenlerimin ve arkadaşlarımın da desteğiyle yoluma devam ettim. En sonunda bu zorluğun da üstesinden gelerek Ege Üniversitesi Spor Bilimleri Fakültesi Antrenörlük Eğitimi Bölümü’nde öğrenim görmeye hak kazandım. Şimdi bu okulu başarıyla bitirmek ve antrenör olarak yeni sporcular yetiştirmek istiyorum. Sevgili anne babalar, Unutmamalısınız ki mutluluk ve başarı için tek bir formül yok. Çocuklarınızı sevdiği şeylere yönlendirin ve onlara her zaman yanında olduğunuzu hissettirin. Ben, özel gereksinimli çocukların yeterli imkânlar sağlandığında ve fırsat verildiğinde neleri başarabileceğini gösteren örneklerden biriyim sadece. Buna yenilerini eklemek elbette sizin elinizde. Başta ailem olmak üzere bugünlere ulaşmamda emeği geçen tüm öğretmenlerime, arkadaşlarıma, antrenörlerime teşekkür ediyorum.
Dinle
Bilim ve Teknoloji
Hazırlayan: Esra İlter Demirbilek Merhaba! Uzay bilimleriyle ilgileniyor musunuz? Bakalım bu konuda neler biliyoruz? YATAY 1- Dünya’nın içinde bulunduğu sarmal bir gök ada. 2-Rusça kökenli bir terimdir ve uzay yolcusu anlamına gelir. 3-Bir cismin başka bir cismin etrafında dolandığı yol veya hareket yolu. 4-Güneş Sistemi’nde Dünya’ya en yakın dördüncü gezegen. 5-Uzayda insanların yaşayabileceği ve bilimsel araştırmalar yapabileceği yapılar. 6-Dünya’nın cisimleri kendisine çekme özelliği. 7-Uzayda bulunan nesneleri daha net görmek için kullanılan optik araç. 8-Adını bir kıtadan alan, Jüpiter’in dördüncü en büyük uydusu. 9-Mikroskobik boyutta bir alg türü. DİKEY 1- İlk Türk astronotun adı. 2-Evrenin fiziksel özelliklerini inceleyen, astronomi ve fizik bilimlerini içeren bilim dalı. 3-Uzaya ulaşmak için kullanılan itici güçle çalışan araç. 4-Gökyüzündeki gök cisimlerini ve evreni inceleyen bilim dalı. 5-Uzaydaki yaşamı araştıran bilim insanlarına denir. 6-Türk Uzay Ajansının kısaltılmışı Parayı veren düdüğü çalar! Nasreddin Hoca kasabaya giderken köydeki çocuklar ondan düdük istediler. Fakat sadece 10 tane çocuktan 5 tanesi düdüklerin parasını öder. Nasreddin Hoca da sadece parayı veren çocuklara düdük alır. Kodlamalardan yola çıkarak bu çocukların hangileri olduğunu bulabilir misin? Beyaz kutucuklara isimlerini yazabilirsin. En yakın dostum Hacivat, başka bir mahallede yeni bir eve taşındı. Ben de çiçeğimi aldım “Güle güle otur.” demek için evine gideceğim. Ama sokaklar çok karışık. Vay vay vay vay! Ben burada kesin kaybolurum. Yolu bulmamda bana yardımcı olur musun? Aman Karagöz’üm, hediyeye ne gerek vardı. Sen kendin gel yeter. Hem kaktüs almışsın, hiç ev hediyesi kaktüs alınır mı? Haydi, bekliyorum Karagöz’üm!
Dinle
Eğlence Zamanı
Hazırlayanlar Çizimler: Elif Naz Tasarım: Levni Şahin BİRLİKTE ÇİZELİM Aşağıdaki çizim adımlarını takip ederek ‘uçuç böceği’ olarak da bilinen uğur böceğini çizip boyayabilirsin. YOL BULMACA Fıkralarıyla yüzümüzü gülümseten Nasreddin Hoca’nın kaybettiği eşeğini bulması için doğru yolu gösterebilir misin? EŞEK SU İÇMEYE GELMEMİŞ NASREDDİN HOCA’NIN KOMŞUSUNA VERDİĞİ KAZAN MI BU? KARIŞIK ATASÖZÜ Hece sıraları karıştırılmış bu atasözünü bulup doğru şekilde yazabilir misin? NE NU SİN E KER O Bİ ÇER SEN SUDOKU BULMACA Tüm satır, sütun ve gruplarda 1’dan 9’a her sayıyı bir kez kullanarak verilen ipuçlarına göre sudoku bulmacalarındaki boşlukları tamamlayabilir misin? PARÇALARI EŞLEŞTİR Masallarda adı geçen bazı hayvanların parçaları karışmış. Aralarına çizgi çizerek doğru parçaları eşleştirebilir misin? KAÇ KÜP VAR? Sence burada toplam kaç tane küp var? İpucu verelim: Altta kalan küpleri de saymayı unutma .-) HANGİSİ TIPATIP AYNI? Ortadaki inek resminin tıpatıp aynısını bulabilir misin? KELİME MERDİVENİ Tablodaki her aşamada bir önceki kelimenin sadece bir harfini değiştirerek FARE kelimesinden KEDİ kelimesine ulaşabilir misin? Her satırda değiştirilecek harf, renkli zeminde gösterilmiştir. Bulacağın yeni kelimenin seni KEDİ kelimesine ulaştıracak harflerden oluşması gerekiyor. HARFİ BUL KELİMEYİ TAMAMLA Aşağıda verilen anahtar kelimelere, baş taraftaki harflerden uygun birini anlamı doğru olacak şekilde ekleyip harfleri yeniden sıralayarak masallarda çokça geçen kelimeleri bulabilir misin? S B R Ç T HAT ALIK KAL ALEM MEŞE KAYIP HARFLERİ TAMAMLA Bu tekerlemede bir harf eksik kalmış. Noktayla bırakılmış boş aralara bu harfi yazarak, tekerlemeyi tamamlayabilir misin? M. .S. .L M. .S. .L M. .NİKİ YOLD. . S. .YDIM ON İKİ M. .S. .L M. .S. .L M. .RTL. .DI İKİ F. .RE . .TL. .DI KURB. .Ğ. . K. .N. .TL..NDI TOS VURDU B. .RD. .Ğ. . ÇOCUK ÇIKTI Ç. .RD. .Ğ. . Bulmacaların çözümleri ozelegitimcocuk.meb.gov.tr adresimizde
Dinle
Fors
Yazan: Mehmet Aycı Resimleyen: Ramila Aliyeva Güneş bir kuşsa Kim kırabilir onun Kanatlarını… Güneş çiçekse Kim soldurabilir ki Onu koparıp… Güneş bir atsa Kim engel olabilir Koşmalarına…. Güneş aynaysa Kim karartabilir ki Onun yüzünü… Güneş bir evse Kim kovabilir ondan Işıklarını… Güneş doğmasa Kimler verebilir ki Bize sabahı… Batmasa güneş Kim getirebilir ki Bize geceyi…. Güneş saatse Kim bozabilir onun Ayarlarını… Güneş ressamsa Kim çalabilir onun Boyalarını…
Dinle
Dergi Dokümanlarını indir
Sesli dergideki ses dosyalarını buradan indirebilirsiniz
Dokümanlar