Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Toprağa, Ateşe, Suya Dönüş Tekrar
Anasayfa
Toprağa, Ateşe, Suya Dönüş Tekrar
Kapak
İçindekiler 04 Güvercin Şirin Ne Demek İstedi? Abdullah Harmancı 06 Tarif Teyze ve Bahçesi Tuğba Coşkuner 08 Biricik Soru Binbir Cevap Gökhan Özcan 11 Farklı Ejderha Dragon Ayşegül Sözen Dağ 14 Reçelden Oyuna Elçin Kuzucu 16 Ateşle Söyleştim Bugün Tacettin Şimşek 18 Zeynep'in Doğa Güncesi -Ateşte Açan Çiçekler- Neslihan Saltaş 20 Soğukta İçimizi Isıtan Nedir? Tolga Erenus 22 Kışla Gelen Sevgi İçigen 26 Ateşi Ateş Böceğinden Dinle Ayşe Şeker Yıldız 27 Çıngı Nedir Bilir Misin? Alpaslan Arite 28 Biri İtfaiyeyi Çağırsın! Ayşenur Gönen 30 Ateşin Sanatları Osman Kocabaş 32 Pati ile Yolculuk -Kamp Ateşi İsmail Karakurt 34 Küçük Karakulak'ın Ormanı Ümare Altun 36 Ayşe'nin Merakı Mustafa Uçurum 38 Emir'in Isınma Farkındalığı -Kızıl Gökyüzü- Seher Esra Akyol 40 İyileştiren Ateş Enes Sorgun 41 İzci Kamp Ateşi Çağrı Cebeci 42 Sanatın ve Çizimin İyileştirici Gücü Mehmet Mesut Uygun 44 Nasreddin Hoca Mustafa Özçelik 46 Sevgi Dili Ali Bal 48 Bu Benim Hikâyem Turgay Karakaş 50 Yüksek Ateş İbrahim Elibal 52 Ejderhanızı Nasıl Eğitirsiniz? Hilal Turan 54 Öğrenmenin Ritmi İrem Tuğhan Ural 56 Ömür Kaan'dan Ayşe Teyzeye Mektup Var! Erol Erdoğan 58 Ben Tenhâ Kutlu Gürel 60 Elif Çağrı Cebeci 64 Kardeşçe Bestami Yazgan Sayı: 8 - Kış 2022 Genel Yayın No: 7432 Süreli Yayın No: 345 ISSN: 2717-9672 e-ISSN: 2717-9524 Millî Eğitim Bakanlığı Adına Sahibi Mahmut ÖZER Millî Eğitim Bakanı Genel Yayın Yönetmeni Cemal ÖZDEMİR Editör Çağrı GÜREL Yayın Kurulu Cemal ÖZDEMİR Sevil UYGUN İLİKHAN Ümare ALTUN Şükrü YILMAZ Çağrı GÜREL Ali ASLAN Sevda BOLATCAN Nazik Selcen YILDIZ EDİTÖR’DEN Sevgili Arkadaşlar, "Su", "toprak", "hava" dosyalarının ardından bu sayımızda da “ATEŞ” dosyasıyla yine birlikte olmanın sevincini yaşıyoruz. Dört elementi yani dört güzelliği işlediğimiz bu sayılarımızda; suyun, toprağın, havanın ve ateşin dünyamız ve tüm canlılar için ne kadar kıymetli olduğunu sizlerle paylaşmaya çalıştık. Bu sayımızda, alanında uzman isimlerin, çocuk edebiyatının nitelikli yazar ve çizerlerin ve mutlaka sizlerin özgün çalışmalarınıza yine yer verdik. Derin derin temiz havayı içimize çektik. Çiçekleri kokladık. Toprağa uzandık. Gökyüzünün uçsuz bucaksız maviliklerine daldık. Yanı başımızda akan ırmaktan kana kana su içtik. Güneşin sıcaklığı içimizi sardı. Bunca nimetler için şükrettik. Evimizi, avlumuzu, çevremizi, şehrimizi koruyacağımıza tekrar tekrar söz verdik. Sevgili Çocuklar, Özel Eğitim Çocuk, sizlerin dergisi. Yapmış olduğunuz çalışmaları merakla bekliyoruz. Baharda yeni sayımızda buluşmak ümidiyle, sağlıcakla kalın… Yazı İşleri Ali ASLAN Kapak Mısra Ahmet Muhip DIRANAS - Dağlara şiirinden Dijital Medya Muhittin DELİHASAN Kapak İllüstrasyon Ayşe İNAL Tasarım ve Uygulama Tavoos Web İçerik Geliştirme M. Rasim TAŞ Sesli Betimleme Montaj İbrahim ELİBAL Sesli Betimleme Yazarları Hale AKSAN Kıymet KAMAN Emine Esra AKÇAR Mustafa AKÇAR Türk İşaret Dili Çevirmeni Ahmet TOMBUL İletişim Millî Eğitim Bakanlığı Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü MEB Beşevler Kampüsü, A Blok Yenimahalle/ANKARA Tel: (0312) 413 3027 - (0312) 413 3029 Belgegeçer: (0312) 213 1356 e-posta: oer@meb.gov.tr web adresi: www.ozelegitimcocuk.meb.gov.tr Baskı Gökçe Ofset Ltd. Şti. 1354 Cad. 1372 Sok. No: 2 İvedik-Yenimahalle/ANKARA Sertifika No: 49221 Aralık 2022 Metin ve çizgilerin sorumluluğu yazar ve çizerine, kullanım hakkı Millî Eğitim Bakanlığına aittir. Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Ücretsizdir.
Dinle
Anasır-ı Erbaa
ANASIR-I ERBAA Yazan: Arif AY Resimleyen: M. Ahmet DEMİR suyum hayatın imbiklerinden süzüle süzüle akıp geldim çağlardan çağlara bulandırmayın toprağım mayası insanın Adem’den beri en ebedi evinizim ben kirletmeyin ateşim kalplerin koru sarıp sevginizle verin elden ele içten içe yanmaktır aşkım söndürmeyin havayım bazen ağır bazen hafif sıcak bir nefesim içinizde canım bensiz kalmayın
Dinle
Güvercin Şirin Ne Demek İstedi?
GÜVERCİN ŞİRİN NE DEMEK İSTEDİ? Yazan: Abdullah Harmancı Resimleyen: Ramila Aliyeva Güvercinler, çınar ağacının yaprakları arasında yağmur sonrasının tadını çıkartıyorlardı. Hafif bir serinlik vardı. O sırada ne olduysa oldu, derenin yanı başında, tarla faresinin önleri sıra koşturduğunu gördüler. “Iyyyyykkkkk!” dedi Taklacı. “Farelerden iğrenirim!” “Al benden de o kadar!” dedi Paçalı. “Vallahi ben konuşulmasına bile dayanamıyorum!” dedi tepedeki dalda uyuklayan güvercin. Uykucu’ydu o. “Şu fareler olmasaydı orman ne kadar güzel olurdu!” “Böyle konuşmanız doğru değil!” diye çıkıştı birden. Bir ağaçkakan kovuğunda pinekleyen reisleriydi bu. Şirin’di adı. Başının üzerinde masmavi tüyler vardı. “Haydi, acele edin, çocuklarımız bizleri bekliyor!” Onlarca güvercin, kanatlarından güzelim sesler çıkartarak havalandılar. Pırrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr! AMA O DA NE?! Hepsi birden çınar ağacının dibini buldular! Göremedikleri bir güç onları toprağa bağlamış gibiydi. Çırpınmaları fayda vermiyordu. Bir ağa yakalanmışlardı. Ağlaşmaya başladılar. “Eyvah! Tuzak! Yakalandık! Yavrularımız! Yuvalarında bizi beklerler! Eyvah ki eyvah!” İçlerinde sadece reisleri Şirin ağlamıyordu. Boğazından tuhaf sesler çıkardı. Birkaç defa havalanır gibi yaptı. Sanki birini yardıma çağırıyordu. İŞTE HER ŞEY O ANDA OLDU. Bir tarla faresi sıyrıldı kamışlıkların içinden. Son hızla yanlarına geldi ve hepsini birden sarıp sarmalamış ağın farklı yerlerini kemirmeye başladı. Bir orayı kemirdi. Bir burayı… Bir de şurayı… Olmadı bir de burayı… Sonunda güvercinler ağdan kurtuldular. Hepsi bir an önce yuvalarına dönmek istiyorlardı. Ama reisleri Şirin; Taklacı’ya, Paçalı’ya ve Uykucu’ya gülümseyerek bakıyordu. “Yuvanıza gitmeden önce yapmanız gereken bir şey yok mu?” der gibi…
Dinle
Tarif Teyze ve Bahçesi
TARİF TEYZE VE BAHÇESİ Yazan: Tuğba Coşkuner Resimleyen: Zeynep Begüm Şen Ben biraz şanslı biriyim, ilginç bir çocukluk geçirdim. Türlü türlü insan tanıdım, tuhaf mı tuhaf olaylar yaşadım. Annem ilginç kişilerin kokusunu alabildiğimi söylüyor. Doğru olabilir. Gerçekten de beni hep öyleleri bulur. Küçükken bir komşumuz vardı: TARİF TEYZE. Selam vermeden önce tarif vermeye başladığı için biz ona Tarif teyze derdik. O da, “Hayır, benim adım Tarif değil.” demezdi. Gerçek adı neydi, hiçbir fikrim yok. Ona o kadar uzun zamandır Tarif teyze diyorduk ki o bile gerçek adını hatırlamıyordu bence. Sorsam söyleyemezdi. Sormadım da zaten. Tarif teyze, her şeyin tarifini verirdi. Bir bakarsınız meşrubat tarifi veriyor, bir bakarsınız devletin nasıl yönetileceğinin tarifini veriyor, bir bakarsınız iyi öykü yazmanın tarifini veriyor, bir de bakarsınız sarman bir kedinin, en lezzetli fareleri nasıl yakalayacağının tarifini veriyor. Tarif teyze, farenin lezzetlisini nereden biliyor, diye telaşlanmayın. Çok kitap okurdu ve hayal gücü bir arıdan daha çalışkandı. Böyleleri bir şeyi bilmeseler de çok iyi tahminde bulunabilirler. Bulunmasalar bile aramızda kalsın ama sarman kedinin Tarif teyzenin dilinden anladığını pek sanmıyorum. Tarif teyzenin tariflerinin arasına çiçekler, böcekler, bahar esintileri karışırdı çünkü evinin arkasında içine on yedi evin sığabileceği ve on yedisinin de birbirine değmeyeceği kadar büyük bir meyve bahçesi vardı. Gençken ağaçlara kendi bakar, meyvelerini kendi toplar, binbir çeşit şerbeti, pekmezi, pestili kendi yapardı. Yaşlanınca işler değişti. Beli büküldü, boyu kısaldı, bacakları kireçlendi. Yürürken kemiklerinin gıcırdadığı bir gün aklına bir fikir geldi: Bahçedeki ağaçları kiraya vermek! Bu fikir aklına yattığından beri her ocak ayında kapısına titrek el yazısı ile ağaç kiralama şartlarını yazıp astı. Şeftali, erik, armut, kayısı, incir ağaçlarını isteyenlere bir yıllığına kiralamaya başladı. Tarif teyzenin bahçesinden ağaç kiralamak öyle kolay iş de değildi. Kiracılarını mülakatla seçerdi. Biri talip mi oldu, “Sen git, çocukların gelsin.” derdi. Onun çocuklarını dinler, adamın onlara iyi davranıp davranmadığını anlamaya çalışırdı. İyi davranmıyorsa, “Kendi çocuğuna bile güzel bakmayan, benim ağacıma nasıl bakacak?” deyip adamın ismini listeden çıkarırdı. Böyle böyle bazen listede ağaç sayısından daha az isim kalırdı. Boşta kalan ağaçları elma kurduna, kırlangıçlara, kızılgerdanlara, sincaplara kiraladığını söylerdi. Bir elma kurdunun kirasını nasıl ödediğini hep merak etmişimdir ama ne kadar kolladımsa bir türlü o ana denk gelemedim. Ben her yıl Tarif teyzenin üç ağacını kiralardım. Mor mürdüm eriğini, kiraz eriğini ve papaz eriğini. Onlara ben bakardım, olgunlaşınca meyveleri ben toplardım, kendim yer ya da aileme götürürdüm. Bazen sınıftaki arkadaşlarıma bile dağıtırdım. Bu üç ağacın kirasını harçlıklarımdan biriktirirdim, tamı tamına Tarif teyzeye sayardım. Tarif teyze de sayardı. Verdiğim paraları yani. Sonra onları ahşap tespih kutusuna koyardı. Tarif teyze para sayamaz hâle gelince kızları, torunları, oğulları toplandı. Onu yanlarına almak istediler. Gitmez sandım ama gitti! Gitmeden ahşap tespih kutusunu da bana verdi. Tüm kiraların burada, dedi. Bir kere senin yaşın ağaçlarımı kiralamaya tutmuyordu zaten, diye de homurdandı. Homurtusu; yufka yüreğini ve gözlerine birikmiş yaşı saklayacak sandım. Saklayamadı. O ahşap tespih kutusu hâlâ bende durur. Tarif teyzenin kalbimdeki yeri gibi.
Dinle
Biricik Soru Binbir Cevap
BİRİCİK SORU BİNBİR CEVAP Yazan: Gökhan ÖZCAN Sevgili Gökhan ağabey; Çocukluğunuzdan bu yana birçok kitap okudunuz. Sonra büyüdünüz; büyükler ve küçükler için kitaplar yazdınız. Hayat akıp gitti… Biz bu cümlelerin çerçevesinde size biricik soru sormak istiyoruz: ÇOCUK VE ÇOCUKLUK NASIL BİR KİTAPTIR? Çocukluk, bütün çocukların içinde yaşadığı, her biri birbirinden renkli binbir türlü hikâyedir. Her çocuk kendi benzersiz hikâyesini o binbir türlü hikâyenin içinde yaşar. Bu sebeple ki çocukluk, ucu sonsuz ihtimale açık bitimsiz bir kitaptır. OKU OKU BİTMEZ. O kadar bitmez ki çocuklar büyüdüklerinde, kocaman kadınlar ve adamlar olduklarında, o kitabı zaman zaman özenle sakladıkları yerden çıkarıp ellerine alır; yeniden, yeniden, yeniden okurlar. O kadar kendilerini kaptırırlar ki çocukluk kitabının sayfaları içinde kendi zamanlarının dışına çıkar, yeniden çocukluk ülkesinin şehirlerinde, sokaklarında coşkuyla, sevinçle, heyecanla dolaşır, dolaşırlar. Çocukluk kitabı, matbaalarda basılan, kitapçılarda satılan bir kitap değildir. Onu çocuklar hayatın içinde yaşar, içlerinde saklar, sayfalarına hayallerinden durmadan yeni sayfalar ekler. Renklerine hiç kimsenin daha önce görmediği renkler katar, gizemlerine hiç kimsenin bilmediği gizemler yükler. İçi sonsuz bir çocuklukla ağzına kadar dolu olmasına rağmen taşınması zor bir kitap değildir çocukluk kitabı. Hafiftir, kuş kadar hafif... Sadece içindekileri doyasıya yaşayanları değil, yaşadıklarını o kitaptan okuyanları da kuş gibi hafifletir. Çocukluk kitabı, sadece olan biten şeyleri değil, olmayan ama nedense hiç bitmeyen şeyleri de alır içine. Bir çocuğun hayallerini, içinden geçirdiklerini, yüzüne gülücükler çizen güzellikleri ve bazen gözlerine küçük kederler düşüren başka şeyleri de taşır içinde. Sadece bir çocuğun mu? Değil elbette. Bir çocuğun, yanındaki bir başka çocuğun, dünyanın uzak bir köşesindeki başka bir çocuğun yani bütün çocukların... Çocukluk, bütün çocukların vatandaşı olduğu eşi bulunmaz bir ülkedir çünkü. Ve bütün çocuklar, o ülkenin vatandaşı olmakla birbirinin arkadaşı, kardeşidir. Büyükler yapamaz belki ama çocuklar aynı hayalin içinde buluşup el ele tutuşabilir. Kapağında bir yazar ismi yoktur çocukluk kitabının. Çünkü onu bütün çocuklar birlikte yazar. Hem yaşar hem yazarlar. Ve hem de hiç bıkmadan okuyup dururlar. Dedim ya, sonsuzdur çocukluk kitabı, hiç bitmez. Her hikâyenin içinden birçok başka hikâye çıkar. Binbir hikâyenin içinden binbir başka hikâye... Her çocuğun içinden binbir başka çocuk... Her rengin içinden binbir başka renk... Her oyunun içinden binbir başka oyun... Gelip geçen asırlar boyunca insanların yazdığı en benzersiz, en zengin, en renkli, en okunmaya doyulmaz kitaptır çocukluk kitabı. Daha mükemmeli yazılmamıştır. Çünkü diğer kitapları büyükler yazar. BÜYÜKLER, BÜYÜDÜKÇE AZALAN ÇOCUKLARDIR. Çocukluklarından uzaklaştıkça renklerini, hayallerini, coşku ve heyecanlarını bir parça yitirirler. Duygularını ve düşündüklerini kâğıtlara dökerken kafalarında dolaşan tilkiler sebebiyle yazdıklarına yeterince yoğunlaşamazlar. Bu onları çaptan düşürür ve yazdıklarının çocukluğun sonsuz neşesinden yoksun kalmasına sebep olur. Onların hayata yeniden bir çocuk gibi bakabilmeleri için dönüp çocukluk kitabını okumaları gerekir. Böylece daha küçük bir çocukken baktıkları pencereden hayata bakabilirler. Yani içlerinden... Çocukluk kitabı, insanın içindedir. Ne kadar büyürsek büyüyelim, çocukluğumuz orada yaşar.
Dinle
Farklı Ejderha Dragon
FARKLI EJDERHA DRAGON Yazan: Ayşegül Sözen Dağ Resimleyen: Sibel Büyük Anne ejderha devasa yumurtalarının yanından bir an olsun ayrılmıyordu. Üç yumurtasını da özenle koruyordu, her şey yolundaydı. Baba ejderha, zaman zaman yiyecek bulmaya çıkıyordu. Doğada tek başına keşif yapmak ve yiyecek bulmak ona iyi geliyordu. Anne ejderha bu durumdan hoşnuttu doğrusu. Sürekli yumurtaların başında her dakika sorular sormasındansa ara sıra uzaklaşması daha iyiydi. Ejderha takvimine göre minik yavruların yumurtadan çıkmalarına altı gün vardı. Yumurtalarını tek tek kontrol eden anne ejderhayı tatlı bir uyku bastırdı. Gözlerini usulca yumdu. Rüyasında bir çıt sesi duydu, bu ses yavaş yavaş tiz bir çıtırtıya dönüştü. Anne ejderha telaşla gözlerini açtı, kulağına yine aynı ses geliyordu. Gözleri birdenbire fal taşı gibi açıldı. Hızlıca yumurtaları kontrol etmeye başladı. Bir, iki, üç… Üçüncü yumurtaya gözleri ilişince anne ejderha şaşkınlıktan âdeta küçük dilini yutacaktı. Diğer iki yumurtada her şey yolundayken üçüncü yumurtadan iki minik tüylü kanat görünüyordu. Mercan rengi kanatlar kıpır kıpırdı. Hayır, bunun için henüz erkendi, bir şeyler yapmalıydı. Minik yavru yumurtadan kafasını çıkarınca anne ejderha ile göz göze geldiler. Ve artık hiçbir şey yapamayacağını anlayan telaşlı anne, yavrusunun ıslak tüylerini sıcacık nefesiyle kurutmaya başladı. Minik yavru, dünyaya gelmek için acele etmişti anlaşılan. Diğer iki yumurtanın çatlamasına daha altı gün vardı. Bu yüzden anne ejderha yuvadan ayrılamıyordu. Minik ejderha olması gerekenden biraz küçüktü, ilk başlarda her şey yolunda gibi görünse de bazı farklılıkları zamanla ortaya çıkacaktı. Annesi ona “Dragon” ismini verdi. Dragon, yuvanın çevresinde oyunlar oynuyor, yeni edindiği arkadaşlarıyla vakit geçiriyordu. Ağızlarından ateş çıkaran arkadaşlarını hayranlıkla izliyordu. Çok kere denemesine rağmen minik Dragon bu işi bir türlü yapamıyordu. Neredeyse denemediği şey kalmamıştı. Minicik bir alev çıkarsa bile razıydı ama olmuyordu. Annesine bu durumu her sorduğunda aynı cevabı alıyordu: “ Ahh, benim minik Dragon’um, sen de hepimiz gibi bir ejderhasın, bir gün küçük bir mucize olacak ve ağzından çıkan ateşlerin kızıllığı geceyi aydınlatacak…” Minik Dragon bu cevabı o kadar benimsemişti ki gördüğü rüyaların hepsinde ağzından kıvılcımlar saçıyordu. Diğer kardeşleri dünyaya gözlerini açar açmaz minik ateşler çıkarmaya başlamışlardı. Babası, minik yavrusunun bu durumuna çok üzülüyordu. Ormanın çok sevilen bilge ejderhasına yavrusunun durumunu anlattı. Bilge ejderha, minik Dragon ile birkaç haftalık çalışma planı hazırladı. “Bu işi birlikte başaracağız.” dedi. Her sabah bilge ejderhanın yanına gidiyordu minik Dragon. Uzun egzersizler onu yormaya başlamıştı. Nefes çalışmalarında çok yoruluyor, hemen pes ediyordu. Bilge ejderha, yaşlılıktan titreyen sesiyle “Haydi evladım, bu defa olacak, şimdi derin bir nefes al ve tüm gücünle ağzını kocaman açarak o nefesi dışarıya üfle…” Minik Dragon üfledi, üfledi, üfledi, olmadı. Artık bir yaşına girmişti. Doğum günü pastasının üzerindeki mumu da üfledi. Sanki hâlâ ters giden bir şeyler vardı. Üzerinde ateş yanan bir mumu üfleyerek söndürme işinde çok iyiydi ama nefesinden ateş çıkarma konusunda henüz bir gelişme yoktu. Sabahları bilge ejderhanın dersine katıldıktan sonra ormanda tek başına dolaşmayı çok seviyordu. Son egzersizinden sonra boğazında bir gıdıklanma başlamıştı. Yine de üflemeye devam ediyordu. Kanatlarını çırparak kâh uçuyor kâh yürüyor ve sürekli üflüyordu. Ders dönüşü, ağaçlardan birinin altında durup meyve koparmak istedi. Çoğu zaman etle besleniyor olsa da bazı zamanlar elma yemeyi çok seviyordu. Elmayı koparmadan önce tozlarını üfledi. O da nesiydi, elma bir anda kömüre dönüşmüştü. Minik Dragon heyecandan ne yapacağını bilemedi, daha derin bir nefes alıp tekrar üfledi, bu defa elma ağacı ateş aldı ve yanmaya başladı. Panik içindeydi Dragon. Ateşi söndürmek için üfledikçe ateş güçleniyordu. Dumanı fark edip hemen oraya yetişen arkadaşları ve ailesi olmasaydı belki de tüm orman yanıp kül olacaktı. İlk ateşli üfleme tecrübesi biraz panik ve korkuya sebep olsa da ormanda hiçbir canlı zarar görmemişti. Dragon, o günden sonra bilge ejderhadan kontrollü ateş püskürtme dersleri alsa iyi olacaktı.
Dinle
Reçelden Oyuna
REÇELDEN OYUNA Yazan: Elçin Kuzucu Resimleyen: Şebnem Aydın Anneannemin bahçesinde reçel zamanı bizim için eğlence demekti. Önce bahçeyi çepeçevre saran meyve ağaçlarının rengârenk güzelliğini seyrettik. Sonra her bir meyveden titizlikle topladık. Kardeşimle birlikte tişörtlerimizin ön kısmını sepet yapıp meyveleri doldurduk. Ezilmiş kiraz ve kayısılar ellerimizi, yüzümüzü ve kıyafetlerimizi boyadı. Bahçe kapısının önündeki çim alana meyveleri getirip sepetlere boşalttık. Meyve toplama işi bittikten sonra en sevdiğim kısım başladı. Reçel kaynatmak için kayısı ve kirazların çekirdeklerini ayıkladık. Ellerimdeki tüm gözenekler kırmızı ve sarıya dönüştü. Anneannem tabanı isli dev tencereleri odun ateşinin üstüne yerleştirdi ve reçeller bir süre sonra fokur fokur kaynadı. Bakışlarımızı ateşe çevirdik. Odunlar yanarken çıtır çıtır sesler kulağımıza yerleşti. Hayranlıkla dinliyorduk bu müziği. “Isınıyoruz, yemek yapıyoruz bazen de etrafında toplanıp sohbet ediyoruz. "Ateş hepimizi bir araya topluyor sanki.” diye mırıldandım. Anneannem beni doğrularcasına saçlarımı okşadı. Reçellerden sonra yemek tenceresini de ateşin üstüne yerleştirdi. Kenarda duran kömürleşmiş odun parçasını bize uzattı. “Sadece ateş mi? Ateşten kalan parçalar da işe yarar.” diyerek gülümsedi. Ne demek istediğini anlamıştım. Kömürleşmiş parçayı aldım, bahçe kapısının girişindeki beton zemine sek sek karelerini çizdim. Yemek pişene kadar kardeşimle orada oynadık. Akşamdan sonra hava kararınca anneannemin yeninden yaktığı ateşin etrafına toplandık. Bu kez kıvılcımlar karanlığı aydınlatıyordu. Işığı gören kedi, köpek hatta kirpi bile gelmişti. Elektrikten önce ateşin aydınlatmada nasıl kullanıldığını anlatmışlardı büyüklerimiz bize. Kandiller, meşaleler, mumlar, gaz lambaları… Kardeşim ansızın aramızdan ayrılıp eve girdi. Az sonra elinde eski bir eşyayla geldi. “Anneanne, bunu çocukken kullanır mıydınız?” “İşte bir gaz lambası bu. Hem aydınlatma için kullanırdık hem de oyunlarımız için.” Ayağa kalktı, bizi yanına çağırdı. Gaz lambası uzun zamandır kullanılmadığından alev alması uzun sürdü ama sonunda yandı. Yüksekçe bir taşın üstüne lambayı koyup elleriyle şekiller yaptı. Ağaçlar ile anneannemin elleri evin duvarında kuş, balık gibi figürlere dönüştü. “Haydi, sıra sizde! Bakalım neler yapacaksınız?” Gölge oyunu çok hoşumuza gitmişti. Yerde bulduğum ağaç dalının gölgesi kocaman bir dev gibiydi. Kardeşim iki yaprağı birleştirerek tilkiyi koşturdu ağaçta. Uykumuz gelene kadar oynadık. Taşlar dağ oldu, küçük sopalar kocaman insanlara dönüştü. O akşam başımı yastığa koyduğumda anneannemin gündüz söylediği söz aklıma geldi: “İyi ki insanlar ateşi kontrollü kullanabilmiş.”
Dinle
Ateşle Söyleştim Bugün
ATEŞLE SÖYLEŞTİM BUGÜN Yazan: Tacettin Şimşek Resimleyen: Nur Dombaycı Günlerden pazardı ve tam anlamıyla yazdan kalma bir gündü. Ailece pikniğe gittik. Annemle babam ormanda küçük bir gezintiye çıktılar. Kardeşim çam dalına kurduğumuz salıncakta mutlu. Az önce çalı çırpıyla, kozalaklarla yaktığımız ateş, çıtır çıtır bir şarkı söylüyordu. Nereden aklıma geldiyse ateşle söyleşmek istedim. Yaklaşıp elimi uzattım. _ Yok, dedi. Tokalaşmak, kucaklaşmak yok benim kitabımda. Benim sağım solum belli olmaz. Uzak duralım, uzaktan sevelim birbirimizi. Yemeğinizi pişirirken akıllı uslu olurum ama dokunursanız kendimi tutamam. Faydalıyım ama zarar da verebilirim. Sizi üzmek, canınızı yakmak istemem. _ O zaman uzaktan hoş geldin, ateş! _ Uzaktan hoş bulduk, kardeş! “Ateş”, “kardeş” ses benzerliği hoşuma gitti. Öğretmenimiz buna “uyak” mı diyordu? Sormadan edemedim: _ Nereden kardeş oluyoruz ki? _ Yüz binlerce yıldır birlikteyiz. Evinizde, ocağınızdayım. Bunlar, kardeş olmamız için yeterli değil mi? Düşünsene, çok eskiden atalarınız beni bulmasaydı yemeklerinizi nasıl pişirecektiniz, madenleri nasıl eritip kap kacak, araç gereç yapacaktınız? _ Haklısın. Sana bir soru daha sorabilir miyim? Atalarımız nasıl buldular seni? _ Dedektif tuttular. Aylarca, yıllarca aradılar. Sonunda bir taşın kovuğunda buldular. _ Şaka mı bu? _ Tabii ki şaka. Sen yine de “Ateşin şakası olmaz.” diye bil. Beni nasıl bulduklarını sormuştun. İlk defa gökten yıldırımla düştüm galiba. Tepesine düştüğüm ağaç kül oldu ama sonra insanlar işlerine yarayacağımı fark ettiler. Beni kontrol altına aldılar. Hayvanlar ve bitkiler benden korktular ama insanlar hem çok zeki hem de çok cesurlar. Çiğ et ve sebze yerken sindirim zorluğu yaşıyorlardı. Bunları ateşte pişirebiliriz dediler ve şöyle düşündüler: “Ateşi bize Allah gönderdi, hayatımızı kolaylaştırsın diye...” _ Şakacısın, iyisin, hoşsun da, ah, bir de yakmasan… _ E, ne demişler? “Her güzelin bir kusuru vardır.” Bu, senin atalarının sözü. Her iyi insanın, her güzel insanın beğenilmeyen bir tarafı olabilir, demek. Ayrıca benim yakıp yakmamam size bağlı. _ Bak, şu salıncakta sallanan benim kardeşim. Onun adı da Ateş ama senin gibi yakmıyor. _ Olabilir ama itiraf et, arada bir elini ısırıp canını yakmıyor mu? _ Sen nereden biliyorsun bunu? _ Ablalarla kardeşler arasında böyle şeyler olur bazen… Biraz sonra odun ateşinde kızarmış köfteleri yerken ateşin değerini bir kez daha anladım. Eve dönmek için hazırlanırken közler üzerinde dans eden ateş bana son uyarısını yaptı: _ Gitmeden önce beni söndürmeyi unutma! _ Hatırlattığın için teşekkür ederim, dedim. Bazı insanlar bunu ihmal ettiği için orman yangınlarına sebep oluyorlar. Bu güzelim ağaçlar yok olup gidiyor. Hepimiz dikkatli olmalıyız. Bir şişe suyu üzerine boşaltırken, _ Güle güle ateş, dedim. Yine görüşürüz inşallah. _ İnşallah kardeş, dedi. Biliyorsun, bir kibrit kadar yakınım sana. _ Biliyorum, dedim. İyi ki varsın.
Dinle
Zeynep'in Doğa Güncesi Ateşte Açan Çiçekler
ZEYNEP’İN DOĞA GÜNCESİ ATEŞTE AÇAN ÇİÇEKLER Yazan: Neslihan Saltaş Resimleyen: Ramila Aliyeva Zeynep’in annesi ve babası biraz gizemli konuşurdu. Zeynep bu gizemli konuşmaları seviyordu çünkü gerçekten ilginç oluyorlardı. Tıpkı bulmaca çözmek gibi… Örneğin annesi, bugün ateşte açan çiçekleri görmeye gideceklerini söylemişti, babası da “Hem de çöle…” demişti. Zeynep de şimdi bu gizemi anlamaya çalışıyordu. Herhâlde çöl çok uzaktadır, diye düşünüyordu ama karavandaydılar. Çöle gitmek için başka bir ülkeye yolculuk etmeleri gerekmez miydi? “Of!” dedi Zeynep, “Bu gizemi çözemiyorum, Türkiye’de çöl yok ki!..” Annesi ile babası kıkırdadılar. “Çölümüz var.” dedi babası ve tabelaya bakması için ona işaret etti. “Karapınar Çölü” diye okudu Zeynep. Bu gerçekten çok ilginçti. “Karapınar, Türkiye’deki tek çöl alan ama onu biraz yeşertmişler. Aslında burası dünyada yeşertilebilen nadir çöllerden biri.” diye açıkladı babası. Bir süre sonra Karapınar Çölü’nün kumullarındaydılar. Zeynep çok mutluydu. Kumullara bayılmıştı, üstelik burada develer bile vardı. Karapınar yeşillikler içinde umulmadık bir çöldü. Annesi kumulların arasında dolaşmaya çıkacaklarını söylediğinde Zeynep’in gözleri ışıldadı. Ancak hava sıcaktı. Gezinti sırasında, “Eee, nasılsın?”diye sordu babası. “Gökten ateş yağıyor gibi.” Dedi Zeynep, “Ateş tepemize düşüyor sonra yere çarpıp sekiyor ve aynı ateş bu kez de yüzümüze vuruyor.” Zeynep, çöl sıcağından yakınırken bir anda aklına çözemediği gizem geldi. “Ateşte açan çiçekler!..” diye bağırdı. “Gizemi çözdüm. Ateş, çöl demek. Biz de bu kumulların arasında yetişebilen bir bitki arıyoruz ve tabii ki bu bitki çiçek de açıyor olmalı.” “Tebrikler!”dedi annesi, “Koca Geven denilen bir bitkiyi bulacağız. Ben onu fotoğraflarken…” “Sen ve ben develere binip kervandaymış gibi yapacağız.” diyerek annesinin sözünü tamamladı babası. O akşam çölde gecelediler. Annesi minik dikenli, sarı çiçekli koca gevenin resmini yaptı. Babası ve Zeynep de karavanın çatısına tırmanıp yıldızlı göğü seyre daldı. Astragalus gigantostegius (Koca geven) Bitkinin dünyada yaşadığı bilinen tek alan Karapınar Ovası’dır. Koca gevenin, aşırı otlatma faaliyetleri nedeniyle nesli tehlike altındadır.
Dinle
Soğukta İçimizi ısıtan Nedir?
SOĞUKTA İÇİMİZİ ISITAN NEDİR? Yazan: Tolga Erenus Yarıyıl tatilinde, kardeşlerimle soluğu yine dedemin yanında, köyümüzde aldık. Yüksek dağların tepesinde bulutlara yakın bu köyde kışın kar yağması, oradakiler için hayatın olağan bir parçası. Bizim içinse bir iki haftalığına köye dedemin yanına gitmenin güzel bir bahanesi. Köye gelişimizin üçüncü gününde sabahleyin yatağın başına gelen dedem, “Müjdemi isterim!” diyerek uyandırıyor bizi. Yorganı üstümüzden atıp pencereye koşunca kar tanelerinin, sokakları beyaz örtüyle kapladığını görüyoruz. Heyecanla atan kalbimizin sesi duyulsa da kahvaltı yapmadan sokağa salmazlar bizi. Kahvaltıdan beri hiç aralıksız mahallede kartopu oynuyoruz. Ellerim çok üşüyünce oyuna ara verip eve geliyorum. Kapıyı açar açmaz içim dışım ısınmaya başlıyor. Babaannem sobanın başında, altı kızaran kestaneleri elindeki maşayla çeviriyor. Gürül gürül yanan sobanın başında alevlerin sıcaklığı yüzümü ısıtırken pişen kestane kokuları ile sokaktan gelen çocukların oyun sesleri içimi ısıtıyor. Bazen sokaktan gelen sesler kesildiğinde, duvardaki saatin tik takları ve sobada yanan odunların çıtırtıları kaplıyor odayı. Sokaktaki sesler ile odadaki sessizlik, dışarıdaki soğuk ile içerideki sıcaklık bir tahterevalliye binmiş gibi birbirinin neşesini tamamlıyor. Sobanın deliğinden görünen alevlere bakarken kış mevsimini niçin bu kadar sevdiğimi düşünüyorum. Bugünkü gibi lapa lapa kar yağdığında tüm sokakların bembeyaz bir oyun alanına dönüşmesi ilk neden sanki. Sonra okuldan veya oyundan dönüşte evde bizi karşılayan o yuva sıcaklığı da başka bir güzel neden… Bir de o soğuk günlerde sabahları içilen ballı sıcak süt, akşamları annemin tarçınlı zencefilli ıhlamur çayları… Peki ya, yaz mevsimini neden seviyorum? Tatille uzayan gündüzlerde daha fazla oyun oynamak yine liste başında... Sonra öğle sıcağında güneş tepemizdeyken dondurma, limonata veya ayranla serinlemenin keyfi başka olur yazları. Bir de sahildeki uzun iskeleden denizin serin sularına atlayıp yüzmenin mutluluğu… Sobanın yanında oturmuş bunları düşünürken, aniden bir ayrıntıyı fark ediyorum. Hemen oturduğum yerden hızla doğruluyorum. Sanki Newton’la yerçekimi kanununu bulmuş gibi bir heyecan kaplıyor içimi. Her iki mevsimde de en sevdiğim şeyin oyun olması değil bahsettiğim ayrıntı... Daha şaşırtıcı bir durum var: Kışın sevdiklerimizin içinde hep bir sıcaklık, yazın sevdiklerimizin içinde serinlik arayışında olmamız sizce de ilginç değil mi? Yani sıcak günlerde soğuğu, soğuk günlerdeyse sıcağı arıyoruz demek. Bunu düşününce, dedemin sıkça söylediği “Her şey zıddıyla yaşar.” Sözünü hatırlıyorum. Yani hayatta birçok duygu, düşünce ve kavram; karşıtı olanla bir araya gelince daha anlamlı oluyor. Kış mevsimi ateş ve sıcaklıkla güzelleştiği gibi yaz mevsimi de su ve serinlikle katlanabilir hâle geliyor gerçekten... SICAK VE SOĞUK, oyun oynayan arkadaşlar gibi tahterevallinin iki ucunda birlikte eğleniyor.
Dinle
Kışla Gelen
KIŞLA GELEN Resimleyen: Sevgi İçigen Ne kadar güzel kar yağıyor. Anneee biraz dışarıya çıkabilir miyim? Olur ama sıkı giyin oğlum. Merhaba arkadaşlar ne yapıyorsunuz? Merhaba kardan adam yapıyoruz. Bize yardım eder misin? Burnunu da taktık mı tamamdır… İşte bitti. Kartopu savaşı HA HA HAA Üşüdün mü? Gel seni ısıtayım. Ayy çok tatlı. Çok küçücük. Bu soğuk havlarda sokak hayvanları üşüyorlar ve açlar. Hepimiz evden yiyecek bir şeyler getirelim. Ayrıca kendi imkânlarımızla yuvalar yapalım. Kuşlar için ağaç dallarına meyveler taktılar ve kuş yemi serptiler. Plastik leğen, karton kutu, muşamba ve tahta plakalardan yuvalar yaptılar. Sokak hayvanları çok mutlu oldular. Hepimiz yorulduk ama yorulduğumuza değdi. Abiii abii…. Dedem eve çağırıyor. Hemen geliyorum. Arkadaşlar ben eve gidiyorum. Biz de gidiyoruz artık. Yarın görüşürüz. Çok üşüdüm. Ellerim ayaklarım dondu. Hemen üzerimi değiştireyim. Ooo. Hoş geldin. Hoşbulduk dede çok üşümüşüm. Güneş olmasaydı, sobalar kalorifer olmasaydı hiç ısınamazdık. Güneş dünyadaki her canlı için en önemli ısınma kaynağıdır. Güneş sayesinde bitkiler hayat bulur ve gelişir. Ateş ise insan yaşamının vazgeçilmez unsurlarındandır. Herşeyin azı karar, fazlası zarardır. Bunu hiç unutma. Evrende her şey o kadar dengeli ki, biz ne kadar şükretsek azdır.
Dinle
Ateşi Ateş Böceğinden Dinle
ATEŞİ ATEŞBÖCEĞİNDEN DİNLE Yazan: Ayşe Şeker Yıldız Resimleyen: Tuğçe Cüre Ben bir ateş böceğiyim. Yaz akşamlarının ışık saçan eğlencesiyim. Gündüzleri toprakta saklanır, gece olunca dışarı çıkarım. Işığımı, eşimi bulmak için kullanırım. Karın bölgemdeki özel bir madde sayesinde, karanlıkta ışıl ışıl parlarım. Bazı arkadaşlarımın ışığı kısa kısa yanıp söner. Bazılarınınki ise aralıksız üç saat devam eder. Bendeki ateş, bildiğin ateşten farklıdır. Ne yemek pişirir ne de yangın çıkarır. Sıcak da değildir. SOĞUK IŞIK olarak bilinir. İnsanların ürettikleri ışık kaynakları, enerjinin büyük kısmını ısıya çevirir. Uzun süre açık kalan bir ampul sıcacık olur. Işıkla beraber ısı da yayan bu ampuller çok fazla enerji harcar. Enerji verimi konusunda bir numarayım. Bilim insanlarının ilham kaynağıyım. Benim ışığımı inceleyip çalışmalar yaptılar. Isınmadan ışık yayan lambalar üretmeye çalıştılar. Aramızda kalsın, biraz yol alsalar da benim kadar başarılı olamadılar. Küçücük bir böceğim. Soğuk ışığımla farklı ve zenginim. Kimselere benzemem, kendim gibiyim. Parklarda boşuna arama beni. Şu sıralar göremezsin. Bahara kadar beklemelisin. Havalar ısındığında yine akşamları ışık saçarak uçacağım. Belki de senin burnuna konacağım.
Dinle
Çıngı Nedir Bilir misin?
ÇINGI NEDİR BİLİR MİSİN? Yazan: Alpaslan Arite Resimleyen: Ömer Şahin Akçiçek 7. Sınıf Gebze Bilim ve Sanat Merkezi öğrencisi Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, tüm varlıklar birbirleri ile konuşurlarmış. Çocuk ateşe demiş ki: Çok güzel gözüküyorsun, seninle oynamak istiyorum. Elimden tutar mısın? Ateş cevap vermiş: Tatlı çocuk, beni izlemek çoğu kişinin hoşuna gider. Ama benim güzel olmam dışında senin gibi çocuklar için tehlikeli bazı özelliklerim var. Çok yakıcıyım ben. Senin hassas derine zarar veririm. Bu yüzden beni, büyüklerinin izin verdiği uzaklıktan izlemelisin. Oradan bir çıngı seslenmiş: Merhaba arkadaş, özellikle bana dikkat etmelisin. Beni izlemek de güzeldir ama benden de yüzünü sakınmalısın. Çocuk demiş ki: Aa! Seni hep görüyorum ama adını bilmiyorum. Sen, ateşin parçası değil misin? Çıngı: Benim adım Çıngı. Ben hem ateşin başlangıcı hem de parçasıyım. Bütün ateşler benimle başlar. Aynı zamanda ateşler dans ettiğinde, onlardan koparak çevreye ben yayılırım. Yüzünü sakınmanı bu sebeple istedim. Çünkü ben dokunduğum yere ateş götürürüm. Çocuk: Ben sana “ateş tohumu” demek istiyorum. Ne dersin? Çıngı: Elbette söyleyebilirsin, güzel benzetme. Çocuk: Peki, şimdi ben sizinle oynayamayacak mıyım? Ateş: En güzeli şöyle yapalım, sen bir büyüğünden rica et, güvenli açık bir alanda kuru odunlardan bir ateş yaksın. Sen de uzun bir çubukla benimle oynayabilirsin. Çıngı: İlk alev oluşurken beni izlemeyi de ihmal etme. Çocuk: En çok, yanan odunlara vurduğumda çevreye saçılan çıngıları izlemek istiyorum. Ama söz, seni hiçbir canlının üzerine göndermeyeceğim, demiş. Sonra; ateş, çıngı ve çocuk çok güzel oyunlar oynamışlar.
Dinle
Biri İtfaiyeyi Çağırsın
BİRİ İTFAİYEYİ ÇAĞIRSIN! Yazan: Ayşenur Gönen İtfaiye kelimesini ilk ne zaman duyduğunuzu, nasıl bir cümle içinde geçtiğini hatırlıyor musunuz? Muhtemelen şunlardan biri: Yangın var! Biri itfaiyeyi arasın! Orman yangınına itfaiye tarafından müdahale edildi. Ağaçta mahsur kalan kedinin imdadına itfaiye yetişti. İtfaiyecinin görevleri nelerdir? Sizce itfaiye erlerinin görevi sadece yangın söndürmek midir? Yangın sırasında hayatımızı kurtarmak, evlerimizi ve eşyalarımızı yanmaktan kurtarmak da onların süper zor görevlerinden bazıları. Kaza, çökme, patlama, mahsur kalma gibi durumlarda imdadımıza ilk yetişen itfaiyeciler olur. Sadece karada değil, su üstü ve su altında arama ve kurtarma çalışmaları da yürütürler. Su baskınlarına müdahale etmek de onların başlıca görevleri arasındadır. İtfaiye araçları nelerdir? İlk aklımıza gelen merdivenli itfaiye aracıdır. Merdivenlerin en uzun olanları 64 metreye kadar uzayabilir. İtfaiye Arazözü, yangına karadan su, köpük ve kuru kimyasal toz sıkarak yangını söndüren araçtır. İtfaiye Destek Tankerleri, arazözlere gerekli kimsayal maddeleri ve suyu depolayan geniş depolu araçlardır. Kapasiteleri ortalama, bir buçuk ve altı ton arasındadır. Bunlar sadece ilk aklımıza gelenler. İncelerseniz otuzdan fazla farklı kara itfaiyeci aracı olduğunu görürsünüz. Tabii bir de deniz ve hava itfaiye araçları var. Saymaya kalksak koca bir liste çıkar. İyisi mi daha fazlası için biraz araştıralım. İtfaiyeci giysileri kaç dereceye kadar ısıya dayanıklıdır? Kendinizden de hatırlarsınız belki. Herkes küçükken itfaiye erlerine sırf havalı üniformaları yüzünden bir hayranlık duyar. İtfaiyeciler, yangına müdahale ederken ısı ve aleve dayanıklı özel giysiler giyerler. Bu giysiler tulum, başlık, eldiven, tozluk ve yardımcı aksesuarlardan oluşur. Düşük, orta ve yüksek risklere uygun çeşitleri bulunur. En dayanıklı olanları 250 dereceye kadar koruma sağlayabilir. NASIL ITFAIYECI OLUNUR? İtfaiye eri olmak için ‘Sivil Savunma ve İtfaiyecilik Bölümü’nden mezun olmanız gerekir. Buna ilaveten bazı ön şartlar vardır. İtfaiyecilerin yükseklik korkusu olmamalı, kalıcı bir hastalığa sahip olmamalıdırlar. Bir de kadınların en az 1.60, erkeklerinse en az 1.67 boya sahip olma şartı vardır. İTFAIYE MÜDÜRLÜKLERI KIME BAĞLIDIR? İtfaiye müdürlükleri belediyelere bağlıdır ve her il ve ilçede mutlaka bir itfaiye müdürlüğü bulunur.
Dinle
Ateşin Sanatları
ATEŞİN SANATLARI Yazan: Osman KOCABAŞ Elektrik icat edilmeden önce sanatçılar yani ressamlar, bestekârlar, yazarlar yalnızca gün ışığında mı çalışıyordu? Elbette hayır. Bir ressam atölyesini, bir yazar çalışma masasını ateşle aydınlatabilirdi. Elektriğin olmadığı dönemlerde birçok sanat, ateş başında yapılırdı. Evlerde asılı fenerin altında resimler çizilir, heykeller oluşturulur, besteler çalınırdı. Şömine karşısında kitaplar yazılır ve okunur, edebiyat konuşulurdu… Hatta ilk resim örnekleri olan mağara resimleri, mağarayı aydınlatan ateşin ışığında yapılmıştı. Ateş sanatı sadece aydınlatmadı, doğada var olan çeşitli malzemeler onun dokunmasıyla birer sanat ürününe dönüştü. Örneğin KUM. Evet, bildiğimiz deniz kumu! Kumu 1.500 ºC gibi çok yoğun ateş altında tutarsanız saydamlaşır ve cama dönüşür. Bu esnada oluşan saydam ve akışkan malzemeye üflenerek istenen şekil verilebilir. Ateşin şekillendirdiği CAM ile günlük hayatta çok sık karşılaşırız. Aynı zamanda camcılık çok eski bir sanattır. Sık kullandığımız cam şişelerin, sürahilerin, bardakların ve tabakların şekilli ve desenli olması ve gözümüze şirin ve hoş gelmesi bu sanatın zarifliğini gösterir. Camcılık ile dünyanın hemen her yerinde birçok farklı tarzda eserler ortaya konulmuştur. Bazısı renksiz bazısı renkli camlar hem yapıları güzelleştirmiş hem de aksesuar olarak yaşam alanlarımıza renklilik katmıştır. Ateş sayesinde şekil alıp sanat ürününe dönüşen bir başka malzeme ise kildir. Kil, su ile yoğrulup biçimlendirilir ve sonra fırında yüksek ısıda pişirilirse seramik ortaya çıkar. Bu sayede mutfaklarımız için seramik kaplar, kupalar, fincanlar veya banyolarımız için fayanslar üretebiliriz. Binlerce yıl sonra bile ilk günkü gibi özelliğini koruyabilecek sanat eserleri de ortaya koyabiliriz. Evet, seramik sanatı da camcılık kadar eski bir sanattır. Üstelik cam ve seramiği birlikte kullanan sanatçılar, harika eserlere imza atmıştır. Tarihî eserlerimizi ziyarete gittiğinizde cam ve seramik sanatının muhteşem örneklerini incelemeyi sakın unutmayın! Unutmadan; bakır, kalay ve demir gibi madenleri şekillendirmek için de ateşten faydalanırız. Bakırcılık, kalaycılık ve demircilik Türk sanatçılarının ateşi kullanarak güzel eserler ortaya koyduğu alanlardandır. Artık biliyorsunuz, ateşin şekillendirdiği ve muhteşem nesnelere çevirdiği onlarca sanat eseri her yerde karşımıza çıkabilir. ATEŞ; enerjisiyle, üretkenliğiyle, canlılığıyla sanata hayat veriyor!
Dinle
Pati İle Yolculuk Kamp Ateşi
PATİ İLE YOLCULUK KAMP ATEŞİ Yazan: İsmail Karakurt Resimleyen: Hilmi Korkmaz Şehirden uzaklaştık. Ailecek kamp yapmaya gidiyoruz. Yol boyunca kasabalardan, köylerden geçtik. Orman gittikçe genişliyor. Yol, toprak yol. Ortalığı toza dumana katıyoruz. “İşte burası.” dedi babam. Arabadan eşyalarımızı indirdik. Dere kenarında kamp yapmak için çadırımızı kurduk. Çayırlığı ikiye bölen dere ışıl ışıl akıp gidiyordu. Azıcık dinlenince de yakan top oynadık. Oyunu, bizim takım kazandı. Babam, Gökçe, Pati ve ben ormanda gezmeye çıktık. Annem çadırda kaldı. Ormanda kızıl sincabı ve onun birkaç neşeli arkadaşını -bir ağaçkakan, bir gelincik, bir tilki ve çokça karga gördük. Ağaçkakanları seviyorum. Pati de seviyor, Gökçe de. Hatta biri ileride bir ağacı oymaya çalışıyor. İşini bitirince de pırrrr uçup gidecek. Bak, bak, bakk! Hele şu haylaz kargaya da bak, sincabın düşürdüğü cevizi kaptı, havada süzülerek gezdiriyor. Bunu gören Gökçe, hemen sordu: “Karga cevizin kabuğunu nasıl kırıyor ki?” Pati de, “Belki de ceviz kıracağı vardır.” Deyince hepimiz gülüştük. Ağaçları sevdik. Gövdelerine, kabuklarına dokunduk. Tam üç kucak odun taşıdık çadıra. Gökçe’yle Pati de ağaçlardan yapraklar topladı. Onlarla şekil yapma oyunu oynayacaklar. Babam bir çember çizerek ateş yakacağı alanı temizledi. ORAYI BİRAZ ÇUKURLAŞTIRDIKTAN SONRA ATEŞİ YAKMAYA BAŞLADI. Ben de onun ateş yakışını seyrettim. İki kuru odunu elleri arasında hızla döndürdü, döndürdü, döndürdü. Çok geçmemişti ki sürtünmenin olduğu yerden kıvılcımlar ve peşinden de dumanlar çıkmaya başladı. Babam, “Nihayet başardım!” diye haykırdı. Meğer odunları birbirine sürterek ateş yakmak babamın çocukluktan beri hayaliymiş. İyice tutuşan ateşi bir kovaya koydu. Başlangıçta bunu niye böyle yaptığını anlayamadık. Koskoca yer varken ateşi niye kovaya koydu ki? Babam sanki iç sesimizi duymuş gibi “ORMANA, YERDEKİ CANLILARA ZARAR VERMEYELİM, CANLARINI ACITMAYALIM DİYE ATEŞİ BÖYLE YAKTIM ÇOCUKLAR.” dedi. Biz de bu düşüncesinden dolayı onu alkışladık. Ateşin çıtırtıları deredeki suyun sesine karıştı. Alevler bir çember oluşturarak yükseliyordu. Bunu seyreden Pati, geçen yıl Güzel Atlar ve Balonlar Diyarı’nda gittiğimiz gösteride hokkabazın ağzından ateşler çıkarırken gördüğü o anı hiç unutamadığını söyledi. Babamın göletten tuttuğu balıklar pişti. Biz sofrayı kurduk. Annem de salata yaptı. Yemekten sonra onlar çaylarını içerken biz de büyükçe bardaklarımızla sütümüzü içtik. Çaya ve süte annemin börekleri eşlik etti. Üstüne de birer havuç yedik. Ateş böcekleri ve çekirge sesleriyle bir eğlencenin, bir neşenin, bir coşkunun içinden geçmek çok güzeldi. Babam bize uzun bir masal anlattı. Uykunun yavaş yavaş bizi sardığı anda ateş sönmüş, odunlar kül olmuştu.
Dinle
Küçük Karakulak'ın Ormanı
KÜÇÜK KARAKULAK’IN ORMANI Yazan: Ümare ALTUN Küçük Karakulak, ormanda bir o yana bir bu yana koşuyor, bazen bir çalılığın arkasında beliriyor bazen bir ağaca tırmanmaya çalışıyordu. Bir bakmışsın derenin üzerindeki taşlardan zıp zıp karşıya geçiyor, sonra ilerideki ahşap köprüden koşa koşa geri dönüyordu. Yorulunca çimenlerin üstüne yatıp gökyüzünü seyrediyordu. Yakıcı ve kuru öğle sıcağına aldırmadan iyi bir fikir aramaya devam ediyordu. Olmuyordu, beklediği ilham bir türlü gelmiyordu. Orman koruyucusu sınavına sadece üç gün kalmıştı. Sınavı geçmek için ormana dair heyecan verici bir şey anlatmalıydı. Ormanın tüm bilge büyükleri sınav kurulunda olacaktı. Onları etkilemek için elinden geleni yapması gerekiyordu. Ellerini arkasına koyup yavaş ve emin adımlarla yürümeye karar verdi. Dedesi böyle yürüyünce çok güzel hikâyeler anlatmaya başlardı. Belki Küçük Karakulak da dedesi gibi yürürse bir hikâye bulabilirdi. Yürümeye başladı, yürürken o tarafa bu tarafa bakınıp hikâyesini arıyordu. Gölgesinde dinlenmeyi çok sevdiği sandal ağacına iyice yaklaşmıştı ki garip çıtırtılar duydu. Sıcaklık da gittikçe artıyordu. Bir de ne görsün! Otlar, yapraklar hepsi alev alev yanıyordu. “Yangın, yangıınnn!” diye çığlıklar atarak koşmaya başladı. Halası Bilge Karakulak’ın nasihatleri çınladı kulaklarında. Hemen ormandan uzaklaşıp açıklık bir alan bulana kadar hızla koştu. Koştu, koştu. Dizlerinde derman kalmayıncaya kadar koştu. Çünkü biliyordu ki Küçük Karakulak, yangın çok çabuk yayılır… Ağaçlardan iyice uzaklaştığında nefes nefese kalmıştı. Biraz durdu, soluklandı. Tepenin eteklerinde rüzgârın etkisiyle yayılan alevleri görebiliyordu. O ardına bakmadan koşarken yangın büyümüş, ormana yayılmıştı. Uzaktan gelen insan ve araç seslerine kulak kesildi. Merakını yenemedi. Yanan bölgenin etrafından dikkatlice dolaşarak biraz daha yaklaştı ve bir kayalığın ardına saklanıp izlemeye başladı. Sesler, yangını söndürmek için gelen insanlara aitti. Yangın söndürenlerin neler yaptığını gözleriyle görmek için bir süre daha olduğu yerde kalmaya karar verdi. Kırka yakın orman işçisiyle birlikte ondan fazla arazöz ve itfaiye aracı vardı. Dozerler, iş makineleri, su ikmal araçları... İlk müdahale ekipleri yangına kenarlardan müdahale ediyor, su sıkarak ateşin sıcaklığını düşürmeye çalışıyorlardı. Ekibin bir bölümü de yanan ormanlık alanın etrafına dozerlerle iki üç metre genişliğinde bir alan açmak için gayret gösteriyordu. Fısıltıyla kendi kendine, “Yangının etrafa sıçrayıp büyümemesi için topraktan bir şerit oluşturuyorlar. Bu şekilde yangını kontrol altına alacaklar demek ki.” dedi. Küçük Karakulak çok üzgündü. Çünkü bu ormandan başka, karakulakların gidecekleri hiçbir yer yoktu. Nerede besleneceğini, nasıl av bulacağını düşündü. Hem bu orman boz ayıların, kurtların ve su samurlarının da eviydi. Onlar ne yapacaktı? “Belki de hepimiz yeni evler aramak zorunda kalacağız.” diye iç geçirirken gökyüzünden pat, pat, pat diye korkutucu bir ses duydu. Bir helikopterin pervane sesiydi bu! Yanan ağaçların üzerine havadan su atıyordu. Helikopter, binlerce litre su taşıyor olmalıydı. Artık hava kararmak üzereydi. Tüm ekiplerin havadan ve karadan müdahalesiyle yangın sonunda kontrol altına alındı. Küçük Karakulak, herkesin canla başla çalışıp yorulduğunu gördü. “Keşke yangın çıkmadan önce önlem almak için böyle çalışsalardı.” diye iç geçirdi. Ormanı soğutma çalışmaları sabaha kadar sürdü. Küçük Karakulak, ağacın altında uyuyakalmıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla ailesinin sesleriyle uyandı. Küçük Karakulak’a sağ salim ulaşmanın sevincini yaşıyorlardı. Küçük Karakulak hem ailesine hem de orman koruyucu sınavında anlatacağı hikâyesine kavuşmuştu.
Dinle
Ayşe'nin Merakı
AYŞE’NİN MERAKI Yazan: Mustafa UÇURUM Resimleyen: Zekiye Akalın Evleri köyün en sonundaydı. Hemen yanlarında çam ağaçlarının göğe uzandığı büyük bir orman vardı. Annesi sabah erkenden kalkıp balkondaki sobayı yakar; çaydanlığı, tencereyi sobanın üstüne koyardı. Soba artık akşama kadar hiç sönmezdi. Yemeklerini burada yaparlar, annesi bazen bir tencerenin içine mısır koyar, su kaynadıkça mis gibi mısır kokusu evin içine yayılırdı. Ayşe’nin en sevdiği oyun da ateş oyunuydu. Kalktığında soba yanmış olurdu. Hemen ateşin önüne geçer, odunlardan gelen çıtırtıyı bir şarkı gibi dinlerdi. Çıtır çıtır, çıtır çıtır, çıtır çıtır!.. Babası Ayşe’ye, “Bunlar çam ağacı olduğu için böyle çıtır çıtır yanar.” demişti. Ayşe için de ateş oyunu, evin içinde yankılanan çıtırtıyla ve odunlardan çıkan kıvılcımlarla devam ederdi. Sobanın nasıl yandığını, odunların ilk olarak nasıl tutuştuğunu Ayşe çok merak etse de annesi o kadar erken kalkardı ki Ayşe bunu bir türlü görememişti. Çünkü anneler her zaman erken kalkardı. Hem annesi hem de babası Ayşe’ye sürekli ateşin hem çok faydalı hem de çok tehlikeli olduğunu anlatırlardı fakat o; sobanın içinde yanan, onların yemeklerini pişiren, sularını ısıtan ateşin neden tehlikeli olduğunu bir türlü anlayamamıştı. Ayşe altı yaşındaydı, seneye okula gidecekti. Okul demek; köye inmek, arkadaşlar edinmek, yeni şeyler öğrenmekti. Babasına bir şeyler sorduğunda babası ona, “Okula gidince öğrenirsin.” derdi. Demek ki ateşin neden hem faydalı hem de tehlikeli olduğunu da okula gidince öğrenecekti. Bir gün camın kenarında bulduğu kibrit kutusunu sallayarak kutudan çıkan sesten kendine yeni bir oyun bulan Ayşe’yi gören annesi, “Kızım, bu oyuncak değil, çok tehlikeli, sakın bunu bir daha eline alma.” demişti. Demek ki ateşle ilgili her şey annesinin telaşlandığı kadar tehlikeliydi. Seneye okula gidince bunların hepsini öğrenecekti. Hafta sonları kasabada ve şehirde oturanlar piknik için ormana gelirdi. Buranın çamları o kadar güzel kokardı ki insanlar durup durup ellerini iki yana açarak derin derin bu kokuyu içlerine çekerdi. Ayşe de bazen kendi yaşındaki çocuklar gelince onların yanına gider, onların oyunlarına katılırdı. Piknik için gelenler de babasından yoğurt, süt, peynir alırdı. Ayşe bu yüzden hafta sonlarını iple çekerdi. Yine bir hafta sonu sabah saatlerinde piknikçiler gelmeye başlamıştı. Ayşe annesiyle koyunlarına ot veriyor, kendi kuzusunu seviyor, bahçelerinde oradan oraya koşturuyordu. Akşama doğru piknikçiler tek tek evlerine dönüyordu. Ayşe yine annesinin yanındaydı. Babası telaşla yanlarına geldi, “Ormanın içinde yangın çıkmış!” diye bağırdı. “Büyümeden söndürülmesi gerek. Yangının ne olduğunu bilmeyen Ayşe, ormandan göğe yükselen dumanı görünce babasının telaşlandığı şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu anlamıştı. Köylüler, kasabadan gelen itfaiye ile yangını büyümeden söndürdüler. Dumanlar kaybolmaya başlayınca herkes rahat bir nefes aldı. Ayşe’nin babası, “Ayşe, kızım, hep merak ediyordun. Bak gördün şimdi. Evimizde bizim yemeklerimizi pişirmemizi sağlayan, evimizi ısıtan ateş; söndürülmediği zaman ormanda ne kadar büyük bir tehlike oluyor. Eğer erkenden fark etmeseydik ormanımız da, evimiz de yanıp giderdi. Piknik için gelenlerin de yaktıkları ateşi tamamen söndürmeleri gerekiyor. Yoksa az daha kocaman ormanımız yanıp kül olacaktı. Ateşin, dikkat edilmediği zaman ne kadar tehlikeli olabileceğini gördün, değil mi?” deyince Ayşe, ateşin önemini ve nasıl tehlikeli bir hâle gelebileceğini o gün çok iyi anlamıştı.
Dinle
Emir'in Isınma Farkındalığı Kızıl Gökyüzü
EMİR’İN ISINMA FARKINDALIĞI KIZIL GÖKYÜZÜ Yazan : Seher Esra AKYOL Saatlerce yol alıp yüzlerce kilometre giderek güle oynaya ulaştığımız Marmaris’ten kaçarcasına dönüyorduk. Babam, otel tahliye edilirken görevlinin tarif ettiği toprak yolda bir süre ilerledikten sonra arabayı durdurdu. Arabadan inip tepeden aşağı baktığımızda hepimiz korkudan irkildik. İlçe alevlere teslim olmuş, gökyüzü kızıla dönmüştü. Orman cayır cayır yanıyor; yangın, ormanın yakınındaki evlere, otellere yaklaşıyordu. Doğanın kalbinde derin yaralar açılıyordu. Yanan, sadece ağaçlar değildi; aynı zamanda ormandaki her çeşit bitki, her türlü hayvan da yok oluyordu. Fotosentez yaparken karbondioksiti yani kirli havayı emip bize oksijen, temiz hava sunan ağaçlarımız kül oluyordu. Bu; atmosferdeki zararlı gazların artması, küresel ısınmanın hızlanması demekti. Kısa bir süre sonra havadan müdahale başladı. Üç helikopter, yangını söndürmek için gökyüzünü turlarken babam, “Yangın her geçen dakika rüzgârın etkisiyle artıyor.” dedi. Yüksek sıcaklık, düşük nem ve kuvvetli rüzgâr böyle devam ederse birçok ev, ahır, tarım arazisi, sera zarar görecek. Bu şekilde uzaktan seyredemeyiz. Haydi, yardıma koşalım!" dedi Hepimiz yardıma hazırdık. Arabaya binip yangının olduğu yöne doğru yaklaşık on beş dakika yol aldıktan sonra bir köye vardık. Babam arabayı tehlikenin olmadığı uygun bir yerde durdurdu. “Emir, şimdilik sen arabadan ayrılma oğlum. Arabanın camları açık kalsın. Telefonunu da kapatma. Biz, köyün durumunu öğrenip en geç yarım saate geliriz.” dedi ve annemle köylülerin toplandığı yöne doğru koşar adım gittiler. Onları arabadan zar zor görebiliyordum. Her geçen dakika köyde sesler daha çok yükseliyor, yükseliyordu. Çiftçiler ilaç makinelerine su doldurup yangının sıçradığı evlere su taşıyorlardı. Eline hortumu, küreği, kovayı alan herkes yangına müdahale ediyordu. Ahırdaki hayvanlar ise salıverilmişti. Annemle babam da iki amcadan devraldıkları hortumla, ateşli kozalakların patlayarak bahçelerde çıkardıkları yangını söndürmeye çalışıyorlardı. Alevlere karşı bu zorlu mücadele devam ederken beklenen yardım nihayet köye ulaştı. Su tankerlerinin, yangın söndürme araç ve ekiplerinin köye gelmesiyle halk bölgeden uzaklaştırıldı. O sırada annemlerin arabaya doğru geldiğini fark edince arabadan inip onlara doğru koştum. Annem, elinde ıslak havluya sarılmış bir KAPLUMBAĞA tutuyordu. Kaplumbağayı bana doğru uzatırken, “Bu yavruyu yanmaktan kurtardık.” dedi. Çaresiz kaplumbağaya büyük bir üzüntüyle baktım. “Yazııık! İyi ki getirdin anneciğim, onu Ankara’ya, evimize götürebilir miyiz?" diye sordum. Annem biraz düşündükten sonra, “Emirciğim, kaplumbağalar doğal yaşam alanlarında hayatlarına daha sağlıklı ve rahat devam ederler. Onu bir veterinere götürdükten sonra yaşamı için uygun bir yer bulmamız daha doğru olur.” dedi. Annem kaplumbağayı avuçlarıma bıraktı. Sonra da köyün içinden bir kova bulup geldi. Yavru kaplumbağayı dibine su eklediğimiz kovanın içine koyduk. Kaplumbağamla birlikte arabanın arka koltuğuna yerleştikten sonra yüzlerce kilometre gitmek için tekrar yola çıktık. CAYIR CAYIR YANAN CİĞERLERİMİZDEN, kül olan ormandan geriye elimizde annemin kurtardığı yavru kaplumbağamız kaldı.
Dinle
İyileştiren Ateş
İYİLEŞTİREN ATEŞ Yazan: Enes Sorgun Resimleyen: Ümran Aşkın Aydın Derler ki herkesin içinde yanan bir ateş vardır. Kiminde az kiminde fazla. Kiminde tüm benliği saran bir ateş kiminde sönmek üzere olan köz parçaları... Hatta kiminde sönmüş bile olabilir. İyilikler bu ateşi harlarken kötülükler söndürür. Ateşi kuvvetli olanlar etrafına da sıcaklık yayarlar. Onların etrafında, yanında, yöresinde bulunan insanlar huzur bulurlar. Zamanla onların ateşi de harlanır ve onlar da etrafına huzur yayarlar. Bu ateş böylece katlanarak ve ısıtarak büyür gider, âlemi sarar sarmalar. Ateşi sönmeye yüz tutmuş birkaç köz parçasından ibaret olanlar veya ateşsizler gönüllerinin soğukluğuyla etraflarındakileri de üşütür, hasta ederler. Bunlara kapılanlar da donuk, asık yüzlü olurlar ve âlemi üşütmek isterler güçlerinin yettiğince. Derler ki insan, ateşi miktarınca iyidir. Ve ateşi miktarınca kötülerden, kötülüklerden korunabilir. İçinde büyük yangın olanlara kötüler yaklaşamaz, kötülük isabet etmez. Hatta gelen kötülerin buz dağları bile eriyebilir. Yine derler ki insanın içinde yanan ateş, iyiliği temsil eder. Bağrı yanık olanlar iyiler sınıfına yazılırlar. İnsanın içindeki soğukluk, yüreğindeki ateşsizlik kötülüğü temsil eder. Yüreği buz dağları gibi olanlar ise kötüler sınıfına yazılırlar. İçimizdeki ateş hiç sönmesin.
Dinle
İzci Kamp Ateşi
İZCİ KAMP ATEŞİ Yazan ve Resimleyen: Çağrı CEBECİ Kamp ateşi, izciliğin önemli etkinliklerinden biridir. Hep birlikte hem eğleniriz hem öğreniriz. Kardeşlik duyguları ve iyilik, kamp ateşinin sıcaklığı gibi içimizi ısıtır. Ateşin etrafında marşlar, şarkılar, türküler söyleriz. Nasreddin Hoca, Karagöz ve Hacivat canlandırmaları yaparak kültürümüzü, geleneklerimizi yaşatırız. Millî bilinç sahibi olurken yeteneklerimizi geliştiririz. Skeçler oynayıp masallar anlatarak taklitler yaparız. Sosyalleşerek birbirimizle ve doğayla kaynaşırız. O loş ışık etrafında çok güzel vakit geçiririz. Bütün bu güzellikleri bize, kamp ateşi yaşatır.
Dinle
Sanatın ve Çizimin İyileştirici Gücü
SANATIN VE ÇİZİMİN İYİLEŞTİRİCİ GÜCÜ Yazan: Mehmet Mesut UYGUN Sevgili arkadaşlar, merhaba, ben Mehmet Mesut Uygun. 2003 yılında İstanbul’da doğmuşum. 5 yaşıma kadar hemen hiç konuşamamışım ve bana Atipik Otizm tanısı konmuş. Daha sonra RAM (Rehberlik ve Araştırma Merkezi) raporu alarak özel eğitime başlamışım. Özel alt sınıf, yarı kaynaştırma ve tam kaynaştırma tanıları sonrasında, Zeytinburnu 100. Yıl Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Bilişim Bölümünü bitirdim. Bu arada, 10 yaşında Asperger (Yüksek Fonksiyonlu Otizm) tanısı aldım. Bu yıl girdiğim üniversite sınavını kazandım ve hâlen Topkapı Üniversitesi İnternet Ağ ve Teknolojileri MYO’da eğitimime devam ediyorum. Derslerimin olmadığı günlerde, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Merkezi Kütüphanesinde çalışıyorum. 5-6 yaşımdan beri çok sevdiğim otomobil çizimleri yapıyorum. Bu çalışmalarım çeşitli fuarlarda ve AVM’lerde sergilendi. Çizimlerime uluslararası tasarımcılardan teşvik edici mektuplar aldım. Bu tasarımcılardan bazılarını ve otomobil fabrikalarını Almanya ve İtalya’da ziyaret etme imkânım oldu. Ayrıca İsviçre, Fransa sınırında bulunan 6000 bilim insanının çalıştığı CERN Araştırma Merkezini ziyaret ettim. “KORE 24. ULUSLARARASI SHINHAN POSTARD” yarışmasında, Kore Geleneksel Yemeği “BİBİMBAP” çizimi ile 4. sırada yer aldım. Çalışmalarım ayrıca İstanbul Havalimanı, 2 Nisan Otizm Farkındalık Günü kapsamında “Yol Arkadaşım” sergisinde iki yıl önce ziyaretçilere açıldı. Son olarak özel çocukların da kendi çaplarında bir mizah anlayışına sahip olduklarını göstermek amacıyla “Çağdaş Nasreddin Hoca Mehmet Mesut Uygun’un Mizah Anlayışı ve Çalışmaları” adlı kitabı kaleme aldım. Sevgili arkadaşlar, ben bunları size niçin anlattım? Özel arkadaşlarım! Engeller engel değil. Ben, bu canlı örneklerden sadece biriyim. “Sanatın İyileştirici Gücü”ne inanarak, ilgilendiğiniz bir alanda yoğunlaşmayı ve sosyalleşmeyi deneyin. Lütfen evimizden dışarı çıkmaya çalışın. Gökyüzünü, yeryüzünü ve bütün güzellikleri kuşanın.
Dinle
Nasreddin Hoca
NASREDDİN HOCA Yazan: Mustafa ÖZÇELİK Merhaba arkadaşlar, ben Nasreddin Hoca. Siz bana Nasreddin Dede de diyebilirsiniz. Çünkü ben sizleri torunum olarak görüyorum. Beni çok sevdiğinizi biliyorum. Ben de sizleri seviyorum. Hayatta olmasam da güzel dersler veren fıkralarımla sizlerle beraberim. Şayet siz o fıkraları okur, hayata gülümseyerek bakar, çalışkan, başarılı, ahlaklı çocuklar olursanız ben de çok mutlu olacağım. Ben gülerek doğmuşum! 1208 yılında Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinin Hortu köyünde doğdum. Sonradan bu köye benim adımı verdiler. Annemin adı Sıdıka, babamın adı Abdullah’tır. Her çocuk ağlayarak doğarmış ya, bu benim için öyle olmamış. Ben ağlayarak değil gülerek doğmuşum. Hem de ne gülüş... Annem babam buna çok şaşırmışlar ama çok da sevinmişler. İlk mektebi tamamladıktan sonra Sivrihisar’daki medreseye yazıldım. Ardından Konya’da eğitim gördüm. Babamın ölümünden sonra ise köyümde imamlık, Sivrihisar medresesinde hocalık yaptım. Sonra evlendim, çocuklarım oldu. Ardından Akşehir’e yerleştim. Orada da hocalık ve kadılık yaptım. 1284’te Akşehir’de vefat ettim. Türbem de oradadır. Hepinizi ziyaretime bekliyorum. Neler mi söyledim? Yaşadığım zaman çok sıkıntılı bir zamandı. Savaşlar, işgaller, ekonomik sıkıntılar vardı. İnsanlar hayata küsmüş gibiydiler. Geleceğe dair umutları kaybolmuştu. İşte bir hoca olarak bunları değiştirmek istedim. Halkın ve sosyal yaşamın içinde bulunduğum için sorunları biliyordum. Tembellik ve bilgisizlik vardı mesela. Hırsızlık, dilencilik, dedikodu çok artmıştı. İnsanlara doğrudan şöyle yapın, böyle yapmayın, demek olmazdı. Eğitici bir yol bulmalıydım. Fıkralar anlatmam böyle başladı. Nerede içinde yanlışlık olan bir olay görsem hemen bunu fıkra hâline getirip anlatıyordum. Bunlar, ilk bakışta komik sözlerdi. Bu yüzden dinleyenler kahkahalarla gülüyorlardı. Ama çok geçmeden “Hocamız bunu niye anlattı?” diye düşünmeye başlıyorlar ve bir ders çıkarıyorlardı. Mesela Akşehir Gölü’ne yoğurt mayası dökerken beni görenler ne yaptığımı sorduklarında onlara “Göle maya çalıyorum.” demiştim. Tabii bu olacak bir şey değildi. Bu yüzden “Hocam, göl maya tutar mı?” diye sormuşlardı. İşte tam sırasıydı ders vermek. Hemen “Ya tutarsa!” demiştim. Bunun anlamı “Hiçbir şartta umutsuz olmayın. Başarmak için her yolu deneyin.” demekti. İşte her fıkramın böyle bir mesajı vardır. Sonra fıkralarım dünyanın dört bir yanına yayıldı. Bütün bir dünyanın ‘Nasreddin Hoca’sı oldum. Hâlâ da bu fıkralarla yaşamaya devam ediyorum. Sizden beklentim şudur: Bu fıkraları yaşatın. Hem okuyun hem de başkalarına anlatın ki hep sizlerle beraber olayım. Hem de herkes bunlardan bir ders çıkarsın. Anlayacağınız, gülerek düşünelim ve öğrenelim. Hepinizi çok seviyorum, hoşça kalın.
Dinle
Sevgi Dili
SEVGİ DİLİ Yazan: Ali BAL Hepimizin bir hikâyesi var, hepimiz bir hikâyenin kahramanıyız. Doğumla başlıyor hikâye. Mücahit’in hikâyesi de böyle işte. Doğdu. Heyecan, sevinç ve umut dolu bir gündü. Her şey güzeldi. Büyüdü, sevdik, sevgiyle büyüdü. İlkokula başladı, boyu posu yerindeydi ama öğrenme güçlüğü vardı. Dert etmedik. Yeter ki okula gitsin, akranlarıyla oynasın, gülsün, eğlensin, dedik. Öyle de oldu. Bazen okula gitmek istemiyordu. Traktöre binmeyi çok seviyordu. Okula gitmek istemediği zamanlarda dedesi traktörüyle götürüyordu. Traktör, özel servis olmuştu. Böyle böyle ilkokul çağı geçti Mücahit’in. Zorlamadık, şunu da öğren, bu konu eksik, arkadaşların şunu öğrendi, sen geri kaldın… demedik. Mücahit, hısım akrabayı takip ediyor, sosyalleşiyor, zaman zaman uzak olsa bile sevdiği akrabalarını ziyaret ediyordu. En sevdiği şey dedesiyle traktöre binmek, gezmek, tarlaya gitmekti. Dedesinin yanından hiç ayrılmıyordu. Babası işe gittiği zaman evde, bahçede hep dedesinin yanında idi. Mücahit, dedesinin sağ koluydu, gücü yettiğince ona yardım ediyordu. Yaptığı en küçük iş karşısında aldığı övgüler onu apayrı bir havaya sokuyordu. Mücahit’in özel bir rehabilitasyon merkezine kaydı yapıldı. Şehre gidip gelecekti. Şehir merkezi uzaktı ama öğrenme umudumuz yakındı. Mücahit burada da arkadaş edinmişti. Özellikle servisini çok sevmişti. Dedesinin traktöründen sonra şimdi özel bir servis aracı Mücahit’i evinden alıyordu. Mücahit şehre gidiyor, dersleri bitince rehabilitasyon merkezinin altında bulunan dürümcüden dürüm de yiyordu. Siparişi nasıl verdiğini anlatıyor, hepimizi hem güldürüyor hem de sevince boğuyordu. “Usta bir dürüm, yanında ayran olsun!” Ayranı da ihmal etmiyormuş. Babasından dürüm parasını almadan gitmiyordu. Hepimiz için bunlar büyük bir sevinçti. Bir çocuğun büyümesi, dünyayı fethetmek gibi bir şey oluyor. Mücahit’in bazı becerileri gelişiyor, bisiklet sürmeyi öğreniyordu. İlk bisikleti hediye idi. Çok sevinmişti. Bisikletine gözü gibi bakıyordu, özel yere park ediyordu. Önceleri evlerinin önünde sürmeye başladı. Bisikleti çok hızlı ve güzel sürüyordu. Zamanla uzak akrabaların evlerine bile gittiği oluyordu. Mücahit’i görenler takdir ediyor ve “Çekilin, Mücahit geliyor, Mücahit’e yol verin!” diyorlardı. Tanınıyor, seviliyor, takdir ediliyordu. Mücahit de kendisini sevenleri biliyor, o da onlara karşılık veriyordu. Sayılar, renkler, eşyalar… Her bir bilgi, onun dünyasını güzelleştirdiği gibi evde de ayrı bir şenliğe dönüşüyordu. Zamanla gücü kuvveti geliştikçe ev işlerine de yardım ediyordu. Özellikle dedesine yardım ediyordu. Aldığı en büyük destek, ona duyulan güven ve takdir cümleleri idi. Her şey bir tarafa herkesçe seviliyor oluşu ona yetiyordu. Şimdi herkesin selam verip selam aldığı bir delikanlı oldu Mücahit. Hayatın içinde, her işte ve etkinlikte yer alıyor, davet ediliyor. Bayramlarda büyükleri ziyaret ediyor. Düğünlere gidiyor, onun yer almadığı bir iş olmuyor. Sosyalleşiyor, herkesle sohbet ediyor hatta onun fikrine müracaat ediliyor, takdir görüyor, ondan nasihat bile dinleniyor, hayatına normal bir birey olarak devam ediyor. Cep telefonu kullanıyor. Telefonunda onun çok sevdikleri ve onu çok sevenler kayıtlı. Arayıp hâl hatır soruyor. Hep birlikte sevgi diliyle konuşuyoruz.
Dinle
Bu Benim Hikayem
BU BENİM HİKAYEM Yazan: Turgay Karakaş Altı yaşına kadar hiç konuşamamış, yürüyememiş bir adamın hikâyesi bu, benim hikâyem. Anlatırken, okurken bir solukta biten bu hikâye benim kırk beş yılım… Öğretmen anne babanın tek erkek çocuğu olarak dünyaya geldim. “Tuhaf” giden bir şeyler var ama adlandırılamıyor. “Tuhaf”ın ne olduğu arayışına girildiğinde bir sene önce zihinsel engelli denilen, bir sene sonra da üstün zekâlı olduğu söylenen serebral palsi ile yaşam bu. Annem, ben doğduktan sonra öğretmenliği bırakıp tüm mesleğini ve hayatını benim etrafıma kurmuş. Okul hayatımda çaldığımız kapılardan “Konuşamıyor, okuyamıyor, zihinsel engelliler okuluna gitmeli.” Sesleri duyuyorduk. Duyduğum bu sesler beni matematiğe yönlendirdi. Hayatım matematik, arkadaşlarım sayılar oldular. Dengemi sağlayıp ilk gökyüzüne baktığımda dokuz yaşındaydım ve o gün gökyüzüne âşık oldum. Karar verdim. “Uzay Mühendisi” olacaktım. Bir gün bu işi yapacağıma olan inancımın tohumunu o yaşta ektim. Üniversite sınavında Türkçe sorusu yapmadan yirmi beşinci oldum. TÜBİTAK matematik yarışmalarında birinci, TÜBİTAK fizik yarışmasında ikinci oldum. “Uzay Mühendisi olacağım!” dediğimde kahkaha sesleri duyardım. O yıllarda uzay mühendisliği diye bölüm olmadığı için tek tercihle Ankara Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümüne yerleştim. Bu süreçte matematik, fizik, kimya alanlarında yan dal yaptım. Ayrıca mühendislik derslerini tamamladım. Kısa bir süre araştırma görevliliği yaptıktan sonra şimdi TÜBİTAK Savunma Sanayi Araştırma ve Geliştirme Enstitüsünde (SAGE) çalışıyorum. Burada ülkeme ve milletime hizmet eden önemli projelerde görev alıyorum. Anlatırken kelimelere sığdırdığım bu hayata tırnaklarımla kazıyarak ulaştım. Bunu nasıl yaptın, diye sorduklarında onlara; kulağımı bana inanmayan kahkaha seslerine kapayarak yoluma devam ettiğimi ve İMKÂNSIZ DİYE BİR ŞEY YOKTUR, SADECE BİRAZ ZAMAN ALIR, sözünü hatırlatıyorum. Bir vatan âşığı olarak ülkeme, ülkemin insanlarına ve ülkemin çocuklarına hizmet etmeye devam edeceğim. Şu an aynı zamanda Serebral Palsili Çocuklar Derneğinde (SERÇEV) Yönetim Kurulu Başkanlığı yapıyorum. O çocuklarımız için bir umut, iyi bir rol model olmaktan öte onlara hizmet etmek beni hayata bağlayan en büyük tutku, tıpkı gökyüzü gibi. Birbirimize omuz omuza destek olduğumuz sürece üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir şey olamaz. Bu inanç ve azimle tüm kardeşlerimin gözlerinden öpüyorum.
Dinle
Yüksek Ateş
YÜKSEK ATEŞ Yazan: İbrahim ELİBAL Her gün ödevlerimi yaptıktan sonra görme engelliler için hazırlanmış sesli kitap dinlerdim. Ateş böceklerinin maceralarını anlatan kitabı dinlerken bir taraftan da hayal kuruyordum. Kitapta ateş böcekleri uçuşuyor ve yanıp sönerek etraflarına güzel ışıklar saçıyorlardı. Bir süre sonra ateş böcekleri etrafımda toplanmışlardı ve beraber dans ediyorduk. “Yaz mevsimi geliyor, mutlu ol.” diye şarkılarını söylüyorlardı. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. Bir ağlama sesiyle irkildim. Ağlama sesi henüz altı aylık olan kardeşimden geliyordu. Hemen odasına gittim. Kardeşime sarılarak onu susturmaya, sakinleştirmeye çalıştım. O an kardeşimin çok fazla ateşi olduğunu hissettim. Ateşler içindeydi. Evde ne annem ne de babam vardı. Hemen bir şeyler yapmam gerekiyordu. Öğretmenimle gittiğim fuardan görme engelliler için bir çok araç gereç almıştım. Bunlardan bir tanesi KONUŞAN ATEŞ ÖLÇER’di. Kulaktan, alından ateş ölçebiliyor ve sonucu hem Türkçe hem de farklı bir çok dilde sesli olarak söylüyordu. Benim konuşan ateş ölçerim alından ateş ölçüyordu. Hemen kardeşimin ateşini ölçtüm. Tam 38.5 dereceydi. Hemen pijamasının düğmelerini açtım. Soğuk olmayan hafif nemli havlu ile yüzünü, koltuk altlarını sildim. Bunları yaptıktan sonra o an evde olmayan anne babama KONUŞAN TELEFONUMU kullanarak telefon ettim ve olanları anlattım. Bütün bunları yaparken sakin kalmaya da çaba gösterdim. Annem babam, kardeşimi hemen doktora götürdüler. Endişelenecek bir durum yokmuş. Kardeşim diş çıkartıyormuş. Rahatlamış olarak eve gelen kardeşime, “Yalnız değilsin, ben her zaman yanındayım.” dedim. Bizi gülümseyerek dinleyen annem, “Tabii tabii, büyük kahraman, gösterdiğin üstün başarıdan dolayı tebrik ederim!” diyerek, tatlı tatlı saçımı okşadı. Daha sonra babam şöyle devam etti; “Enfeksiyon, sıcak çarpması, aşılar, grip gibi birçok nedenle ortaya çıkabilen yüksek ateş özellikle çocuklar için tehlikeli olabiliyor. Böyle durumlarda ilk müdahale yapılır. Ateş düşmezse hemen hastaneye gitmek gerekir.” Ertesi gün babaannem, kardeşim için ilk diş buğdayını hazırladı. Anadolu’da bir gelenek olan diş buğdayını tüm ailem ve komşularla neşe içinde yedik. Güzel dilek ve temennilerde bulunan aile üyeleri ve komşularımız kardeşime birbirinden ilginç hediyeler verdiler.
Dinle
Ejderhanızı Nasıl Eğitirsiniz?
EJDERHANIZI NASIL EĞİTİRSİNİZ? Yazan: Hilal TURAN Çok mu çok uzaklarda, Berk Adası’nda yaşayan Vikingler’in çok önemli bir sorunları var. Ağızlarından alevler saçan ve adadaki hayvanlara ve ürünlere dadanan yaramaz ejderhalar… Evet evet, doğru duydunuz. Bu adaya dadanan yaramazlar, böcekler veya tilkiler değil; kocaman kanatları ve upuzun kuyrukları ile üzerlerinde sessiz bir gölge gibi süzülen ejderhalar. Bu yaramazlar, adanın yerlilerini aç bırakmakla kalmıyor, kocaman ağızlarından püskürttükleri alevlerle evlerini de yakarak onları evsiz bırakıyor. Derken, ada halkının bir gün canına tak diyor ve yaramaz ejderhaları yok etmeye ant içiyorlar. Ve adanın tüm gençleri birer “ejderha avcısı”na dönüşüyor. Kahramanımız “Hıçkıdık” da adanın tüm gençleri gibi bir ejderha avcısı olmayı istiyor ancak Hıçkıdık diğer arkadaşlarının aksine karşılaştığı problemleri güçle değil akılla çözmek isteyen biri. Bu yüzden de arkadaşları tarafından dışlanıyor. Adanın lideri olan babası da herkesin güçsüz ve tuhaf bulduğu Hıçkıdık’ın hiçbir zaman kendisi gibi bir lider olamayacağından endişeleniyor. Akranları “ejderha avlama sanatı” eğitimlerinde avcılık güçlerini ve yeteneklerini geliştirirken Hıçkıdık, ejderhaları kolayca avlayabilmek için büyük bir alet tasarlıyor ve bir gün adaya saldıran ejderhalardan birini bu aletle vurarak yaralıyor. Ancak ender rastlanan bir ejderha türü olan Gecenin Öfkesi’ni yaraladığını fark eden Hıçkıdık, onun ölmesine bir türlü içi elvermiyor. Simsiyah pullarıyla ürkütücü ama bir o kadar da sevimli olan bu ejderhayla Hıçkıdık arasında zamanla sıcak bir dostluk gelişiyor. Hıçkıdık, “Dişsiz” adını verdiği ejderhanın yaraladığı kuyruğu için protez yapıyor ve tekrar uçabilmesini sağlıyor. Sonunda onu eğiterek bir “Ejderha binicisi” oluyor ve göklerde onunla birlikte uçmaya başlıyor. Sevgili çocuklar, unutmayalım ki zor zamanlarda birbirimize destek olduğumuzda arkadaşlarımız, zamanla hayattaki en büyük gücümüz olan “dostlarımız”a dönüşürler. İşte Hıçkıdık da Dişsiz’i en zayıf anında güç kullanarak yok etmek yerine onun yarasını iyileştirerek hiç kaybetmeyeceği bir dost kazanmış oluyor. Dişsiz’i tanıdıkça, sevgiyle yaklaştıkça onun aslında o kadar da korkulacak bir hayvan olmadığını anlıyor. Zamanla adaya dadanan ejderhaların aslında çok daha kötü ve büyük bir yaratıktan korktukları için bunu yaptıklarını fark eden Hıçkıdık, dostu Dişsiz ve arkadaşlarının yardımıyla bu kötü yaratığı alt ediyor. Ve adalılarla ejderhalar arasında güçlü bir dostluğun başlamasını sağlıyor. Gücü yerine zekâsını kullanan Hıçkıdık sonunda tüm adanın sevgisini kazanıyor ve babasından sonraki lider olarak görülmeye başlanıyor. Sizler de tıpkı Hıçkıdık gibi yaramazlık yapan arkadaşlarınıza sevgiyle yaklaşarak hayatınız boyunca hiç kaybetmeyeceğiniz dostlar kazanabilirsiniz. NOT Ejderhalar gerçekten var mı? Bazen ateş bazen de buz püskürten, kocaman kanatlarıyla göklerde süzülen ejderhalar, dünyanın pek çok yerindeki efsanelerde anlatılan hayali varlıklar. Ancak dünyamızda gerçekten yaşadıklarına dair somut hiçbir bilimsel kanıt yok. Yine de Hıçkıdık gibi bir ejderhanın üzerinde göklerde uçtuğunu hayal etmek çok keyifli değil mi? NOT 3 Filmlik, 12 Kitaplık Serüven Cressida Cowell’ın 6 kitaplık serisinden sinemaya uyarlanan “Ejderhanı Nasıl Eğitirsin” serisi üç filmden oluşuyor: Ejderhanı Nasıl Eğitirsin 1 (2010), Ejderhanı Nasıl Eğitirsin 2 (2014), Ejderhanı Nasıl Eğitirsin 3: Gizli Dünya (2019).
Dinle
Öğrenmenin Ritmi
ÖĞRENMENİN RİTMİ Yazan: İrem Tuğhan Ural Dünyaya geldiğimiz andan itibaren bize bir ritim eşlik eder. O nedir biliyor musunuz? Tabii ki annemizin ninnilerinin arasındaki kalp atışımız. Tık tık, tık tık, tık tık… Bu güzel müzikle yaşama dair sayısız şeyi öğrenmeye başlarız. Fakat hepimiz benzer kalp atışlarıyla dünyaya gelmiş olsak da etrafımızda olup bitenleri farklı yollardan kavrar, öğreniriz. Kimimiz dokunarak, kimimiz görerek, kimimiz duyarak, kimimiz ise deneyimleyerek… Sizlere bu öğrenme yollarının neredeyse hepsini kapsayan bir yoldan bahsetmek istiyorum. Bu yolun adı ORFF SCHULWERK YAKLAŞIMI. Özel gereksinimli olsun olmasın tüm bireylere yönelik bir yaklaşım. RİTİM, SÖZ ve HAREKETle öğrenmemizi sağlayan Orff Schulwerk’in ne demek olduğuna birlikte bakalım! Orff Schulwerk Yaklaşımı, adını Alman bir besteci ve müzik eğitimcisi olan Carl Orff’dan alıyor. Eserlerini belki daha önce dinlemişsinizdir. Eğer dinlemediyseniz “Carmina Burana”yı dinlemenizi tavsiye ederim. Carl Orff’un bu yaklaşımı “Elementer Müzik ve Hareket Eğitimi”ne dayanıyor. “Elementer” kelimesi, öğrenmeyi kolay bir hâle getirmek anlamında kullanılıyor. Ritmi merkeze alan, beden hareketleri ve sözle destekleyen bu yaklaşım, yetenek ve isteklerimiz doğrultusunda kendimizi ifade etmemize olanak sağlıyor. “Orff Yaklaşımı”nda kullanılan bazı müzik aletleri var. Aslında bu müzik aletlerinin birçoğunu hepimiz çok iyi tanıyoruz. Bunlar neler mi? Çın çın çaldığımız ziller, ritim çubukları, marakaslar, el davulları, masalsı sesler çıkaran metalofon, ksilofonlar… Tüm bu müzik aletleri, hata yapmamıza izin vermeyen, âdeta sihirli enstrümanlar... Ritme kapılmışken kulağımıza bilgi fısıldayan ve herkesin keyif aldığı bir öğrenme yolundan daha güzel ne olabilir? Orff Schulwerk Yaklaşımı, bilgi ve becerileri küçük aşamalar hâlinde ve tüm duyularımızla öğrenmemizi sağlar. Oyun oynamayı destekler ve yaratıcılığımızın gelişmesine yardım eder. Oyuna ritmik bir heyecan katar. Böylelikle “mış gibi” yaparken nasıl da öğreniverdiğimize bizler bile şaşırırız Peki; ritmi, hareketi ve dili aynı anda kullanarak neler mi yaparız? •Yeni kavramlar öğrenebilir, •Eşleme, gruplama, taklit, dinleme, paylaşma gibi becerileri çalışabilir, • Yeni ritimleri ve ritme uygun hareket etmeyi öğrenebilir, • Bir masalı ya da bir olayı canlandırabilir, •En önemlisi de iletişim ve oyun becerileri geliştirebiliriz. MÜZİK SEVMEYEN BİRİNİ HİÇ DUYDUNUZ MU? Şarkılarla bir şeyler öğrenmeyi kim sevmez ki? Hem şarkı söyleyerek hem de bedeninizle neşeli taklitler yaparak öğrendiklerinizi bir anımsayın. Sağınız solunuz, hayvanların çıkardığı sesler, parmaklarınızın isimleri, renkler, duygularınız ve daha neler neler... Şarkılar, tekerlemeler, ninniler, hareketli ve ritmik oyunlar bizlere ne çok şey öğretir! “Müzik, insanın içinde ve hiçbir yönerge olmaksızın başlar. Oyun zamanı başlangıç noktasıdır. Çocuk müziğe gitmemeli, müzik onun içinden doğmalıdır.” “Carl Orff”
Dinle
Ömür Kaan'dan Ayşe Teyzeye Mektup Var
ÖMÜR KAAN’DAN AYŞE TEYZEYE MEKTUP VAR Resimleyen: Hakkı USLU 24 Kasım 2022 Sevgili Ayşe teyze, Dün okulda Ahmet ile konuşurken çoktandır oyun oynamadığını söyledi. Siz ona “Oğlum ders çalış, oyunu sonra oynarsın.” demişsiniz. Ben, akşamları evde annem ve babam ile bazen de ablam Yasemin ile oynuyorum. Okulda da arkadaşlarımla oynuyorum. Bugün bahçede Ahmet ile de oynadık. Sınıf arkadaşlarımızdan Zeynep ve Selim de oyunumuza katıldılar. Çok güzel oldu, eğlendik. Ayşe teyze, bugün neler oynadığımızı anlatayım. Önce “Kelime Türetmece” oynadık. İlginç kelimeler türettik, orada olsaydın bize gülerdin, biz kendimize çok güldük. Mesela Zeynep “k” harfinden türettiği “kekeme” kelimesini söylerken heyecanlandı, kekeledi. Selim de “s” harfinden “Surinam.” dedi. “Bu uydurma bir kelime, olmaz.” diye itiraz ettik. O, "Uydurma değil." diye ısrar etti. İnternetten baktık meğer “Surinam” Güney Amerika’da bir ülkeymiş. Küçük bir ülke, nüfusu Sivas’tan bile azmış. Selim Sivaslı biliyorsun. Bayrağına da baktık, ortasında bir yıldız var. Ayşe teyze, “Kelime Türetmece”den sonra “Plaka” oynadık. Plaka oyunu da güzeldi ama zorlandık, Zeynep’le ben il plakalarını pek bilmiyoruz. Selim hiç şaşırmadı, hep bildi. Ona plakaları nasıl ezberlediğini sordum. “Ezberlemedim ki!” dedi. Meğer ailesiyle seyahatlere gittiklerinde ya da farklı rakamlı araç gördüğünde, araçların plakalarını okuyup babasına soruyormuş. Sora sora aklında kalmış. Ayşe teyzeciğim, siz de evde oynayın. “Plaka” ve “Kelime Türetmece” dışında oynayabileceğiniz bazı oyunları bugün Ahmet’e anlattım. Zarfın içindeki kâğıtta “Kelime Türetmece” ve Bardağa “Pinpon” oyunlarını anlatan bir tarif de koydum. Ahmet bizimle oynadı diye de kızmayın lütfen. Oynarken terlemedik de. Hem Ahmet çok mutlu oldu. Bu mektubu eve gelince annemden izin alarak yazdım. Size mektup gönderdiğimi Ahmet bilmesin, olur mu? Ellerinden öpüyorum Ayşe teyze. Ömür Kaan Kelime Türetmece İlk oyuncu bir kelime söyler. Sonraki oyuncu o kelimenin son harfinden yeni bir kelime türetir. Türetilen kelime anlamlı olmalıdır. Kelimelerde anlaşmazlık olduğunda sözlüğe bakılabilir. Kelimenin son harfinden olduğu gibi son hecesinden de kelime türetmece oynanabilir. Belirlenen saniyede yeni kelimeyi söyleyemeyenin sırası geçer. Her kelime bir puandır. Oyunda çok kişi varsa puan usulü yerine, eleme usulü tercih edilebilir. Bardağa Pinpon Oyuncu sayısınca pinpon topu olur. Pinpon topu girecek kadar ağzı olan bir bardak veya kavanoz masanın ortasına konur. Bir kişi hakem olur, oyuncular masa çevresinde, bardağa eşit mesafede dizilir. Hakem başlama işareti verince, her oyuncu elindeki pinpon topunu bardağa tek hareketlik atışla, basket gibi, atar. Topu bardağın dışına düşen oyuncu, alıp tekrar atış yapar. Bardağa topu ilk atan maçı kazanır. Sonra ikinci defa oynanır. Bu şekilde on defa oynanır. En çok kazanan birinci olur.
Dinle
Ben Tenha
Dinle
Elif
Dinle
Kardeşçe
KARDEŞÇE Yazan: Bestami Yazgan Resimleyen: Didem Karaduman Merih’le Dünya, Dünya’yla Venüs, Dokuz kardeştir. Semâ’yla Işık, Işık’la Semâ, Yıldız, kardeştir. Güneş’le Hilâl, Hilâl’le Güneş, Bir kız kardeştir. Bulut’la Yağmur, Yağmur’la Bulut, Deniz, kardeştir. Çocukla çiçek, Çiçekle çocuk, İkiz kardeştir.
Dinle
Karınca
KARINCA Bir heves düştü gönlüme Dinle beni minik karınca İhtiyaç duydum bir çift ayağa İki dakikacık verir misin bana Öyle alaylı bakma Ne olur yüzüme Ben hiç yürümedim Doğdum doğalı yürümeye hasretim Hep bir çift ayakkabım olsun isterdim Dağlar bile iki metre yürüdü Bense belki bir gün diye ümitlendim Seni görünce kıskandım Biraz da heveslendim Söyle söyle minik karınca Bana iki ayağını ödünç verecek misin? Çok değil, yanlızca Üç adım atıp geri vereceğim. Senem Ebrar Ünal (02.05.1976-20.05.2020) Resimleyen: Hazal Sarıgül 6. Sınıf Gebze Bilim ve Sanat Merkezi
Dinle
Dergi Dokümanlarını indir
Sesli dergideki ses dosyalarını buradan indirebilirsiniz
Dokümanlar