Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Oynaya Oynaya Gelin Çocuklar
Anasayfa
Oynaya Oynaya Gelin Çocuklar
Kapak
Özel Eğitim Çocuk Dergisi ilkbahar 202 Sayı 3 Üç Aylık Süreli Yayın (Türkçe) Sayı: 3 - İlkbahar 2021 Genel Yayın No: 7432 Süreli Yayın No: 345 ISSN: 2717-9672 Millî Eğitim Bakanlığı Adına Sahibi Prof. Dr. Ziya SELÇUK Millî Eğitim Bakanı Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Nezir GÜL Editör Çağrı GÜREL Yazı İşleri Ali ASLAN Yayın Kurulu Mehmet Nezir GÜL Çağrı GÜREL Sevil UYGUN İLİKHAN Ümare ALTUN Ali ASLAN Sevda BOLATCAN Erdoğan MURATOĞLU Nazik Selcen YILDIZ Dijital Medya Muhittin DELİHASAN Kapak İllüstrasyon Nur DOMBAYCI Tasarım Koordinasyon Gazi KARAKAŞ Tasarım ve Uygulama Sesli Dergi Montaj İbrahim Elibal Sesli Betimleme Yazarları Hale Aksan Kıymet KAMAN Emine Esra AKÇAR Türk İşaret Dili Çevirmeni Ahmet Tombul Türk İşaret Dili Montaj Mehmet Rasim TAŞ Harun DERELİ Oğuzhan UÇAR Ufuk BENLİ Osman İlker BOBUŞ 21. Cadde 1424. Sokak No: 8/2 Ostim OSB Yenimahalle / Ankara +90 312 472 96 66 www.afsmedya.com İletişim Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü Varlık Mahallesi, Eşref Bitlis Caddesi C Blok No: 10 Yenimahalle/ANKARA 06170 Tel: (0312) 413 3027 - (0312) 413 3029 Belgegeçer: (0312) 213 1356 e-posta: oer@meb.gov.tr web adresi: www.ozelegitimcocuk.meb.gov.tr Metin ve çizgilerin sorumluluğu yazar ve çizerine, kullanım hakkı Millî Eğitim Bakanlığına aittir. Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Ücretsizdir. 3 - Çiçek Yüreği 4 - Zeynep’in Doğa Güncesi: Bahar Coşkusu Cemre ve Likya Orkidesi 6 - Her Zaman Oyun 10 - Farklılıklarımız: Tuana Alkan 12 - Pati ile Yolculuk: Nisan Yağmuru ile Kurbağalar 13 - Aşağıdakilerden Hangisi... 14 - Yüzyılda Bir Gelen Ses: Kâni Karaca 15 - Kuşlar ve Uğraşları 16 - Türkçenin Kalemleri: Mehmet Âkif Ersoy 18 - Sırlı Miras 20 - Hayalci Belis 22 - Hayata Varım 24 - Minik Savaşçı 26 - Gökte Ne Var Gök Boncuk 27 - Hangileri Aynı? 28 - Aramızda: “En Güzel Oyun: Oyun” 30 - Kangurunun Parmak Uçlarındaki Dünya 32 - Seksekle Örülen Dünya 34 - Hem Ders Hem Oyun 36 - Bülbül ile Bezirgân 38 - Atölye Büyüteç B-612 40 - Gülümse 41 - Nasreddin Hoca 42 - Oyun Şiirleri Seçkisi 45 - Beştaş ve İki Ceviz Bileti 46 - Oyunun İyileştirici Gücü Adına: Oyna, Eğlen, Mutlu Ol 48 - Oyunların En Güzeli Göçürme 50 - Resimli Bulmaca 52 - “Dijital Dünya”nın Oyunları 54 - Çömçeli Gelin 56 - Çocuğun Dili ‘‘Oyun’’ 57 - Çocuk Kalbim 58 - Türk Dünyası Çocuk Oyunları 59 - Her Şey Yolunda 62 - Kampta Oyun Vakti 64 - Oyuncak Müzesi
Dinle
Editörden
Merhaba sevgili arkadaşlar, Yepyeni bir sayıda, bahar coşkusuyla yine birlikteyiz. Sizlere yine birbirinden güzel hikâyeler, şiirler, masallar, denemeler, bulmacalar hazırladık. Bu sayımızın birçok sayfasını “çocuk oyunları”na ayırdık. “Oyun” kelimesi etrafında döndük durduk. Oyunun sadece eğlenmenin, hoşça vakit geçirmenin ötesindeki anlamlarına değindik. Oyun oynarken birlikte olmanın, paylaşmanın ve başarmanın güzelliklerini düşündük. Kâh topaç çevirdik kâh uçurtma uçurduk. Birbirinden değerli yazar ve şair ağabeyleriniz, ablalarınız da yazıları ve şiirleriyle katıldılar oyunumuza. Sevdiğiniz çizerler resimleriyle anlattı oyun deyince akıllarına gelenleri. Ayrıca bir de “Oyun Şiirleri Seçkisi” hazırladık sizler için. Sevgili çocuklar, Geçen sayımızda sizlere cemreden söz etmiştik. Cemre önce havaya, ardından suya ve son olarak da toprağa düştüğü vakit baharın geleceğini anlatmıştık. Evet, sevgili arkadaşlar; son cemre de toprağa düştü ve bahar bütün güzelliğiyle karşıladı bizi. İçimiz kıpır kıpır… Eminiz “Bahar Coşkusu Cemre ve Likya Orkidesi” adlı yazımızı okuyunca siz de katılacaksınız bu coşkumuza. Kıymetli çocuklar, Okullarımız çok şükür kademeli de olsa açıldı. Öğretmenleriniz, arkadaşlarınız gözünüzde tütmüştü. Hep birlikte oynaya oynaya, el ele vererek okullarınıza koştunuz coşkuyla. Okullar yeniden şenlendi güzel sesinizle. Sınıflarınız öğrenme aşkınızla, heyecanınızla dolup taştı. Okul bahçeleriniz birbirinden güzel oyunlara hazır. Artık bahar da geldiğine göre, ders saatleri dışındaki zamanlarda oynamak için evinizin bir köşesine, dolaplara sakladığınız misketleri, topaçları, uçurtmaları çıkarma vakti geldi çattı. Şimdi masmavi gökyüzünün altında, yemyeşil kırlarda, evinizin önünde, oyun alanlarında ve okullarınızın bahçesinde birbirinden güzel oyunlar sizi bekliyor. Haydi! Temizlik, maske, mesafe kurallarına ve koronavirüs ile ilgili alınan tedbirlere dikkat ederek oyunlar kuralım, oynamaya koşalım. Bir sonraki sayıda görüşmek umuduyla hoşça kalın, oyunlarla kalın.
Dinle
Çiçek Yüreği
Gökkuşağı gül açar, Çocuk yüreğimizde. Rengârenk düşler uçar, Çocuk yüreğimizde. Yerden göğe zıplarız, Gökyüzünü kaplarız, Yıldızları toplarız, Çocuk yüreğimizde. Masal dağları vardır, Hayal çağları vardır, Sevgi bağları vardır, Çocuk yüreğimizde. Günler güne eklenir, Gül mevsimi beklenir, Kardeşlik çiçeklenir, Çocuk yüreğimizde. Babamız ballar gibi, Annemiz güller gibi, Sevgimiz seller gibi, Çocuk yüreğimizde.
Dinle
Zeynep’in Doğa Güncesi: Bahar Coşkusu Cemre ve Likya Orkidesi
Zeynep’in annesi ve babası karavanı hazırlamaktaydı çünkü bahar gelmişti. “Cemre toprağa düşünce, evimizi sırtımıza alma vaktidir.” derdi babası. Zeynep, cemrenin ne olduğunu merak ediyordu. Önce havaya, sonra suya, en son da toprağa düştüğünü ve toprağa düştüğünde, toprağı ısıtıp baharı getirdiğini biliyordu. Karavana biner binmez, “Cemre neye benziyor?” diye sordu babasına. “Benim cemrem…” dedi babası Zeynep’e bakıp göz kırparak, “Gökyüzünde süzülen renkli bir kuşa benziyor.” Zeynep şaşırdı, “Senin cemren mi var?” “Herkes cemreyi farklı şekillerde hayal eder.” diyerek güldü annesi; “Bazısı onu böceğe benzetir, bazısı solucana, bazısı yumağa, bazısı da bir ateş parçasına…” “Peki, senin cemren neye benziyor anne?” diye sordu bu kez Zeynep. “Sanırım renkli baloncuklara…” diye cevap verdi annesi, “Gökten kar gibi yağan rengârenk toplara…” Zeynep de kendi cemresini bir şekle benzetmek istiyordu. Zoolog babası, onu kuşa benzetmişti, bitki ressamı annesi de renkli baloncuklara. “Benim cemrem neye benzemeli?” diye sesli sesli düşündü Zeynep. “Aaaa! Bunu yalnızca sen bilebilirsin.” dedi babası. “Haydi, ninene gidelim de sana yardımcı olsun!” dedi annesi. Böylece yola koyuldular. Uzun bir süre sonra, baharla birlikte yeşillenen, çiçeklenen ve doyumsuz güzelliklerle bezenen Kaş’a ulaştılar. Zeynep, ninesi Kaş’ta yaşadığı için kendisinin çok şanslı olduğunu düşündü. Burası Zeynep’in gördüğü en güzel yerdi. Akşama kadar ninesinin bahçesinde koşup oynadı. Nihayet akşam yemeği için oturunca, “Bahçeyi beğendin mi?” diye sordu ninesi. “Çok beğendim.” dedi Zeynep, “Orada cemreyi aradım.” “Hımmm!” dedi ninesi anlayışla başını sallayarak. “Bulamadım.” dedi Zeynep, “Senin cemren var mı?” diye sordu hemen ardından. “Olmaz mı hiç?” diye cevap verdi ninesi, “Yarın sabah erkenden gidip görürüz.” Zeynep merak içindeydi. Herkesin cemresi hayali bir şeyse, ninesinin cemresini nasıl göreceklerdi? Ertesi gün, kahvaltıdan hemen sonra Zeynep, anne ve babası; ninesinin peşine düştüler. Kısa bir yürüyüşün ardından güzel bir çayıra geldiler. Her yer rengârenk kır çiçekleriyle donanmıştı. “Buraya cemre kesinlikle düşmüş.” dedi babası. “Bakın.” dedi ninesi, çok zarif bir çiçeği işaret ederek, “Benim cemrem…” Zeynep böylesine güzel bir çiçeği ilk kez görüyordu. İnce, narin dallarında parlak pembe yaprakları ile üzerine arı konmuş gibi görünüyordu. “Likya orkidesi!” diyerek sevinçle çığlık attı annesi. “Yaa!” diye onayladı ninesi, “İşte bu çiçek açtığında, buralara bahar gelmiş demektir.” O sırada soluk sarı renkli, kırmızı benekli bir kelebek, gökten inip orkidenin çiçeğine kondu. Zeynep büyülenmiş gözlerle baktı ona. “Sanırım cemremi buldum.” diye duyurdu. “Önce gökteydi, sonra suya, sonra da orkideye kondu.” “Cemren çok nadir görülür.” dedi babası, “Yalancı Apollo Kelebeği!” Zeynep’le babası kelebeğin fotoğrafını çekebilmek için çayırda tüm gün koşturdular. Akşam eve döndüklerindeyse annesinin çizdiği orkide resmini ninesinin duvarına astılar. “Bak nine!” diye seslendi Zeynep, “Cemren artık hep seninle…” Ophrys Lycia Gösterişli çiçekleriyle oldukça dikkat çekici olan Likya Kaş Orkidesi, dar bir alanda sınırlı yayılışa sahiptir. Bu tür; insanların bilinçsizce verdiği zararlar, tarım ve turizm amaçlı yapılaşma ve salep ham maddesi elde etmek amaçlı yumru sökümünün devam ediyor olması gibi sebeplerle en acil koruma eylemi gerektiren bitki türüdür.
Dinle
Her Zaman Oyun
-Aaaa...İnternet kesildi. Oyunum yarım kaldı. Ne yapacağım şimdi? -Hava çok güzel, bahçeye çıkıp biraz oyun oynayalım mı? -YAŞASIIIN! Baba, hemen arkadaşlarımı çağırıyorum. -Hangi oyunu oynayalım? -İstop. -Birdirbir, yerden yüksek. -Saklambaç. -Bezirganbaşı. -Körebe. BÜTÜN OYUNLARI SIRAYLA OYNAMAYA KARAR VERDİLER. -Önüm arkam sağım solum sobe. saklanmayan ebe. -Elif gördüm seni.... Sobe sobe! -Mehmet! -İSTOP! - Yakaladım. Ebe sensin. -Ne oluyor burada? Bu ne gürültü? -Oyun oynuyoruz Hüseyin amca. -Oyunlar oynuyorsunuz. Eğleniyorsunuz, gülüyorsunuz... Ayıp değil mi? Oyun oynuyorsunuz da ben, niye çağırmıyorsunuz? -Çocuklar geç oluyor. Akşam olmadan herkes evine gitsin. Yarın yine buluşursunuz. -Zaman nasıl geçti hiç anlamadık -Çok güzel bir gündü. Çok eğlendik. Yarın tekrar görüşürüz. -Baba sen gelmiyor musun? -Birazdan gelirim. -Tamam babacığım. -Gol geliyor -Hüseyin, oğlum... Neredesin sen? Akşam oldu. Ezan vakti. Annen seni merak etti. -Maç yapıyorduk baba. Beş dakka daha oynasak. -Ter içinde kalmışsınız. Hadi eve gidiyoruz. -İyi akşamlar. -İyi akşamlar. Yarın kaldığımız yerden devam ederiz. -Ben geldiiim. -Hoş geldin. Sofra hazır. Elini yüzünü yıkayıp gel. -Anne bir görsen, o kadar hızlı koştum ki kimse beni yakalayamadı. Ben en çok saklambaç oynamayı seviyorum Baba, oynamadığımız başka oyunlar var mı? -Hımmm... bir düşüneyim. Mendil kapmaca, birdirbir, çelikçomak, elim sende, deve-cüce, yakan top ... oooo daha çok var. -Yemeğimi yedim, ödevlerimi yaptım. Dişlerimi de fırçaladım. Erken yatayım ki bir an önce sabah olsun. İyi geceler anne. İyi geceler baba. -İyi geceler. -Tatlı uykular.
Dinle
Farklılıklarımız: Tuana Alkan
Merhaba. Ben Tuana Alkan. 2004 yılında Antalya’da doğdum. Altı buçuk aylık küçücük bir bebek olarak dünyaya gelmişim. Sadece 1 kilo ağırlığında prematüre bir bebek... Herkes yaşamama mucize gözüyle bakmış. Annem babam günlerce hastane koridorlarında gözyaşı dökmüşler benim için. Doktorların gözlerinde bir umut, sözlerinde bir teselli aramışlar. Ama ne var ki ne bekledikleri o ışık yanmış gözlerde ne de onları cesaretlendirecek bir söz çıkmış ağızlardan. Ancak ben o mucizeyi göstermek için kararlıymışım. Sımsıkı tutunmuşum hayata. Biraz geç olsa da, ailemin pek çok zorluğa katlanması gerekse de büyümüşüm, gelişmişim. Dört aylık olduğumda aldıkları bir haberle yeniden sarsılmış ailem. Bu kez de gözlerimin görmediğini, etrafımda olan biteni hiçbir zaman göremeyeceğimi öğrenmişler. Yine günlerce ağlamışlar. Ben küçük bir bebek olduğum için habersizdim bunlardan. Eğer olsaydım “Neden ağlıyorsunuz? Belki çiçeklerin renklerini hiç göremeyeceğim ama kokularını herkesten daha iyi hissedeceğim. Gökyüzünde uçan kuşların özgürce süzülmelerini göremeyeceğim belki ama onların sesini herkesten iyi duyacağım.” derdim. Babam iki yaşıma geldiğimde müziğe olan ilgimi fark etmiş ve bana ilk müzik aletim olan bongoyu almış. Sevgili babacığım, bongoya vura vura yaptığımız ritim çalışmalarını anlatırken hâlâ o kadar keyiflenir ki görmelisiniz. Annem ve babam hayatımdaki en büyük şansımdır diyebilirim. Tabii anneannemin hakkını da yememek koşuluyla... Beş yaşıma geldiğimde eğitim hayatıma başlamak için Ankara’ya, anneannemin yanına gelmişim. Bunun hayatımdaki en önemli kararlardan biri olduğunu bilmiyordum tabi ki o küçücük yaşımda. Ailemden uzak kalmak çok zordu mutlaka ama anneannemin bana kol kanat germesiyle aştık bu zorlu günleri. Ankara’ya geldiğimde Rehberlik ve Araştırma Merkezinin yönlendirmesiyle Göreneller Görme Engelliler Okuluna kaydım yapıldı. Ayrıca bir özel eğitim ve rehabilitasyon merkezinde de destek eğitimi almaya başladım. Bu kurumlardaki öğretmenlerimin ne kadar değerli olduğunu kelimelerle anlatamam. Beni kendi çocukları gibi görüp bugünlere gelmemi sağladıkları için onlara ne kadar teşekkür etsem azdır. Yedinci sınıfa geldiğimde öğretmenim müziğe yönelik ilgimi fark etti ve benimle daha yakından ilgilenmeye başladı. Çok yetenekli olduğumu, absolut kulak diye nitelendirilen, doğuştan gelen bir yeteneğin bana hediye edildiğini söyledi. Mutlak kulak, kusursuz perde gibi adlar verilen bu yeteneğin toplumun sadece binde birinde bulunduğunu ve mutlaka değerlendirilmesi gerektiğini söyleyerek beni cesaretlendirdi. Müzik öğretmenimin bana verdiği derslerin yanında anneannem de özel piyano dersleri almamı sağlayarak beni destekledi. Güzel sanatlar lisesine girmek, iyi bir müzisyen olmak istiyordum. Bu, öylesine heyecan verici bir şeydi ki benim için anlatamam. Başarmak için çok çalıştım. Ankara’da bulunan güzel sanatlar liselerinden iki tanesinin sınavlarına katıldım. Ancak heyecanıma yenik düştüğüm için olsa gerek kazanamadım. Çok üzülmüştüm. Yıllardır gösterdiğim çaba boşa mı gidecekti? Buna izin veremezdim. Doğduğumdan beri hiçbir zaman umutsuzluğa düşmemiş, hiçbir zorluk karşısında yılmamıştım. Yine vazgeçmeyecektim. Antalya’ya, ailemin yanına dönerek burada da sınava girmeye karar verdim. Bu kez Antalya Güzel Sanatlar Lisesini birincilikle kazandım. Çok mutluydum. Vazgeçmemiştim ve başarmıştım. Burada müzik yeteneğimi daha da geliştiriyorum. Piyanodan sonra ikinci enstrüman olarak keman çalmayı da öğrendim. Yeni şeyler öğrenmek, müziği içimde hissetmek, besteler yapmak beni çok mutlu ediyor. Bu salgın dönemlerinde bile müzik çalışmalarımı aksatmadan sürdürüyorum. Piyano ve keman çalarak, kardeşimle şarkılar söyleyerek bu günleri eğlenceli hâle çeviriyoruz. En büyük hayalim konservatuvar eğitimi alarak iyi bir müzisyen olmak, konserler vermek ve ülkeme hizmet etmek... Buradan bütün engelli arkadaşlarıma sesleniyorum. Durmayın... Hayallerinizin peşinden koşun... İnanın hayat çok güzel...
Dinle
Pati ile yolculuk Nisan Yağmuru ile Kurbağalar
Bir ikindi vakti Pati ile balkon demirlerinden tutunduk, ilkyaz yağmurunu seyrediyoruz. Ara ara göğün flaşı patlıyor. Pati, irkildikten sonra birden, - Yere düşen yağmur damlaları niye zıplıyor, kurbağaların kardeşi mi, diye sordu. Ben de uzaklara bakarak kendi kendime konuşur gibi cevapladım: - Şu ana kadar hiç böyle düşünmemiştim dostum, pekâlâ olabilir? Ama ben yağmur damlalarını daha çok güneşte parıldayan yeşil üzüm tanelerinin arkadaşı olarak hayal ederdim. - Hımm, çok güzelmiş! Peki, büyükler buna niye ikindi yağmuru demişler? - Boş ver dostum… Büyükler yağmuru belki nisanın ikindi tepsisinde görmüşlerdir. Biz en iyisi seninle yağmur öpme yarışı yapalım. Ne dersin? Bakalım, en çok kim öpecek? Yarış başlamadan önce, Pati bütün muzipliğiyle bir başka soru sordu: - Ya, zıplayan damlaların içinden kurbağalar çıkarsa ne yaparız? Bu sorusu üzerine gülüştük hem de çok gülüştük. Gülüşlerimiz renklerin göğe astığı köprüye kadar ulaştı. Oraya ayrı bir ışıltı kattı. On bin yüz kez öpücük yolladıktan sonra yavaşlayan yağmur damlalarıyla sohbetimizi bitirdik. Pati kemana davrandı, ben de şiir okudum: Bütün gün yağdı yağmur Bütün gün durmadan İncir ağacıyla birlikte Serçe sesleri de ıslandı.
Dinle
Aşağıdakilerden hangisi
Aşağıdakilerden hangisi daha ağırdır? Aşağıdakilerden hangisi daha azdır? Aşağıdakilerden hangisi daha kabarıktır? Aşağıdakilerden hangisi daha uzundur?
Dinle
Yüzyılda Bir Gelen Ses: KÂNİ KARACA
Adana’nın nemli ve hararetli ikliminden gelen sımsıcak bir ses. Kışın içimizi ısıtan, yazın ferahlık veren aydınlık nefes. Her bir nağmesi ile gönülleri titreten seda. Dinleyenleri, bir okyanus misali uçsuz bucaksız dalgalarda gezdiren, coşturan, koşturan, heyecanlandıran bir nida… Geçen asrın bir numaralı üslup ve tavır sahibi ismi Kâni Karaca… O bir görme engelliydi. Pırıl pırıl gözleri üç aylık iken dünyaya kapandı ama sesiyle ve üslubuyla bütün bir dünyada tanındı, bilindi. Dokuz yaşında öğretmeni ve hocası Ali Efendi’nin desteğiyle hafız oldu. Yani Kur’an-ı Kerim’i baştan sona ezberledi. Ama bununla yetinmedi. Kur’an eğitimini ilerletti. Musiki üzerine dersler aldı. Hem camilerde mukabele okudu hem de sahnelerde konserler verdi. Bölgenin tanınan, bilinen bir sesi olmuştu. Bununla yetinmedi. Yirmi yaşına geldiğinde artık Çukurova’ya sığmadı, İstanbul’a gitti. Devrin en ünlü musikişinaslarından ve hocalarından çok özel dersler aldı. Eşsiz bir müzik kulağına sahipti. Bir duyduğu eseri bir daha dinlemeye gerek duymadan en güzel bir biçimde seslendiriyordu. Sadettin Kaynak, Ali Üsküdarlı, Sadettin Heper, Halil Can, Münir Nurettin Selçuk, Mesut Cemil, Necdet Yaşar, Alaeddin Yavaşça, Niyazi Sayın gibi dev sanatçılarla birlikte oldu. Ders aldı, ders verdi. Kendisini geliştirdi, talebeler yetiştirdi. Devlet Konservatuarında hocalık yaptı. Uzun yıllar devam ettiği İstanbul Radyosunda çok özel kayıtlara imza attı. Hem dinî musiki hem de klasik musikide çok büyük başarılar elde etti. Türkiye genelinde pek çok çalışmaya katıldı, konserler verdi. Her yıl Konya’da düzenlenen Mevlana’yı anma etkinliklerinin değişmez misafiri, sesi oldu. Mevlevi Sema Törenlerine katıldı. Pek çok plak ve kaset doldurdu. Bunlarla da yetinmedi. Dünyaya açıldı Kâni Karaca. Yurt dışından gelen konser davetlerini karşılıksız bırakmadı. Avrupa, Amerika ve Ortadoğu’da sayısız ülkede konserler verdi. Amerika’da müzik eleştirmenlerince yapılan test ve değerlendirmelerde “Asrın En büyük Sesi” olarak ilan edildi. İşte böyle bir sanatkâr idi. 1 Mart 1930’da Adana’da doğan Kâni Karaca 29 Mayıs 2004’te vefat etti. Örnek bir insan idi. Azmi, kararlılığı, gayreti ve çalışkanlığı ile hepimize örnek oldu. Her insan gibi o da dünya yolculuğunu sona erdirdi. Dünyaya veda etti. Ama eserleriyle, musikisiyle kıyamete kadar semada çınlamaya devam edecek. Bir insanın gözü görmeyebilir, kulağı işitmeyebilir, istediği gibi hareket edemeyebilir. Ama çabası ve yeteneklerini geliştirmesi ile büyük başarılara imza atabilir. Ruhu şâd olsun.
Dinle
Kuşlar ve Uğraşları
Marangozdur ağaçkakan, Sıva ustası kırlangıç. Bin yıllık balıkçıdır karabatak, Gecelerin bekçisi baykuş. Çöplüğü martı yapar. Peynircilik uzmanı karga, Acemi şarkıcıdır isketeler, Ne olurdu şahinler Paralı asker olmasa! Soylu bir kadındır tavus kuşu. Yoksul bir ekmekçi serçe, Turnalar dönüp gelse de, İnsanlar sevmeyi öğrense.
Dinle
Türkçenin Kalemleri MEHMET ÂKİF ERSOY
Doğum ve ölüm yerim İstanbul... Baba tarafından Kosovalıyım. Annem, Özbekistan’dan İstanbul’a gelip yerleşmiş bir ailenin kızı... Her ikisi de daha çok küçük yaştan itibaren beni çok iyi yetiştirdiler. Baytarlık okulunda fen eğitimi alıp veteriner oldum. Dinî eğitimimi ise daha çok babam verdi. Annem de bana iyi ve güzel olan ne varsa hepsini öğretti. Bir taraftan da edebiyat eğitimi aldım. Uzunca bir süre veteriner olarak görev yaptım. O yıllarda ülkem zor zamanlar yaşıyordu. Balkanlar’ı kaybetmiştik. Anadolu ise işgal edilmeye başlanmıştı. İyi bir edebiyat eğitimi de aldığım için yazı ve şiirlerimle olup bitenleri halka anlatmaya çalıştım. Zira şair ve yazarlar böyle zamanlarda milletine uyarıcılık ve öncülük yapması gereken kişilerdir. Ben de öyle yaptım. Yeri geldi camilerde halka vaaz verdim. Yeri geldi Millî Mücadele’ye destek olmak için Ankara’ya gittim. Cepheleri dolaştım. Burdur milletvekili olarak görev yaptım. Ama benim asıl işim şiir ve yazı yazmak, milletime bu yolla yardımcı olmaktı. Bu amaçla çok sayıda şiir ve yazı yazdım. Şiirlerimi yedi kitaptan oluşan “Safahat” adlı eserimde bir araya getirdim. Yazılarım da kitaplaştı. Çok iyi Arapça, Farsça ve Fransızca öğrenmiştim. Bu yüzden çeviriler de yaptım. Şiirde “millet için sanat” anlayışıyla hareket ettim. Millet için eğitimden sağlığa, vatan savunmasından yabancı işgallere kadar her konuda yazdım. Ama en çok da askerlerimize ve milletimize moral vermek için yazdığım “Çanakkale Şehitleri” ve “İstiklâl Marşı” ile bu görevimi en iyi şekilde yaptığıma inanmaktayım. Mesele sadece yazmak da değildi. Kişilik olarak dürüst olmak, sözünde durmak, çalışmak, yoksullara yardımcı olmak gibi değerlere de sahip olmalıydı insanlar. Ben bu konuda da örnek olmaya çalıştım. Size de böyle olmanızı tavsiye ederim. Bakın ben vefat edeli 85 yıl oldu ama milletim beni işte bu yüzden hiç unutmadı. Çocuklarına, okullara, caddelere adımı verdiler. Kitaplarım sürekli okunuyor. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Olamaz elbette. Ama son bir şey söyleyeyim: Sizlerin arasından yeni Mehmet Âkifler çıkmalı. Zira inandığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi inanan ve kalemini milletine adayan yazar ve şairlere her zaman ihtiyaç vardır. Şimdi sizlerle şiirlerim aracılığıyla görüşüyoruz. Biliyorum beni çok seviyorsunuz. Bilin ki ben de sizi çok seviyorum. İSTİKLÂL MARŞI -Kahraman Ordumuza- Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir, o benim milletimindir ancak. Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl! Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet bu celâl? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl, Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl. Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım; Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar; Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar, “Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar? Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın; Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın… Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın. Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı; Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ! Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ. Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli: Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli O zaman vecd ile bin secde eder –varsa- taşım; Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım; O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım. Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl; Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl: Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl! MEHMET ÂKİF ERSOY
Dinle
Sırlı Miras
Mümkün değil bu inekleri paylaşamayız.” dedi kardeşlerin en büyüğü Mehmet ve devam etti: “17 ineği babamızın vasiyet ettiği gibi nasıl paylaşabiliriz ki?” Üç kardeşin, kasabada Sütçü Necati adıyla tanınan babaları, bir ay kadar önce vefat etmişti. Anneleri de bu dünyadan göçeli yıllar olmuştu. Babaları hem annelik hem de babalık yapmıştı onlara. Geçimlerini süt satarak sağlayan ailenin en büyüğü Mehmet 18 yaşındaydı. Kardeşleri Ali 14, Emre de 12 yaşındaydı. Küçük kardeşleri evlerinden kasabadaki okullarına yürüyerek yaklaşık bir saatte gidiyorlardı. Çocuklar hem okula gidiyor hem de yemek, bulaşık, çamaşır, temizlik gibi ev işlerinin yanı sıra hayvanların bakımıyla ilgileniyorlardı. Üç kardeş eve kapanıp kafa kafaya vererek günlerce düşündüler, ellerinde babalarının vasiyetini yazdığı kâğıdı elden ele dolaştırarak. Ama bir türlü işin içinden çıkamıyorlardı. Babaları, kendi el yazısıyla vasiyetnamesini şöyle yazmıştı: “Sahibi olduğum evi ve tarlayı üç çocuğuma eşit olarak veriyorum. İneklere gelince, büyük oğlum Mehmet’e ineklerin 1/2’ini, ortanca oğlum Ali’ye 1/3’ini ve en küçük oğlum Emre’ye de 1/9’ini miras olarak bırakıyorum. Tek şartım, inekler kesilmeden bu paylaşımın gerçekleşmesidir. Necati Sır (Tarih - İmza)” Babalarının matematikle arasının çok iyi olduğunu üçü de biliyordu ama neden böyle çetrefil bir taksim yaptığına bir anlam veremiyorlardı. Evlerinin başköşesinde matematik felsefesiyle ilgili epey kitap bulunuyordu. Babalarının sık sık kendilerine zekâ soruları sorduğu akıllarına geldi ve hafif bir gülümseme yayıldı yüzlerine. Vasiyetnamedeki bu problem de babalarının kendilerine sorduğu son zekâ sorusu olarak hafızalarına kazındı âdeta. Ali rasyonel sayılar yani kesirler konusunu geçen hafta işlediklerini söyledi kardeşlerine. Fakat bu soru bir tuhaftı. Okulda çözdükleri sorulara hiç benzemiyordu. Babaları neden, evi ve tarlayı eşit olarak paylaştırdığı hâlde, 17 ineği eşit olarak paylaştırmamıştı? Öncelikle 17 sayısı asal bir sayıydı. Bir ve kendisi dışında çarpanı veya böleni yoktu. Bu yüzden bırakın üçe, bir ve kendisi dışında hiçbir sayıya bile bölünmüyordu. Tüm işleri bırakıp iki gün uğraştıktan sonra çözemeyeceklerini anlayınca birilerine sormaya karar verdiler ve kasabanın yolunu tuttular. Kasabaya vardıklarında vasiyetnameyi birçok kişiye gösterdiler ama hiç kimseden doğru cevabı alamadılar. Artık sabırları tükenmek üzereydi. İnekleri paylaşmak önemli değildi onlar için, zaten hep bir arada yaşayarak babalarının kurduğu düzeni devam ettireceklerdi. Asıl amaçları doğru çözümü bulmalarıydı. Kasaba esnafından birkaç kişiye daha sordular, sonuç yine olumsuzdu. Vakit öğlene doğru yaklaşınca yemek için bir lokantaya girdiler. Yemek yerken bile soru hakkında tartışıyorlardı. Çocukların hararetli tartışmaları lokanta sahibinin dikkatini çekince, yanlarına yaklaşıp konuyu anlamaya çalıştı. O da soruyu çözemeyeceğini anlayınca, onlara kasabadaki tek caddenin sonundaki evde oturan Hüseyin amcaya gitmelerini söyledi ve çocuklar lokantadan çıkarken arkalarından, “Bu soruyu çözse çözse o çözer.” diye seslendi. Çocuklar epeyce yürüdükten sonra lokanta sahibinin tarif ettiği evi buldular ve kapıyı çaldılar. Kapıyı açan yaşlı amcanın Hüseyin amca olduğunu tahmin ederek, kendilerini lokanta sahibinin gönderdiğini ve bir soruları olduğunu söylediler. Yaşlı adam onları içeri buyur ettikten sonra sorularının ne olduğunu sordu. Mehmet vasiyetnameyi Hüseyin amcaya uzattı. Ona, annelerini çok küçük yaşlardayken kaybettiklerini, babalarının uzun zamandır hasta olduğunu ve genç denecek yaşta vefat ettiğini anlattılar. Hüseyin amca, üzüntüsünü belirttikten sonra yakın gözlüğünü taktı ve yazıyı mırıldanarak okumaya başladı. Okumayı bitirdikten sonra arkasına yaslanıp çocuklara evlerinin nerede olduğunu sordu. Onlar da evlerini tarif ettikten sonra, Hüseyin amca “Siz şimdi gidin, ben yarın sabah size geleceğim.” dedi ve çocukları uğurladı. O gece sabah olmak bilmedi çocuklar için. Yataklarında yatarken bile bir yandan birbirlerine soru hakkında çözüm önerilerinde bulunuyorlar, bir yandan da Hüseyin amcanın soruyu çözüp çözmediği hakkında tahminler yürütüyorlardı. Nihayet sabah oldu, apar topar yaptıkları kahvaltı sonrasında evlerinden çıkıp yolu gözlemeye başladılar. Yaklaşık yarım saat sonra Hüseyin amcanın, yularından tuttuğu bir inekle geldiğini gördüler. Niçin inekle geldiğine bir anlam veremediler önce. Hüseyin amcayı güler yüzle karşılayıp babalarının her zaman oturduğu koltuğa oturttular. Bir bardak su ve çay ikram ettiler. Hep beraber avluya indiler ve Hüseyin amca onlara ahırdaki inekleri avluya getirmelerini söyledi. Kendi getirdiği ineği avlunun bir köşesine bağlamıştı geldiğinde. Tüm inekler gelince avluda 18 inek olmuştu. Mehmet’e vasiyeti okumasını söyledi. Mehmet, “…büyük oğlum Mehmet’e ineklerin 1/2’ini,” deyince, tamam dedi Hüseyin amca, “18’in yarısı 9 eder, al 9’unu sen Mehmet.” dedi. Mehmet, 9 ineği ahıra götürdü. “Şimdi sen oku.” dedi Ali’ye. Ali, “…ortanca oğlum Ali’ye 1/3’i.” deyince, “18’in 1/3’i 6 eder, Ali sen de6 ineği al.” dedi. Hüseyin amca son olarak Emre’ye “Şimdi de sen oku” dedi. Emre, “… ve en küçük oğlum Emre’ye de 1/9’ini miras olarak bırakıyorum.” deyince de “18’in 1/9’i 2 eder zaten benim ineğim dışında gördüğünüz gibi iki inek kaldı. 9+6 +2 = 17, oldu mu çocuklar?” diye sordu. Çocuklar şaşkınlıkla birbirlerine baktılar ve çözümün muhteşemliği karşısında hayranlıklarını gizlemeyerek sevinç çığlıkları attılar. Hepsi birden Hüseyin amcaya sarılıp ellerini öperek teşekkür ettiler. “Bana teşekkür etmeyin çocuklar.” dedi Hüseyin amca ve gülümseyerek devam etti: “Bu soruyu yüzyıllar öncesinde Hazreti Ali Efendimiz çözmüştü, ben onun çözümünü bir kitapta okumuştum. Ona teşekkür edin. Yalnızca oradaki hayvanlar inek değil deveydi.” Haydi kalın sağlıcakla…” diyerek evine doğru ineğiyle birlikte yola düştü.
Dinle
Hayalci Belis
Elif Öğretmen, Hayat Bilgisi dersinde meslekler konusunu anlatıyordu: “Çocuklar, meslekler ihtiyaçlardan ortaya çıkmıştır. İnsanlar, tüm ihtiyaçlarını kendileri sağlayabilmiş olsalardı her insanın aynı anda doktor, terzi, polis, çiftçi, marangoz, öğretmen, itfaiyeci ve mühendis olması gerekecekti. Böyle bir şey mümkün olmadığı için insanlar kendilerine uygun ve sevdikleri işleri meslek olarak seçmişlerdir...” dedi. Her mesleğin kendine ait özellikleri olduğunu ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte günümüzde bazı meslekler kaybolurken birçok yeni mesleğin de ortaya çıktığını söyledi. Ayşe, parmak kaldırarak sordu: “Öğretmenim, ben de ileride öğretmen olmak istiyorum, siz de küçükken öğretmen olmak istemiş miydiniz?” “Evet, böyle bir hayalim vardı.” dedi Elif Öğretmen tebessüm ederek. Sonra sınıftaki öğrenciler ileride yapmak istedikleri meslekleri söylediler sırayla. Burak ve Buse doktor, Ayhan mimar, Asuman ve Sabri avukat, Kemal ise bilgisayar mühendisi olmak istiyordu. Hiç kimse babasının mesleğini yapmak istemedi, oysa bazı öğrencilerin babası marangoz, berber veya terziydi. Bir tek Belis kalmıştı hayalindeki mesleği söylemeyen. Sınıftaki meraklı bakışlar Belis’e çevrildi. Belis, “Bana bakmayın arkadaşlar, ben hiç düşünmedim hangi mesleği seçeceğimi.” dedi. Sınıftakiler Belis’in söylemesi için ısrar edince Elif Öğretmen araya girdi: “Bir saniye arkadaşlar! Bu kadar ısrarcı olmayın, bakın bu konuda hiç düşünmediğini söylüyor Belis.” diyerek sınıfı sakinleştirmeye çalıştı. “Yarın söylesin öğretmenim, yarına kadar düşünsün.” dedi Buse. Arkadaşlarının ısrarından kurtulmak isteyen Belis cevapladı: “Peki, öğretmenim, yarına kadar düşünüp size söyleyeceğim.” Belis, okuldan eve gelene kadar düşündü. Eve gelip kıyafetlerini değiştirirken, yemeğini yerken, derslerini yaparken bile hangi mesleği seçmesi gerektiğini düşündü fakat aklına bir şey gelmedi. Gece uyumadan önce meslekleri düşündü. Doktor, mühendis, öğretmen, pilot, itfaiyeci… Hepsi güzel mesleklerdi fakat bütün çocuklar büyüyünce bu meslekleri yapmak istiyorlardı. Acaba astronot mu olsam diye geçirdi içinden. Kendini, kafasında kazan gibi bir başlık, sırtında hortumlu ve tüplü tuhaf bir giysinin içinde, uzay boşluğunda gezinirken hayal etti. Ne bir ağaç ne bir kuş ne de bir çiçek vardı etrafında, anında vazgeçti astronot olmaktan. Daha birçok mesleğin hayalini kurdu. Hayal kurdukça içi renklendi. Evler yaptı, şehirler planladı. Gökyüzünde uçtu, okyanusların derinliklerinde yüzdü. Rüzgârla yarıştı, yıldızlara karıştı. Hayallerini hiç sınırlamadı. Ertesi gün sınıftakiler Belis’in ne olmak istediğine dair tahmin yarışına girdiler. Kimisi doktor, kimisi avukat, kimisi veteriner olmak isteyeceğini tahmin etti. Belis: “Arkadaşlar hiçbiriniz doğru tahmin edemediniz, ben ileride hayalci olacağım. Hayal kuramayanlara hayal kurmasını öğreteceğim. Hayalleri kırılanların hayallerini tamir edeceğim.” deyince bütün sınıf şaşkınlıkla Belis’in yüzüne baktı. Elif Öğretmen tebessüm ederek “Bence güzel bir meslek.” dedi. Belis sözlerine devam etti. “Öğretmenim, astronotlar ayın, pilotlar gökyüzünün, kaptanlar ve dalgıçlar denizlerin, dağcılar zirvelerin, şoförler yolların mutlaka hayalini kurmuşlardır. Ben de ileride hangi mesleği seçersem seçeyim, mesleğimle ilgili hayallerim olacak. Mesleğimi çok seveceğim, mesleğimde ilerlemek için çok çalışacağım.” Önce Elif Öğretmen ardından da bütün arkadaşları Belis’i alkışladılar.
Dinle
Hayata Varım
Teknoloji ile iç içe yaşadığımız günümüzde, teknolojik araçlar benim gibi görme engelli bireylere pek çok kolaylık sağlıyor. Ekran okuyucu programlar, Braille monitörler, konuşan ve Braille saatler, ekran büyütme uygulamaları, yazıları büyütme cihazları ve çok daha fazlası... Bu araçlar sayesinde evde veya okulda eğitimime rahatlıkla devam ederken oyunlar oynayabiliyor, kitaplar okuyabiliyor, sosyal medyada iletişim kurabiliyorum. Bu gelişmeler hayatıma girmeden önce bilgisayar kullananlara imrenir, kitap okuyanlara, neşe içerisinde oyun oynayanlara hayranlık duyardım. Elbette biraz da üzülürdüm bunları yapamadığım için... Büyüklerimle kitabevlerine gittiğimde kitaplara dokunurdum. Onları okuyamamak beni çok üzerdi. “Bu ne? Bu ne?” diye sorar adlarını ezberlerdim sadece. Kimisi öykü anlatırdı, kimisi roman... Kimisi de şehirleri, ülkeleri tanıtırdı. İçim içimi yerdi. “Neden?” derdim. “Benim bunları okumaya hakkım yok mu?” Çok şükür, üzüldüğüm günler geride kaldı artık. Şimdi dilediğim kitabı veya dergiyi istediğim zaman okuyabiliyorum. Nasıl mı yapıyorum peki? Bilgisayarımda kurulu “ekran okuyucu” programı sayesinde... Bu yazılım, ekranımda görünen her şeyi bana bir bir okuyor. Klavyem yardımıyla ekran okuyucuyu yönlendirerek yazılarımı okuyabiliyor, yazı yazabiliyor, sanal kütüphanelerde araştırma yapabiliyorum. Bu sayede EBA’dan derslerimi kolayca bulabiliyor ve takip edebiliyorum. Ekran okuyucum Türkçe dâhil onlarca dilde yazılmış metinleri okuyabiliyor. Eğer bir kitabın ya da derginin Braille ya da dijital baskısı yoksa artık hiç üzülmüyorum. Çünkü tarayıcı cihazımı kullanarak veya akıllı telefonumla sayfanın fotoğrafını çekerek hemen dijital ortama aktarıyorum. Okula gidemediğim günlerde sınıfa ya da kütüphaneye gidiyormuş gibi bir çalışma düzeni oluşturarak günümü planlıyorum. Ekran okuyucu programımı kullanarak canlı ders saatlerinde derslerime aktif şekilde katılıyorum. Anlamakta zorlandığım bölümleri öğretmenime soruyorum. Gün içindeki boş vakitlerimde sosyalleşmek için akrabalarımla ve arkadaşlarımla mesajlaşıyorum, e-postalar gönderiyorum. Görme engelliler için hazırlanmış oyunlar zevkle oynuyorum. Haritadan il bulmaca oyunu ile ekranda oluşan sanal Türkiye haritasının üzerinde gezinerek sorulan ilimizin hangi bölgede olduğunu bulmaya çalışıyorum. Böylece coğrafi bilgimi güçlendiriyorum. Kelime tamamlama oyunu biraz zorlasa da boş bırakılan kutuları doldurmaya çalışırken çok eğleniyorum. Yabancı dil öğreten oyunları çok seviyorum. Her öğrendiğim kelime farklı dilde yazılmış metinleri okumama ve anlamama yardımcı oluyor. Görme engelli biri olarak hayatta pek çok zorlukla karşılaşıyorum. Bu sorunları çeşitli araç gereçleri kullanarak aşmaya çalışıyorum. Sorunlarla mücadele etmek, onların üstesinden gelmek bana kendimi daha güçlü hissettiriyor. Ve her zaman diyorum ki; amacımızdan kopmadan, geleceğe dair ümitlerimizi kaybetmeden yaşarsak sonunda başarı ve mutluluk bizimdir. Hiçbir şey buna engel olamaz.
Dinle
Minik Savaşçı
Merhaba Arkadaşlar! Ben İrem Öğretmen... Bugün size muhteşem bir başarı öyküsünden bahsedeceğim. SEYİT AHMET’in öyküsünden… Seyit Ahmet doğduğundan beri minicik kalbiyle o kadar büyük işler başardı ki! Daha doğduğunda başladı mücadelesi. Hastalığı nedeniyle ayları hastanede geçti. Sonraki yılları da evde. Çünkü doktorlar, onun hasta olmaması için dışarıya çıkıp oynamasının doğru olmadığını söylediler. Bu yüzden hiç arkadaş edinemedi Seyit Ahmet. Hiç dostu olmadı. Hatta kendisini çok seven kuzenleriyle bile oynayamadı. Herkesten ayrı, bir başına yaşadı minik kuzum. Konuşmayı bile öğrenemedi. Tanıştığımızda ürkek davranışları olsa da gözleri ışıl ışıl parlıyordu Seyit Ahmet’in. “Ne olursa olsun başaracağım!” dercesine bakıyordu… “Haydi gel, tanışalım.” dediğimde “Merhaba! Ben Seyit Ahmet!” bile diyemedi. Cesareti kırılmıştı miniğimin. Ben de üstelemedim. Nasılsa bu yola birlikte çıkacaktık, yolda tanırdık birbirimizi. Derslere başladığımızda ise heyecanla masanın başına oturur, gözlerimin içine umutla bakardı. Başlarda hep ben konuşurdum sadece. “Merak etme. Bu zorlu günler geride kalacak. İhtiyaçlarını söyleyebileceksin. Düşersen ‘anne’ diyerek ağlayabilecek, sevinirsen ‘baba’ diye haykırarak koşabileceksin. Sadece biraz zaman...” derdim. O günlerin hayaliyle sımsıkı tutunduk birbirimize. Zorlandığımız, yorulduğumuz, hatta mola verdiğimiz zamanlar oldu. Hiçbirisi yıldırmadı beni, minik savaşçımı ve hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan ailesini... Vazgeçmemek için gizlice sözleşmiştik âdeta. Günler, haftalar birbirini kovalarken önce harfler dedik, sonra heceler, ardından kelimeler ve nihayet cümleler... Dil egzersizleri, artikülasyon çalışmaları, onlarca hece ve kelime listeleri bir bir ardımızda kaldı. Başta ihtiyaçlarını anlatmaya başladı Seyit Ahmet. Eğitimimiz ilerledikçe yaptıklarını, yaşadıklarını da anlatır oldu. Senenin sonunda karşılıklı sohbet edebilir hâle bile geldik. Sırdaş bile olmuştuk birbirimizle. Yorulduğumuzda dersi bırakıp oynadığımız oyunları, söylediğimiz şarkıları kimseciklere anlatmadık. Arkadaş da edinmeye başladı Seyit Ahmet. Mahallesinde oyunlar oynamaya, kuzenleriyle eğlenceli zamanlar geçirmeye başladı. Kendini ifade edebildikçe özgüveni, neşesi kısaca çocukluğu geri gelmişti. Ailesi umutla, bense gururla bakıyordum minik savaşçımıza. Biliyor musunuz? Seyit Ahmet şaka yapmayı çok sever. Bir keresinde beni nasıl kandırdı bilmelisiniz! Seyit Ahmet’in bir buzağısı var, adı Ayaz. Kendi verdi bu ismi buzağısına. Bir dersimizde Ayaz’ın hasta olduğunu ve veterinerin ona iğne yaptığını anlattı kendi konuşma tarzıyla. “Aaa! Çok üzüldüm.” dedim. Tam iyileşip iyileşmediğini soracaktım ki yerinde zıplayarak “ŞAKAAA!” demesin mi? Dakikalarca gıdıkladım onu. Artık sıra okuma yazma ve matematik öğrenmeye gelmişti. Minik savaşçının mücadelesine bir kişi daha katılmıştı böylece: Sultan Öğretmen. Dünyalar tatlısı özverili bir öğretmen, ne mutlu bize! Sultan Öğretmen’iyle başladığı yolculuk çok yeni olsa da şimdiden derslerinde gösterdiği ilerleme gücüne güç katıyor Seyit Ahmet’in. Hani hiç pes etmedik demiştim ya... Pandemi sürecinde karşılıklı ders yapamasak da telefon ve bilgisayarla iletişimimize devam ediyoruz. Gönderdiğim ödevleri harfiyen uyguluyor. Çok çalışkandır benim miniğim çok! Sadece benden dinlemiş olsanız da aslında birlikte yazdık biz bu öyküyü. Umarım Seyit Ahmet’in öyküsü umut olur, ışık olur, aydınlatır hayatları...
Dinle
Gökte Ne Var? Gökboncuk
10 yaşıma erdim, 7 yaşımdaki hayallerimi yaşıyorum. Bahar geldi artık, diğer adıyla uçurtma mevsimi geldi. Önce cin kuşu dediğimiz defterlerimizin orta dalgalarını itina ile çıkarıp güvercinler gibi döne döne uçan kanatlı tayyareler; yükseklere, uzaklara dümdüz uçan jet uçakları yapıyorum. Daha sonra kamış kasnaklılarımızı göklerde uçurmaya başlıyorum. İncecik renkli kâğıtlar alıyorum kırtasiyeden. İyice kurumuş kamışları incelterek yapıyorum kasnaklımı yani uçurtmamı. Aynı boyda üç kamışın tam ortasını tespit etmek ve altıgen oluşturacak şekilde düzenlemek büyük dikkat istiyor. Gövdesinin ve kuyruğunun terazisini ayarlayabilmekse ağabeyimin yardımıyla mümkün oluyor. Terazilerde küçücük hata, uçurtmamın yükselmesini engeller yoksa bu hata sonucu uçurtmam takla atarak düşer, buna dikkat etmeliyim. Bakkaldan aldığım yorgan ipi kelepleri çubuklara sarıyorum. Rüzgâra emanet ediyorum uçurtmamı. Göklere yükselmiş, bulutlarla yarışan uçurtmam bütün mahallede görülüyor. Ne güzel süzülüyor öyle, U şeklindeki kuyruğu ve kulaklarındaki saçakları ne güzel oynuyor! “Bilmeden kaç kelep harcarsan harca Çirkin durur ellerinden süzülen Saçakları olmayan renkli uçurtma. Bir mektup salıver kırılır sonra Bir saçak bir selam bir ayna yolla…” Hayallerim gökyüzünde ama erişilmez değil. “Gökte Ne Var?” oyununa başlıyorum şimdi. Oyunlarımızla yorulup da çimler üzerine serilmeden eşleşiyoruz. Eşler sırt sırta veriyor ve kollarını birbirine kenetleyerek sırayla göğe kaldırıyor eşini. Alttaki oyuncu yüksek sesle soruyor: - Yerde ne var? - Yer boncuk. - Gökte ne var? - Gök boncuk. - Dalda ne var? - Elmacık. - Annenin adı ne? - Fatmacık. - Kaldır beni hoppacık! Ve OYUN yani hayat devam ediyor. Sahi, gökte, gök boncukla neler neler görürdük! Saymakla bitmeyen hayallerimiz…
Dinle
Hangileri Aynı?
İki resim arasındaki aynı 7 şekli bakalım bulabilecek misin?
Dinle
Aramızda En Güzel Oyun:Oyun
Sevgili çocuklar, hepinize merhaba. Yeni bir sayıda daha bir aradayız. Geçen sayımızda okumanın sadece harfleri bir araya getirmekten ibaret olmadığını konuşmuştuk. Duyguları okumaktan, etrafımızdaki işaretleri okumaktan ve kitaplardan bahsetmiştik. Umarım bu süre bol bol okuyarak geçmiştir sizler için. Bu sefer ise biraz oyunlardan bahsedelim istiyorum. Oyun denince aklınıza neler geliyor? Benim aklıma eğlenmek, paylaşmak, öğrenmek, keşfetmek, dürüstlük, sabır ve daha birçok kavram geliyor. “Bu kadar çok şeyle ne alakası var oyunun?” diye düşünebilirsiniz. Gelin, beraber bakalım oyun neler saklıyormuş içinde. Oyunları bireysel ve topluca oynananlar şeklinde ikiye ayırabiliriz. Hele de dijital dünyada birçok kez kendi kendimize oyun oynamak durumunda kalabiliriz. Esas güzel olanıysa birileriyle birlikte oynadığımız oyunlardır. İşte orada artık oyun sadece oyun değildir. Arkadaşlarımızla buluşma, paylaşma, etkileşime girme alanına dönüşür oyun. Rollere girdiğimiz oyunlar vardır. Daha oyunu kurarken bir telaş başlar, rol paylaşma telaşı. “Sen korsan ol!”, “Ben anneyim, sen baba ol!” Ya da biriniz Alex diğeriniz Hagi olabilir. Rolleri bölüştürmenin amacı oyunun devamında bir senaryoyu devam ettirebilmektir. Böylece herkes kim gibi davranacağını bilerek oyuna devam eder. Bunun eğlenceli tarafı rolüne girdiğimiz kişi gibi karar alıp tepkiler vermemizdir. Kısa bir süre için bile olsa kendimizi başkasının yerine koymanın güzel bir yoludur oyun. Bir de kazananı olan oyunlar vardır. Örneğin Kızma Birader oyununu düşünelim. Oyuncuların hepsinin oyunda yapması gerekenler vardır ve bunların arasından oyunun amacını ilk tamamlayan kişi oyunu kazanmış sayılır. Sanırım oyunu zaman zaman can sıkıcı, üzücü ya da sinirlendirici hâle getiren de budur. Bazen kazanmak öyle büyük bir hırsa dönüşür ki en başta saydığım eğlenmek, paylaşmak, öğrenmek gibi özellikler uçar gider. Herkesin birbirini yenmeye çalıştığı bir savaşa döner. Hatta bu, öyle büyük bir inada biner ki sırf kazanmak uğruna hile yapmaya, mızıkçılık edip huysuzluk çıkarmaya kadar varır. Dürüstlüğü de bu yüzden söylemiştim aslında. Bazen sırf kazanmak uğruna doğruyu söylemekten bile uzaklaştığımız olur. Kazanmak uğruna dürüstlüğü kenara bırakanların en sık başvurdukları yol ise kurallardır. Oyunun kurallarını kendi çıkarlarına göre değiştirmeye kalkarlar. “Ama o öyle değildi,” “Ben böyle dururken sen beni ebeleyemezsin.” gibi cümleler eminim size de tanıdık gelmiştir. Bunlar kaybetmemek uğruna ortaya atılmış, kural değiştirici, mızıkçılık cümleleridir. Hâlbuki aslında oyunun kuralları daha en başından bellidir. İşte böyle anlarda oyun, oyun olmaktan çıkar. Artık eğlence ortadan kalkmış, kahkahalar azalmıştır. Herkes gergin, bakışlar sinirli, sesler daha bir yüksektir. Belki fiziksel olarak bir zarar verilmez ama duygusal olarak oyun oynadığımız arkadaşlarımıza rahatsızlık vermeye başlarız. Bir kişi o oyunun sonunda kazanacak diye diğer tüm oyuncular, keyif almadıkları bir zaman geçirmeye başlarlar. Oysa biz niçin oyun oynuyorduk? Eğlenmek, öğrenmek, güzel zaman geçirmek için, değil mi? Sırf kaybetmemek için inatlaştığımızda belki oyunu kazanırız ama oyunun en güzel tarafını yani eğlenmeyi kaybederiz. Oyun, sonunda kazanmak için değil oynarken keyif almak içindir. İşte o zaman, oyun süresince geçirdiğimiz süre güzel bir anı, oynadığımız kişilerle paylaştığımız bir güzel an olarak hafızamıza yerleşir. Hem neden bu kazanma hırsı? Herkes kazanacaksa kaybeden kim olacak? Kaybettiği zaman tebrik edebilme zarafeti acaba hangi kazananda vardır? Laf lafı açtı, nereden nereye geldik yine. Bu dergiyi elinizden bıraktıktan sonra oynadığınız ilk oyundan itibaren oynamanın keyfini sürmeniz, kazanmayı kaybetmeyi değil birlikte oyun oynadığınız kişilerle paylaştıklarınız önemsemeniz dileğiyle… Hepinize oyun dolu günler dilerim.
Dinle
Kangurunun Parmak Uçlarında Dünya
Bir zamanlar iyilik güzellik ülkesinde tüm canlıların birlikte yaşadığı bir orman varmış. Bu ormanda çeşit çeşit hayvanlar, ağaçlar ve çiçekler bulunurmuş. Kuşlar, ağaçlardan daha fazlaymış. Onların cıvıltıları bütün göğü süslermiş. Bu ormanda birbirinden güzel dostluklar varmış. Biz diyelim yapraklar kadar, siz deyin çiçekler kadar, mini mini çocuklar desin gökyüzü kadar… Ormandaki hayvanlar her hafta toplanıp birbirinden eğlenceli oyunlar oynarlarmış. Saklambaç, körebe, seksek, koşmaca, zıplamaca… Ormandaki hayvan dostlar bazen gölün kıyısındaki ağaç parkında oyunlar kurarlar, yarışmalar yaparlarmış. Bu ağaç parkı onların en sevdiği yermiş. Gökyüzünün berrak olduğu günlerin birinde minik kanguru, arkadaşları ile oyun oynamak için ağaç parkına gitmiş. Hep birlikte salıncakta sallanmışlar, zıplama tahtasında el ele zıplayarak gökyüzünden yıldız toplar gibi hayal kurmuşlar. Kaydıraktan göle kaymışlar. Balıklar bu oyuna pek sevinmiş, kurbağalar el çırpmış. Bütün hayvanlar doyasıya oynadıktan sonra koşu yarışması yapmaya karar vermişler. Yarışmayı her zamanki gibi yine gri tavşan kazanmış, hak ettiği havuç ödülünü çıtır çıtır yiyerek evine gitmiş. Ertesi gün yine tüm hayvanlar toplanıp seksek oynamaya karar vermişler, minik kanguru bu seksek oyununu çok seviyormuş. Ama çok güzel zıplamasına rağmen gözleri görmediği için taşın olduğu kareyi bulamıyormuş. Yine de tüm gün arkadaşları ile keyifli vakit geçirmiş. Kangurunun hayali yarışma oyunlarının birinde kazanan olmakmış. Kendisi gibi görme engelli başka hayvan olmadığı için o da arkadaşları ile aynı şartlarda yarışıyormuş. Aslında bu durum onu rahatsız etmiyormuş. Ona farklı olduğunu hiç belli etmiyorlar, onu olduğu gibi kabul ediyorlarmış. Minik kanguru böyle güzel bir arkadaş çevresi olduğu için çok şanslı olduğunu düşünüyormuş. Hatta yeni arkadaş edinmeyi de çok seviyormuş. Ormanda bazı günler misafir hayvanlar olurmuş. Derenin diğer tarafında yaşayan hayvanlar derenin suyu azalınca karşıya geçerler, ağaç parkındaki oyunlara katılırlarmış. Yine derenin suyunun azaldığı bir yaz günü, karşıdan gelen hayvanlar ağaç parkına gitmişler. Minik kanguru ve arkadaşları da parka gitmiş, hep birlikte köşe kapmaca oynayıp eğlenmişler. Derenin karşısından gelen hayvanlardan birisi “Bil Bakalım Bu Ne ?” oyununu yarışma şeklinde oynamayı önermiş. Tüm hayvan dostları ilk kez oynayacakları bu oyun için heyecanlanmışlar. Ama içlerinde en heyecanlısı minik kanguru olmuş. Çünkü her şeyi dokunarak buluyor ve tanıyormuş. Parmak uçlarında kurduğu dünyanın gizemli büyüsünü bir yarışmada kullanacağından içi kıpır kıpır olmuş. Nihayet yarışma başlamış, tüm hayvanlar gözlerini kapatmışlar ve kendilerine verilen nesneyi dokunarak tanımaya çalışmışlar. Oyunun her turunda minik kanguru dokunduğu nesneyi en ince ayrıntısına kadar tarif edip adını söylüyormuş. Hatta bazen o nesnenin hangi renk olduğunu da biliyormuş. Tüm arkadaşları şaşkınlık ve sevinçle karşılamışlar bu durumu. Oyunun sonunda kazanan minik kanguru olmuş. Yarışmaya katılan dostları onu içtenlikle tebrik etmişler ve en sevdiği meyvelerden ödül vermişler. Minik kanguru, emek vererek kazandığı bir yarışmanın haklı gururunu yaşıyormuş. Arkadaşlarına veda etmiş, meyvelerini yemiş ve hoplaya zıplaya yola koyulmuş. Minik kanguru ağaç parkından ayrılırken kuşlara, çiçeklere kısacası parmak uçlarındaki kocaman dünyaya gülümsemiş…
Dinle
Seksekle Örülen Dünya
Merhaba Günlük! Ben Kâmil… İlk defa günlük yazıyorum. Konya’nın Meram ilçesinde Hacı Veyiszade Ortaokulunda okuyorum. Matematikte biraz zorlansam da diğer derslerim iyidir. Kitap okumayı severim. Ayrıca kendimi en özel hissettiğim anlardan birisi koşmaktır. Koşarken hayal kurarım. Koşarak dünya turu yaptığımı, olimpiyatlarda koştuğumu düşünürüm. Bazen yoldan geçen arabalarla yarıştığımı hayal ediyorum. Genelde arabalar beni geçse de bazen başa baş bitirdiğimiz olur. En büyük hayalim, atletizmde dünya şampiyonu olup ülkemi temsil etmek… Bunun için okulumuzdaki Beden Eğitimi öğretmenimizden yardım alıyorum. Onunla okul çıkışlarında antrenman yapıyoruz. Bugün benim için önemli bir gün… Geçen ay okulda Geleneksel Çocuk Oyunları takım seçmeleri vardı. Ben de SEKSEK oyununa as oyuncu olarak seçildim. Geçen hafta ilçe finallerinde birinci oldum ve il finalinde yarışmaya hak kazandım. Allah’ım, mutluluktan havalara uçuyordum. Bugün yarışma günüydü. Gece heyecandan zor uyudum. Ama sabah erkenden kalktım. Gözümde uykudan eser kalmamıştı. Sokakta koştum geldim. Kahvaltımı yaptım ve okula gittim. Üçüncü dersten sonra Beden Eğitimi öğretmenimizle yarışmanın yapılacağı salona gittik. Salonda her okuldan yarışmacılar ve onları desteklemek için gelmiş öğrenciler vardı. Önce Kaleli Yakan Top, ardından Mendil Kapmaca karşılaşmaları yapıldı. Bu karşılaşmalar yapılırken heyecandan yerimde duramadığım için spor salonunun bahçesinde kaç defa koşarak tur attığımı hatırlamıyorum. Sonunda sıra bize geldi. Benden önceki yarışmacılar gayet iyi yarıştılar. Sıra bana gelince tüm salon dikkatle ve merakla beni izledi. Hiç hata yapmadan tam puanla yarışmayı tamamladım. Benden sonraki yarışmacılar da benim kadar puan alamayınca şampiyon olmuştum. Salondaki herkes beni ayakta alkışladı. Hatta bir ara okuldan destek için gelen arkadaşlarım, beni omuzlarına bile aldılar. Altın madalya göğsüme takıldı. Kupayı benim adıma ve okulumuz adına öğretmenimiz aldı. Olimpiyat şampiyonluğuna giden yolda ilk madalyamı aldım. Çok mutluydum. O an bunların gerçek olduğuna inanmakta zorlandım. Herkes benim bunu nasıl başardığımı konuşuyordu. Sevgili Günlük! Diyeceksin ki abartma… Alt tarafı seksek oyununda birinci oldun. Ama Sevgili Günlük bilmediğin bir şey var. Biliyor musun, ben tüm bunları sadece ayaklarımla yaptım. Seksek taşını ayağımla attım. Ellerim olmadan sekerken dengede kaldım. Şimdi anladın mı benim için bugünün önemini? Ben gidiyorum Sevgili Günlük. Annem bana kutlama pastası yapmış, onu yiyeceğiz ailecek. Kim bilir babam ve ağabeyim de ne hediyeler almışlardır bana. Ha unutmadan şunu da söyleyeyim: Seni de ayaklarımla yazıyorum Sevgili Günlük. Tıpkı yazmayı öğrendiğimden beri yaptığım gibi... Görüşürüz. Hoşça kal!
Dinle
Hem Ders Hem Oyun
Arkadaşımın işaret parmağı bir kuş. Sırayla hepimizin üzerine konuyor. En son kimin üzerine konarsa o ebe oluyor. - İğne battı, canımı yaktı, tombul kuş, arabaya koş, arabanın tekeri, İstanbul’un şekeri, hop hop, altın top, bundan başka oyun yok. “Yok” benim üstümde. Öyleyse ebe benim. Haydi, saklanın bakalım. Bir, iki, üç, dört, beş… Ebe olmak da güzel ama ben en çok saklanmayı seviyorum. Öyle saklanıyorum ki ebe üç gün arasa bulamaz. Bir tekerlemede bütün dünya var. TÜRKÇEMİZin güzelliği var. Ben varım; kuş, araba, İstanbul, şeker, altın top, oyun... Daha ne olsun? “Koş”la “kuş”u, “arabanın tekeri”yle “İstanbul’un şekeri”ni nasıl ustaca bir araya getirdiğimizi hiç düşündünüz mü? (Bu tür ses benzerliklerine kafiye/uyak diyorlar.) “Arabanın tekeri” dedim de aklıma geldi, “teker”le ilgili bir tekerlememiz daha var: Dün körebe oynamadan önce ebeyi seçmek için söylemiştim: “Teker teker tekerim, hani benim şekerim, akşam babam gelecek, bana şeker ve-re-cek.” İşte böyle. Baba, eve şeker getiren adamdır. Babanın kendisi şekerdir zaten. O gelince evimiz şekerci dükkânı olur. Bizim tekerlemelerimizde İstanbul çok geçer. İstanbul, Fatih Sultan Mehmet’in hayaliydi. Şimdi de bizim hayalimiz. Düğüne gitmek için terlik pabuç lazımsa doğru İstanbul’a… -Çan çan çikolata. -Hani bana limonata? -Limonata bitti. -Hanım kız gitti. -Nereye gitti? -İstanbul’a gitti. -İstanbul’da ne yapacak? -Terlik pabuç alacak. -Terlik pabucu ne yapacak? -Düğünlerde şıngır mıngır giyecek. Buradaki “limonata”, “çikolata”, “bitti” “gitti” benzerliklerini de unutmayalım. Bilgisayar oyunlarını da seviyorum. Araba, futbol, yarış, zekâ oyunları… Ben bu oyunları oynarken kardeşim boş mu duracak? O da tabletle pasta yapmayı, bebeğini giydirmeyi çok seviyor. Ama okul bahçesinde, trafiğe kapalı sokakta arkadaşlarla bir araya gelip oynamak bambaşka. Büyüklerimiz “tadından yenmez” diyorlar ya, aynen öyle. OYNAMAK UÇMAK GİBİ. Birdirbirle uçma alıştırmaları yapıyoruz. Seksek, uçuş denemesinin ilk adımı. Beştaşla parmaklarımız serçe olup uçuyor. Çelik çomakta çomağımız kuşlara özeniyor. Yakantop oynarken topu uçuruyoruz. Gökyüzüne kanatlanan uçurtmalar değil, biziz. Düşlerimizde hep uçuyoruz zaten. Körebeyle görüyor, ebelikten kurtuluyoruz; saklambaçla görülüyor, yeniden ebe oluyoruz. Yağ satarım bal satarım deyip geleneği sürdürüyoruz. Kardeşime diyorlar ki: “Koca kız oldun, hâlâ mı oyun?” Oysa daha on yaşında. Bana diyorlar ki: “Koca delikanlı oldun, hâlâ mı oyun?” Evet, hâlâ oyun, daima oyun. Bana yemeyi, içmeyi unutturan ikinci bir etkinlik söyleyin o zaman. İsmail Uyaroğlu ne demiş? Sebzelerden sevdiklerim: Havuç, patates, oyun. Meyvelerden sevdiklerim: Elma, şeftali, oyun. Bence en iyi besin oyun Çünkü Hiçbir şey yemesem bile bazen Oynarken doyuyorum. Evcilik oyunlarımızı izlemiyor mu büyüklerimiz? Anne, baba, çocuk, doktor, hasta, hemşire rollerinde nasıl başarılı olduğumuzu görmüyorlar mı? Görünce “Bu çocuklar bir âlem!” diye şaşırmıyorlar mı? Sahi, tiyatro da bir oyun değil mi? Bazen büyükler “ya ders ya oyun” diye iki seçenek sunuyorlar bize. Sizce de tuhaf değil mi? Oyun oynamak içimizden geliyor, ders çalışmak dışımızdan. Hangisini tercih edeceğiz? Tabii ki oyunu… Bari dersle oyunu dönüşümlü yapsınlar. Yani biraz ders, biraz oyun… Oyun, ders çalışmanın ödülü olsun. Haydi, bunu annelerimize, babalarımıza söyleyelim. “Ya ders ya oyun” demesinler bize; “hem ders hem oyun” desinler. Oyun da bir ders hem de en eğlenceli ders…
Dinle
Bülbül ile Bezirgan
Bir varmış, bir yokmuş. Ormanda yaşayan hayvanların sayısını bilen ve bülbülün sesinin güzelliğini bilmeyen yokmuş. Bülbülün sesinin sırrı bilinmez ama yıldızlar konuşurken bir çocuk onlardan şu masalı duymuş: Uzak diyarlardan birinde, içindeki ağaçların dalları bulutlara değen bir orman varmış. Bu ormanda anne bülbül ile üç minik yavrusu yaşarmış. Onlara bakanlar kanatlarının renklerinin güzelliğine mi, seslerindeki huzurun büyüsüne mi hayran kalsınlar, bilemezlermiş. Günlerden bir gün ormanda ince ince bir yağmur yağmış. Toprağın etrafa yaydığı koku, öyle güzelmiş ki anne bülbül yavrularını da alıp biraz gezmek istemiş. Yağmur birden hızlanıvermiş. Anne bülbül ve yavruları yorulunca genç bir ağacın dalına konup dinlenmişler. Tam bu sırada büyük bir gürültüyle irkilmişler. Her biri korkuyla başka bir ağaca uçuşmuş. Dinlendikleri ağaçtan çıkan dumanları görünce bir yıldırım düştüğünü anlamışlar. Anne bülbül yavrularını etrafına tekrar toplamak için seslenmiş. İki yavrusu hemen yanına gelmiş ama en küçüğü bir türlü gelmemiş. Anne bülbül, telaşla etrafına bakınırken yavrusunu yerdeki bir adamın avuçlarının arasında görmüş. Kanadından yaralanmış minik yavru, acı içinde çırpınıyormuş. Adam oradan uzaklaşırken anne bülbül, gözyaşlarıyla arkalarından bakakalmış. Aradan biraz zaman geçmiş. Bülbüllerin sesiyle neşelenen orman sessizliğe bürünmüş. Anne bülbül, evlat hasretine dayanamayıp yavrularını da yanına alıp düşmüş yola. Hayatında hiç bu kadar hızlı uçmamış. Çünkü kanatlarını değil, yüreğini çırpıyormuş. Sonunda kocaman bir han kapısının önüne varmışlar. Kapıda ellerinde yüklerle bekleyen birkaç adam duruyormuş. Adamlar, yüklerini yere bırakıp kapıyı çalmışlar. İçlerinden biri seslenmiş: - Aç kapıyı bezirgânbaşı! Kapıyı bülbülün yavrusunu götüren adam açmış ve şöyle demiş: - Hoş geldiniz. Sizi içeri alırım almasına da kapı hakkı ne verirsiniz, demiş. Adam heybesinden küçük bir ipek kumaş çıkarıp uzatmış. Bizden sana yadigâr olsun, demiş. Anne bülbül olup bitenleri anlamaya çalışırken hanın etrafında şöyle bir dolaşmış ve pencereden bakınca bir de ne görsün? Minik yavrusu bir kafesin içinde uçuşuyormuş. Adamlar içeri girince kapı kapanmış. Anne bülbül cesaretini toplamış, evlatları ile birlikte kapının tokmağını kaldırıp bırakmışlar. Anne bülbül seslenmiş: - Aç kapıyı bezirgânbaşı, demiş. Kapı açılmış. Adam karşısında anne bülbül ve yavrularını görünce önce şaşırmış, sonra tebessüm etmiş. Anne bülbül hüzünlü bir sesle yalvarmış: - Bezirgânbaşı, bana yavrumu geri ver, demiş. Bezirgânbaşı cevaplamış: - Elbette veririm, güzel sesli dostumun güzel sesli annesi. Ben onun kanadını sardım. Kanadı iyileşince ormana getirecektim, demiş. Anne bülbül şaşkınlıkla sormuş: - Peki, bizden kapı hakkı istemeyecek misin, demiş. Bezirgân tebessümle karşılık vermiş: - Ben burada konaklayacaklardan küçük hediyeler alırım. Biz dostuz, siz bana o güzel sesinizi hediye edin ve yavru bülbül iyileşene kadar misafir olun yeter, demiş. Masalı yıldızlardan dinleyen çocuk bunu bir oyun zannetmiş. O gün bugündür şu sözlerle çocuklar bezirgânbaşı oyunu oynuyorlar: Aç kapıyı, bezirgânbaşı, bezirgânbaşı! Kapı hakkı ne verirsin? Arkamdaki yadigâr olsun, yadigâr olsun… Gökten üç elma düşmüş. Biri bülbüllere, biri bezirgânbaşına, diğeri de oyun oynamayı seven bütün çocuklara…
Dinle
Atölye Büyüteç b-612
Oyuncaklar Yaşlanır mı? Babanın oynadığı oyuncakları gördün mü hiç? Peki ninenin ilk oyuncağını biliyor musun? Peki ya büyük büyük büyük ninelerinin ve dedelerinin oyuncaklarını? İtiraf et, seni hazırlıksız yakaladım! Dünya üzerinde çocuklar ta eski zamanlardan beri oyuncaklarla oynamış. Arkeologlar kazılarında bu oyuncaklara da rastlıyormuş. Bazen bir tahta at, bazen bir top, bazen bir çıngırak, bazen de bir oyuncak bebek... Bu oyuncaklar çok yaşlıymış! Ben diyeyim iki bin beş yüz, sen de üç bin yıl önce Çin’de, Mısır’da, İskoçya’da, Roma’da çocuklar taştan yapılmış toplarla, yoyolarla, uçurtmalarla, tahta atlarla, topaçlarla, misketlerle ve tahtadan, taştan veya topraktan yapılmış oyuncak bebeklerle oynuyormuş. İstanbul’da ise 1700’lü yıllarda balonlar, tahta topaçlar, çemberler, tefler, toprak düdükler meşhurmuş. Bugün bu oyuncaklara Eyüp Oyuncakları deniliyor. 1900’lere gelindiğinde artık harika oyuncak bebekler, bebek evleri, kurşun askerler, oyuncak arabalar üretilmiş; oyuncak fabrikaları kurulmuş. Çocuklar bu fabrikalarda imal edilen tenekeden oyuncaklarla oynamaya başlamış. Yıl 1950 olunca pilli oyuncaklar da oyuncak sepetlerinde yerini almış. İlk robot oyuncaksa 1940’lı yıllarda Japonya’da üretilmiş. Bu robot, anahtarla kurulduğunda kendi kendine yürüyebiliyormuş. Adı da Lilliput’muş. Yani “ufacık”. Yaşlı Oyuncaklar şimdi Nerde? Peki eski zamanlardan kalma bu oyuncaklar şimdi nerede? Çocukların yıllar yıllar önce oynadığı bu oyuncakların bir kısmı dünyanın çeşitli şehirlerindeki oyuncak müzelerinde yaşıyor. Ülkemizde de oyuncak müzeleri var: Ankara’da Ankara Üniversitesi Oyuncak Müzesi, İstanbul’da İstanbul Oyuncak Müzesi, Antalya’da Anadolu Oyuncak Müzesi, İzmir’de Ümran Baradan Oyun ve Oyuncak Müzesi, Gaziantep’te Gaziantep Oyun ve Oyuncak Müzesi ile Samsun’da Canik Oyuncak Müzesi. Sen de ailenle bu şehirlerden birine gezmeye gidersen oyuncak müzesini gezi programınıza dâhil edebilirsin. Orada binlerce oyuncakla tanışabilir, geçmişe gidip hayallere dalabilirsin. Unutmadan! Türkiye’deki, hatta dünyadaki bazı oyuncak müzelerinin internet sayfalarında sanal bir gezintiye de çıkabilirsin. Oyunun gizli kuralları Biliyorsun her oyunun kuralları var. Bilgisayar oyunlarının da kuralları var, evde ve sokakta oynadığın oyunların da. Bir de öyle gizli kurallar var ki her zaman her oyunda bu kurallara uymalısın. Dinle, şifreli bir şiirle bunları anlatayım sana. OYUN OYNARKEN COŞKUYLA YARDIM ET ARKADAŞLARINA UNUTMA SORUMLULUKLARINI NAZIKÇE PAYLAŞ OYUNCAKLARINI OYNA DÜRÜSTÇE, NE GÜZEL ARKADAŞLIK YENILSEN DE YAPMA MIZIKÇILIK NE ZAMAN KIZARSAN HEMEN ÖZÜR DILE ARKADAŞLARINA SAYGILI OL, KÖTÜ SÖZ SÖYLEME RAKIBINE HAKSIZLIK ETME, HEP ADIL OL KISKANÇLIK SANA YAKIŞMAZ, CÖMERT OL ETME SAKIN HA KAVGA, HOŞGÖRÜLÜ OL NEREDE ARKADAŞLARIN, HOPLA, ZIPLA, MUTLU OL! Şimdi seninle küçük bir arkadaşımın oyun dünyasına gidelim. Benim Oyun Dünyam Yazan: Sümeyye Hançabay Benim küçük ama sınırsız oyun dünyama hoş geldin! Burada istediğin her yerde olabilir, istediğin her şeyle oynayabilirsin. Mesela bir ormanda yakalamaca oynayabilir, ağaç dallarından, taşlardan ve yapraklardan oyuncak yapabilirsin. İstersen buzullarda paten kayabilir, balık tutabilirsin. Bunlar için ormana ya da buzullara gitmene gerek yok. İHTIYACIN OLAN SADECE SINIRSIZ BIR HAYAL GÜCÜ. Ben oyun oynarken her şeyi oyuncak olarak düşünebiliyorum. Örneğin evdeki eşyaları farklı cisimler olarak görebiliyorum. Yastıklardan at, çoraplardan bebek, tespihlerden insan yapabiliyorum. Deniz kabukları, taşlar, ağaç dalları oyunumun birer parçası oluyor. BENCE HER ÇOCUK BUNU YAPABILIR. Bazen tabii ki hazır alınmış oyuncaklarla da oynuyorum. Küçükken en sevdiğim oyuncaklardan biri Ayşe bebeğimdi. Ayşe, kırmızı ip saçlı, kahverengi gözlü bir bez bebekti. Kiraz desenli şapkası ve eteği vardı. Geceleri ona sarılıp uyurdum. Ayşe’yle oynarken kendimi gerçek bir anne gibi hissederdim. Onunla hayvanat bahçesinde gezer, ona her şeyi gösterirdim. Artık kardeşim, Ayşe’yle oynuyor. Kendi dünyasında Ayşe’yi kim bilir nasıl düşünüyor? Senin de oyuncaklarını merak ediyorum. Haydi beraber oynayalım mı?
Dinle
Gülümse
-Arkadaşların mendil kapmaca oynayacaklarmış, seni de çağırıyorlar! -Linkini atsınlar baba! -Değişelim mi? -Oğlum sana kaç defa söyledim; “çakmakla oynama diye!” -Arkadaşlar yakan top oynamayalım, tehlikeli oluyor! -Saklambaç oyununu çok mu ciddiye aldım acaba?! Hava da karardı! -Misket öyle oynanmaz, gel sana öğreteyim!
Dinle
Nasreddin Hoca
Günün birinde Hoca evine doğru gidiyormuş. O sırada birkaç çocuk sokakta oyun oynuyormuş. Çocuklardan biri aniden Hoca’nın kavuğunu kaptığı gibi arkadaşlarına fırlatmış. Başlamışlar onunla oynamaya. -Bana da at Recep! Hoca kavuğunu geri almak için çocuklarından peşinden koşmuş... -Getirin kavuğumu çocuklar! -Hooop! Ancak yorulmuş. Çaresizce kavuksuz olarak evine gelmiş. -Bey! Kavuğun nerede? -Kavuğum çocukluğunu özlemiş. Komşu çocukları ile sokakta oynuyor!
Dinle
Oyun Şiirleri Seçkisi
Fazıl Hüsnü Dağlarca 1914-2008 OYUN Oynasak Biri yıldız olsa Biri ben olsam. Oynasak Gelse gecenin biri Çağırsak gündüzün birini Biri ben olsam. Oynasak Alsam yeni doğan çocuğun sesini Götürsem Yıldızın birine. Behçet NECATİGİL 1916-1979 EVCİK Kapı önünde Ayşe, Hanım hanımcık iş gördü, Sonunda kendine göre Bir yuva kurdu. İlk ben oldum misafiri Güle güle otur’a gittim. Bir yüksük fincanda getirdiği Hayal kahveyi içtim. Kibrit kutusu sekide Oturmuştuk bahçeye karşı. Ortada hokkadan bir masa Üstünde örtü yerine Yaldızlı çikolata kâğıtları. Gözüm gazoz kapaklarına gitti, Sorup öğrendim: Kapkacakmış. Toplamış sokaktan ucu yanık kibritleri: Bu kış odun yakacakmış. Yangın yeri bir arsadan bulduğu Cam kırıkları: Para. Ev çevirmek kolay, diyordu İş tutumlu olmakta...... Gültekin SÂMANOĞLU 1927-2003 ÖĞÜT Önce taş oyunlarından başlayın: Üç taş, beş taş, dokuz taş, ve on bir taş Sonra birdirbir, sonra yavaş yavaş Uzuneşekte on’a kadar sayın Ve bakın çevrenize, kim körebe? Yağ satın, bal satın, usta ölmüşse Kendi kendiniz satın, çığlık çığlık. Yapın yağmur sonu kâğıttan kayık, Hatta üzerine yıldırım düşse Bunlar zarar vermez minicik kalbe. Küsün ağabeylere, ablalara Sizin taşlarınız onlarda kurşun. Saklambaç oynayın, koşun ha koşun Temiz alnınıza çalmayın kara, Büyüyün hepsine deyin ki: Sobe!.. İsmail Uyaroğlu (1948-) ÇOCUK VE OYUN Sebzelerden sevdiklerim: Havuç, domates, oyun. Meyvelerden sevdiklerim: Elma, şeftali, oyun. Bence en iyi besin oyun Çünkü Hiçbir şey yemesem bile zaten Mavisel Yener 1962-(.......) OYUN HAKKI Simit satan çocuğun sesi Düşer de çocuk bahçesine Sabah serinliğinde Neden düşmez yolu Bu oyun cennetine? Sunay AKIN 1962-(.......) MİNARE Top oynayan arkadaşlarını minareden gördüğü için acelecidir ezan okuyan MUSTAFA ÖKKEŞ EVREN 1966-(.......) ÇOCUKLUK ÇAĞIM Oyun ne muhteşem bir icat! İşte bilyelerim Topum Topacım Ve çemberim Aç kapıyı bezirgân başı Ben geldim Çelik çomak, yakar top, yerden yüksek Birdir bir, körebe, saklambaç Anneanne saat kaç? Geçti mi yoksa çocukluk çağım? Mustafa Uçurum 1973-(.......) DEDEMİN OYUNCAĞI Eski bir oyuncağım vardı Onu buldum geçenlerde Dedem yapmıştı Her şeyini eliyle Küçük bir tekerlek Kırmızı bir sopa Ucunda tenekeden bir zil Koşunca zil sesi doluyordu her yere Dedem yok artık Oyuncağa sarılıyorum durmadan Seviyorum, oynuyorum Sanki dedemi görüyorum Bütün pilli oyuncaklarım Siz biraz daha dinlenin Ben dedemin oyuncağıyla Oynayacağım şimdi Dedem beni gördükçe Mutlu olsun diye Vural KAYA 1975-(.......) SEVSELERDİ BİZİ Dedelerimiz Şehirlere taşınmışlar zamanla Koskoca şehirlere Dedelerimiz Bizim mutsuz olacağımızı Bilselerdi Hiç taşınırlar mıydı? Bu koskoca şehirlere Bizim oyunsuz Oyuncaksız kalacağımızı Bilselerdi Hiç taşınırlar mıydı? Koskoca anne-babalarımız Koskoca teyze-amcalarımız Bizi gerçekten sevselerdi Bizi sınavdan sınava Yarıştan yarışa koşturup Dururlar mıydı? Koskoca mühendisler Teknik piknik amcalar Sevselerdi bizi icat ederler miydi? Her düşündüklerini Bilgisayarlara Televizyonlara Play station’a Hapsedip bizi Dijital odalara Bu sevimli görünen Sevimsiz oyun salonlarına Kaptırırlar mıydı hiç bizi? Çağrı GÜREL 1976-(.......) APARTMANLAR ARASINDA Çiziyorum kömürden Oyuna başlamak için Çizgileri yollara Amcalar geçerken basıyor Yandınız! diyorum Anlamıyorlar Hokus pokus Yanıyorlar Bakmıyorlar bile İşlerine geç kalmışlar Bir çıkmaz sokak olsa Ya da küçük bir bahçe... Kaldırımlarda çizgilere basmadan Ne iyi olurdu Babamın elinde Bir kazma kürek Ben dut dalını sallıyorum Annem, kardeşim Açıp sofrayı beklese Kara kara dutlar tapır tapır... Ne iyi olurdu Göründü bana evin yolu Balkon göründü Kaldırımlarda çizgilere basmadan Yine giriyorum evime Pencereden dalıyorum Uçup giden göklere
Dinle
Beştaş ve İki Ceviz Bileti
Beştaş, bizim mahallede neredeyse tüm çocukların sevdiği bir oyundu. Hepimiz taşlarımızı ceplerimizde taşır, ara sıra taş takası yapardık. Annemle babama gittikleri yerlerden bana taş getirmelerini isterdim. Böylece en pürüzsüz, elimle toplaması en rahat taşları seçerdim. Çünkü mahallemizdeki taşların hepsi birbirine benzerdi. Kenarları keskin çakıl taşları vardı her yerde. O gün Atiye teyzenin avlusunda beştaş turnuvası düzenleyecektik. Bu turnuva için çok heyecanlıydım. Cebimdeki taşların şıngırtısı heyecanımı iyice arttırıyordu. Turnuva başlamadan ilk eşleşmelerimizi “Aldım, verdim, ben seni yendim.” adım oyunuyla yaptık. Ben Nilgün’le oynayacaktım. Nilgün bir önceki beştaş turnuvasının şampiyonuydu. Oyun süresince ellerim titremeden sonuna kadar taşlarımı topladım. Sıra Nilgün’e geldiğinde taşları yerden toplarken bir anda havaya attığı taşı yere düşürdü. Nilgün’den sonra diğer arkadaşlarımla oynadığımda da kazanan ben olmuştum. “Sevgili arkadaşlar, bugünkü Beştaş Turnuvası şampiyonumuz Burcu’yu tebrik edelim.” diye seslendi hakemimiz Ahmet. Her oyunda bir hakem olur, değil mi? Bütün arkadaşlarım sevinçle beni kutladılar. Bizim mahallede oyunların sonunda kazanan ve kaybeden herkes birbirini tebrik etmeyi bilir. “Haydi, arkadaşlar turnuvamızı son oyunumuzla kutlayalım, ne dersiniz? Atiye teyzenin bizim için hazırladığı meyve suyunu içerken, sizin için hazırladığımız tiyatromuzu izlemeye var mısınız?” Ahmet, mahallenin oyun kurucusu, oyunların hakemi, oyunlarda sorun yaşanırsa da en iyi sorun çözücüsüydü. On parmağında on marifet vardı. Aynı zamanda mahallemizdeki tiyatro ekibinin lideriydi. Ara sıra hepimiz bu oyunlarda rol alırdık. Ahmet ve yakın arkadaşı Begüm oyunları yazar, oyuncular için bisikletleriyle duyuru yaparlardı. Turnuvadan sonra oyunu izleyecektik. Biletlerimiz de hazırdı. Herkes hazırlıklıydı. Ceplerimizin birinde taşlarımız, diğerinde cevizlerimiz vardı. “Bugünkü oyun için biletimiz iki ceviz.” dedi Begüm ve kese kâğıdını cevizleri atmamız için biz izleyicilere uzattı. Hepimiz Atiye teyzenin avlusundaki merdivenlere yerleştik. Oyunu izlemek için hazırdık. Kese kâğıdı ağzına kadar cevizle dolunca, oyun başladı. Meyve sularımızı içerken kahkahalara boğulmuştuk. Beştaş oyununda mızıkçılık yapıp oyunu hırslarıyla tatsızlaştıran iki çocuğun komik olaylarını oynuyorlardı. Oyun sonunda Ahmet, Begüm ve diğer iki arkadaşımız bizleri selamladılar. Toplanan ceviz biletlerimizi kırıp hep birlikte afiyetle yedik.
Dinle
Oyunun İyileştirici Gücü Adına: Oyna, Eğlen, Mutlu Ol
Oynayan çocuk, canlılığın ve sevincin sembolüdür. Hebbel Çocuklar, en çok hangi oyunları seviyorsunuz? Oyun oynarken neler hissediyorsunuz? Peki, siz anne ve babalar, çocukken en çok hangi oyunları oynardınız? Şimdi, çocuğunuzla hangi oyunları oynuyorsunuz? Oyunun sayısız yararları olduğunu biliyor musunuz? Her şeyden önce oyun oynarken keyifli ve eğlenceli vakit geçiririz. Çünkü oyunda heyecan, merak, hareket, araştırma, mücadele, iş birliği, sürpriz gibi birçok öge vardır. Bu yüzden oynarken zamanın nasıl geçtiğini anlamayız. Oyun sırasında atlama, koşma, bulma, atma, düşünme, sınıflandırma, problem çözme, karar verme, takım olma gibi bedensel, zihinsel ve sosyal birçok eylemi gerçekleştiririz. Tüm gelişim alanlarını destekleyen bu eylemler hem eğlenmemizi hem öğrenmemizi sağlar. Oyun sırasında yaşadığımız güzel duygular öğrenmemizi kolaylaştırır. Bu güzel duygular sayesinde oyunda hem öğrendiklerimizi hem de yaşadıklarımızı unutmayız. Böylece oynarken doğal bir şekilde öğreniriz ve çok yönlü gelişimimizi destekleriz. Oynadıkça gelişir ve yaşamı daha iyi anlamlandırırız. Oyun oynarken yeni bilgi ve becerileri keşfeder ve eğlenerek öğreniriz. Öğrenme-öğretme sürecine aktif bir şekilde katılarak keyif alır ve olumlu duygular yaşarız. Peki, neden oyun bizi mutlu eder? Neden bize olumlu duygular yaşatır? Oyunda kendimizi özgürce ifade ederiz, hayal gücümüzü geliştiririz, farklı rollere girerek hayallerimizdeki karakterler oluruz, empati kurarız, rahatça konuşuruz, yeni şeyler üretiriz, mücadele ederiz, güleriz, eğleniriz, başarırız, kazanırız, kendimizi geliştiririz… Hayır hayır kaybetmeyiz. Sadece oyun sürecinin içinde olmak bile bize çok şey kazandırır. Oyun sırasında yaptığımız eylemler stresimizi azaltır. Oyunda hareket etmek bize müthiş bir keyif verir. Yaptığımız tüm hareketler sağlığımız, mutluluğumuz ve beyin gelişimimiz için çok önemlidir. Bu nedenle hız, esneklik, dayanıklılık ve buna bağlı olarak da özgüven kazanmamız için fiziksel güçlerimizi kullanacağımız ve daha çok hareket edeceğimiz oyunlar oynamalıyız. Arkadaşlarımızla, öğretmenimizle, anne babalarımızla oyun kurmak, onlarla sağlıklı iletişim ve etkileşim kurmak demektir. Çünkü oyun yoluyla duygularımızı ve düşüncelerimizi rahatça oyun arkadaşlarımızla paylaşabiliriz. Bu sayede güçlü bir bağ kurabiliriz. İşte bu güçlü bağ ile kendimizi güvende ve iyi hissederiz. Sevgili anne babalar, oyun çocuklarımız için elbette çok önemlidir. Ancak onların oyun yoluyla kendilerini iyi hissetmeleri ve mutlu olmaları için daha önemli olan nedir biliyor musunuz? Cevabı çok basit, sizin onlarla oyun oynamanız… Çünkü, Oynadıkça gelişir çocuk, Eğlenir, öğrenir, araştırır, üretir. Ve sen oynadıkça sevgili anne baba, Mutlu ve başarılı çocuklar yetişir. Şimdi sevgili çocuklar ve anne babalar, oyun oynamaya hazır mısınız? Haydi, gelin birlikte oynayalım! Dön ve Söyle • Annenizle veya babanızla ayakta sırt sırta durun. • İçinizden biri “Dön.” dediğinde aynı anda birbirinize dönün. Her ikiniz de dönerken bir elinizin parmaklarıyla 1, 2, 3, 4 veya 5 yapın. • Birbirinizin gösterdiği rakamı önce söylemeye çalışın. Kim önce söylerse diğeri ona sarılsın. • Oyunu birkaç kez oynayın. • Oyunda neler hissettiniz? Sevimli Heykel • Annenizle veya babanızla ayna oyunu oynayınız. Önce siz bir hareket yapın, ardından da anne ve babanız aynı hareketi tekrarlasın. Daha sonra rol değiştirerek oyuna devam edin. • Sırayla farklı pozlar verin. Birbirinizin verdiği pozların aynısını oluşturun. • Onur EROL’un “Heykel” şarkısını açın. Şarkının heykel oluşturma yerlerinde önceki oyunlarda olduğu gibi birbirinizin oluşturduğu heykellerin aynısını yapmaya çalışın. • Oyunların sonunda birlikte bir hatıra fotoğrafı çektirin.
Dinle
Oyunların En Güzeli Göçürme (Mangala)
Eskiden annem “Kızım biraz dışarı çık, arkadaşlarınla oyun oyna!” derdi. “Sizin yaşınızdayken sokakta ne güzel oyunlar oynardık…” diye eklerdi. Eve girmek istemez, sabahtan akşama kadar oyun oynarlarmış. Ben resim yapmayı, televizyon seyretmeyi, bilgisayar oyunu oynamayı istediğim için hiç dışarı çıkmazdım. Sokakta oynamak aklıma bile gelmezdi. Salgın yüzünden arkadaşlarımla görüşemiyorum. Okul yok. Resim yapmak içimden gelmiyor. Sabah akşam televizyon ve bilgisayar… Televizyon seyretmekten bıktım. Bütün çizgi filmleri ezberledik. Bilgisayar kullanma iznim var ama oradaki oyunlardan da sıkıldım. Okul arkadaşım Hilal’in “Çok güzel, bunları oku.” diye önerdiği kalın kitapları okudum. Uçan süpürgeler, ejderhalar, büyücüler, vampirler… Hoşlanmadım. Babamın, “Bunlar tam sana göre, seveceksin!” dediği kitapları beğendim ama onlar da bitti. Ben böyle somurtmuş düşünürken telefonun zili çaldı. Arayan dedemdi. Dedemle ninem, Karadeniz kıyısındaki şirin bir köyde yaşıyorlar. Hiç çıkmamışlar köyden. Annem daha “Nasılsınız, iyi misiniz?” demeden dedem, anneme bizi sormuş olmalı ki başladı anlatmaya: - Torunların sürekli evde olmaktan sıkıldı. Sokağa çıkmak istiyorlar. Bildiğim bütün oyunları oynadık, masalları anlattım, dedi ve bir süre dedemi dinledi. - Bakalım hatırlayabilecek miyim o oyunu, dedi. Dedemle biz de konuştuk. Çayırlarda koşup oynamamız için köye çağırdı. “Birlikte balık tutar, dağlara çıkar, fındık toplarız.” dedi. “Geliriz.” dedik. Telefonu kapatınca annem mutfağa gitti. Elinde 12 çay tabağı, 2 tas, bir avuç fasulye tanesiyle döndü. Masaya oturduk. 6 çay tabağı ve 1 tası kendi önüne, 6 çay tabağı ve 1 tası da benim önüme koydu. - Dedenizin bana hatırlattığı oyunun adı “Göçürme”. Dışarıda, küçük kuyu ve taşlarla oynanıyor. Evde kuyu yerine çay tabağı, taş yerine fasulye kullanabiliriz. Bu tasa da uttuğun yani aldığın taşları koyarsın. Adı “Hazine”dir. Her kuyuya 5’er taş koyacaksın. Fasulye taneleri oyun taşlarımız. Atalarımız bu oyuna göç ettirme anlamında “Göçürme” adını vermişler. Binlerce yıldır oynamış ve dünyaya öğretmişler. Satranç gibi... Her yaşa ve zekâya göre çeşidi var. - Nasıl yani? - Kuyu ve taş sayıları ile taş alma kuralları kolaydan zora doğru değişebiliyor. 3, 5, 7 kuyu ile oynananı da var; 9 veya 12 kuyulusu da var. Yüzlerce çeşit... Biz 6’şar kuyu 5’er taşla oynayacağız. Oyuna küçükler başlar. Her kuyuya 5 taş konulur. Kendi kuyularının birinden taşları alarak yanındaki kuyudan itibaren birer birer dağıtır. Kuyuları bitince oyun arkadaşının kuyularına doğru taş dağıtmaya devam eder. Son taşı bıraktığı kuyudaki taşları alarak dağıtmaya devam eder. Son taşı boş bir kuyuya denk gelene kadar dağıtmayı sürdürür. Boş kuyuya son taşını bırakmışsa o kuyunun karşısındaki kuyuda ne kadar taş varsa o taşları alır, kendi hazinesine koyar. Sıra, karşısındaki oyuncuya geçer. O da aynı şekilde kendi tarafındaki kuyuların birinden aldığı taşları, hemen yanındaki kuyudan başlayarak dağıtır. Son taşı boş bir kuyuya gelene kadar dağıtmaya devam eder. Bu şekilde ilk el biter. - Hım, anladım, ya sonra? - Kimin taşı daha fazlaysa ilk eli kazanır. İkinci ele de o başlar. Taşı fazla olan, arkadaşına ödünç taş verir. Fazla taş sayısı 5 ise arkadaşının bir kuyusunu kapatır. Bütün kuyuları kapanana kadar oyun devam eder veya oyunun başında kararlaştırıldığı el kadar oynanır. En çok eli kazanan oyuncu oyunun galibi olur. Yenilene tatlı cezalar verilir. - Büyükler nasıl oynuyor? - Onların oyunları daha zordu; son taşları ile bir kuyudaki taşları üç yapınca o kuyuya düşen taşlar üç yapanın oluyordu, o kuyuya renkli bir taş bırakıyorlardı, son taşlarıyla çift yapınca da taş alıyorlardı. - Çok zevkli bir oyuna benziyor. - Hem çok zevkli hem de zekâyı geliştiriyor. Haydi, sen başla!
Dinle
DİJİTAL DÜNYA”NIN OYUNLARI
T eknoloji hayatımızı kolaylaştırmanın dışında neler sunuyor bize? “Ooo... Saymakla bitmez...” dediğinizi duyar gibiyim. Gerçekten saymakla bitmez. Bunlardan biri de bizlere eğlenceli zaman geçirebilmemiz için sunduğu alternatifler... Bu alternatiflerden biri de dijital oyunlar... Tabletinden, bilgisayarından veya telefonundan hiç oyun oynamayan var mı aranızda? Yoktur değil mi? O kadar alıştık ki elimizdeki cihazlarla bir şeyler yapmaya… Oyun oynamak da yaptığımız bu işlerin başında geliyor. Dışarıdan bakıldığında dijital oyunların çok fazla yararı olmadığı düşünülse de aslında farkında olmadan bu oyunlardan birçok şey öğreniyoruz. Örneğin; oyuna başlamak için “play” veya “start”a basmamız gerekiyor. Öğrendiğimizmbu bilgiyi diğer dijital ortamlarda ve günlük hayatımızda kullanıyoruz. Farkına varmadan “dijital okuryazarlık” öğrenmeye başlıyoruz aslında. “Role play” denilen rol yapma oyunlarında gerçekte görmediğimiz büyüklükteki şehirlerde geziyor, araba kullanıyor veya uçağa biniyoruz. Çoğumuzun gerçek hayatta bunları yapabilme imkânı yok. Ama oyunlar sayesinde bütün bunları deneyimleyebiliyoruz. Oyun içinde bir şehirde gezerken “bağımsız düşünme” ve “karar verme” yeteneğimizi geliştiriyoruz. Bilgisayarımızın faresiyle hızlı hareketler yaparken “el-göz koordinasyonumuzu” geliştiriyoruz. Düşünsenize; bir oyunda ilerlerken karşımıza bir kapı çıkıyor ve kapı kapalı. Ekranda ipucu olarak anahtar şekli beliriyor. Kapının anahtarla açılacağını anlayıp hemen anahtar aramaya koyuluyoruz. Biz anahtarı ararken dikkat becerimiz gelişiyor. Bir anda geriye doğru bir sayım başlıyor ekranda... Anahtarı bulmak için gerekli zamanımızın daraldığını düşünüp daha da hızlanıyoruz. Biz bu sırada aslında “baskı altında kriz yönetimi” yapıyoruz. Oyunu kazandığımızdaysa “başarı duygusu”nu tadıyor, “özgüvenimizi” artırıyoruz. Sınıfa yeni gelen bir arkadaşınızı veya yeni bir sınıfa gittiğinizi düşünün. Bu durum bazen çok zor olabiliyor değil mi? Ama takımla oynanan oyunlarda bir anda ekip lideri olup tanımadığımız kişileri yönetebiliyoruz. Ortak amaçlar belirleyip “grup çalışmasını” öğreniyoruz. Bazı oyunlardaysa ilerleyebilmek için bize çeşitli görevler veriliyor. “Bütün elmaları toplarsan diğer bölüme geçebilirsin.” gibi. Asıl hedefimiz oyunu bitirmekken bir bakıyoruz ki sırası ile yapılması gereken birçok görevi yerine getirmişiz. Bazen eğlenceli bazen de sıkıcı olan bu görevleri, oyunu bitirebilme veya bir sonraki bölüme geçebilme heyecanıyla motivasyonumuzu kaybetmeden yapıyoruz. Bu esnada “özmotivasyon” ve “bir işe odaklanma” becerilerimiz gelişiyor. Oyunlardan edindiğimiz bu deneyimleri gerçek hayatımıza aktardığımızda anlıyoruz ki hayatta bir şeyler başarabilmek için öncelikli “hedeflerimiz” ve bu hedefe ulaşmak için sabırla yapılması gereken “görevlerimiz” bulunmakta. Bu görevleri özenle yerine getirirsek hedefimize ulaşabiliriz. Tek yapmamız gereken kendimize güvenmek. Peki dijital oyunların bu kadar faydası varsa neden ailemiz bizi kısıtlıyor? Çünkü dijital oyunların yararları gibi pek çok da zararı var. Mesela dinlenmeden oyun oynamak gözlerimizi bozabiliyor. Oyunlar bizi ailemizden, arkadaşlarımızdan uzaklaştırabiliyor. Hatta bazı oyunlar ruh sağlığımızı bile bozabiliyor. Bu yüzden oyuna başlamadan önce ailemizin onayını almamız çok önemli... Eğlenceli oyunlar oynadığınız, bütün puanları topladığınız ama hayatın gerçeklerinden ve güzel mi güzel sokak oyunlarımızdan kopmadığınız güzel günler geçirmeniz dileğiyle... Hoşça kalın...
Dinle
Çömçeli Gelin
Ayşe gözünü açtığında arabaları asfalttan çıkmış, kıvrımlı dağ yollarında geride bir toz yığını bırakarak ilerliyordu. Babası çocukluğunu geçirdiği köyü hep anlatırdı. Babasının anlattığı çocukluk hatıralarından Ayşe’nin belleğinde bir köy manzarası vardı. Köye girişte, zirvesi bakıra çalan, etekleri kül renkli dağı görünce, “İşte geldik, değil mi baba?” dedi. Babasından önce annesi “Evet kızım, bak dedenin evi şu caminin yanındaki ev… Şimdi ne heyecanla bekliyorlardır bizi.” dedi. Babasının yüzündeki gülümsemeden mutluluğu hissediliyordu. O bayırlar, uzaktaki tepeler, akıp giden çay… Hepsi ama hepsi babasının çocukluğuna tanıklık etmişti. Akşam yemeğinden sonra Ayşe, amcasının çocukları ile hımbıl oynadı. Bu oyunu öyle sevmişti ki, annesi Ayşe’yi uzun bir süreden sonra ilk defa bu kadar mutlu görüyordu. Bu köyde çocuklar hımbıl oyununun yanı sıra kibrit oyununu da sık sık oynarlardı. Oyuncaklarını da kendileri yaparlardı. Tahtadan dört tekerlekli araba, çamurdan çeşitli otomobil ve kamyonlar… Tekerleğin en güzelinin, çam kabuğundan olduğunu bilmeyen çocuk yoktu bu köyde. Kökküç, çelik çomak, üç kala, lastik çatalı kırma, löttü, kızak, hızzan, yalak, dokurcun, sıçan, yüzük, seksek, esir almaç, yakan top, beştaş, uzuneşek, körebe, mendil kapmaca ve saklambaç… Çeşit çeşit oyun, saymakla bitmez. Ayşe arkadaşlarına ve köye çabuk alıştı. Sabah kalkar kalkmaz arkadaşlarını uyandırıyor ve yeni öğrendiği oyunları oynamak için sabırsızlanıyordu. Daldan dala atlayan küçük bir kuş misali çelik çomaktan üç kalaya, seksekten beştaşa günlerini mutlu bir şekilde geçiriyordu. Baharın ilk günleriydi. Bu yıl köye yağmur çok az yağmıştı. Amcaoğlu Ahmet “Bu yıl da pek kurak gitti. Bizler çocukluğumuzda ÇÖMÇELİ GELİN oynardık. Gelin yaptığımız çömçeyi de nehre bırakırdık. Nehre bırakılan çömçe denize ulaştığında bereketli yağmurlar olurdu.” diye köyde konuşulduğunu duymuştu. ‘‘Haydi, ne dersiniz?’’ dedi Ahmet. İşte yeni bir oyun! O gün akşamüzeri tüm çocuklar köy meydanında toplandı. Çömçeli Gelin oynamak için gereken kap kacak, torba gibi tüm malzemeler hazırdı. Bu arada çömçe de ne demeyin! Bir tür tahta kepçe. Çocuklar çömçeyi, gelin gibi süslemeyi de unutmamıştı. Hepsi çok heyecanlıydı. Cıvıltılar içinde köyün tüm evlerinin kapısını sırayla çaldılar ve bu oyunun türküsünü söylediler: Çömçeli gelin çöm ister Bir kaşıcak un ister Un verenin oğlu olur Tuz verenin kızı olur Ver Allah’ım ver Sicim gibi yağmur… Bu arada her kapıyı aralayan ev sahibi de onlara istedikleri un ve tuz gibi malzemelerden bir miktar getiriyordu. Tüm evlerin kapısını çaldıktan sonra gelin gibi süslenmiş çömçeyi de köy deresinin gür sularına bıraktılar. Sıra, topladıkları malzemeleri pişirmeye gelmişti. Bir arkadaşlarının evinde kömbe yaptılar. Pişirdikten sonra da afiyetle yediler kömbelerini. Nasıl da acıkmış ve yorulmuşlardı. Eve dönüş vakti gelmişti artık. Köyden, akrabalarından, arkadaşlarından ve güzel mi güzel oyunlardan ayrılmak zor geldi Ayşe’ye. Babasına döndü ve şöyle dedi: - Yazın da gelelim mi köye? Ne olur baba, ben köyümüzü, arkadaşlarımı ve o birbirinden güzel oyunları çok sevdim!..
Dinle
Çocuğun Dili Oyun
Çocuğun olduğu her yerde oyun vardır. Çünkü her çocuk oyunla öğrenir, oyunla düşünür, oyunla duygularını ifade eder yani oyun çocuğun dili olur. Oyun yoluyla anne olur, baba olur, öğretmen olur, doktor olur. Farklı sosyal rollere girerek gerçek hayatı, oynadığı oyunlarla öğrenir. Dünyanın dört bir yanında, her çağda, her toplumda ve her kültürde çeşitli oyunlar oynandı. Oyunun oynanma biçimi, özelliği ve oynanan oyuncaklar çağdan çağa, kültürden kültüre değişse de oyun oynama geleneği hiç değişmedi. Oyunlar bizlere toplumların benimsediği değerler hakkında bilgi verir. Ve biliyoruz ki bu kültürel değerler oyun aracılığı ile nesilden nesile aktarılır. Oyun oynarken kendi kültürümüzü tanımanın yanı sıra gelecekle ilgili hayallerimizi de kurarız. Apartman hayatının artması ve teknolojide yaşanan gelişmeler ne yazık ki geleneksel sokak oyunlarımızı unutturmaya başladı. Şimdi sizlere anneannemden öğrendiğim, çocukluğumda özlemle beklediğimiz Ramazan ayında oynanan bir oyundan söz etmek istiyorum. Oyunun adı “Küpecik”. Kütahya yöresine özgü bu oyun mahalledeki bütün çocukların bir araya gelerek Ramazan ayında iftar ile teravih namazı arasındaki vakitte oynadıkları bir oyundur. İftardan sonra mahalledeki çocuklar bir araya gelir, kapı kapı dolaşılır ve her kapı açıldığında küpecik tekerlemesini söylerlerdi. Toplu bir şekilde küpecik tekerlemesi söylenirdi. Tekerlemenin sözleri şöyledir: Heey! Küpecik, küpecik, yağdan baldan küpecik. Yağ olmazsa bal olsun, ev sahibi sağ olsun. Ev sahibi, evde misin? Evde değil, dağda mısın? Dağda yılan kışlasın. Allah biricik çocuğunuzu bağışlasın. Al yanaklı yenge, bal yanaklı yenge, Merdivenden in de gel, in de gel Bizim sarı beşlikleri al da gel, al da gel… Çocuklar mahalledeki evleri dolaşarak bu tekerlemeyi söyler ve para, şeker ya da çikolata gibi hediyeleri toplar ve toplanan hediyeleri oyuna katılan çocuklar aralarında eşit olarak paylaşırlardı. Hatırlıyorum da küçükken bizler bu oyunu oynarken çok eğlenirdik ve oyunumuz hiç bitmesin isterdik. Çünkü arkadaşlarımızla oynadığımız oyunlarla birbirimize destek olmayı, birlik içinde hareket etmeyi ve paylaşmayı öğrenirdik. Böyle güzel geleneksel oyunlarımızı tekrar hatırlatmak için ninelerimizden, dedelerimizden birer oyun öğrenip arkadaşlarımıza da öğretelim mi? Ne dersiniz?
Dinle
Çocuk Kalbim
Neydi benim en sevdiğim oyun? Saksağan seksek, kuyruğu tümsek, kuyruğuna binelim, bizim köye gidelim… Seksek; tek ayak üstünde zıplamak, evet çok severim ama en sevdiğim oyun bu değil. Neydi benim en sevdiğim oyun? Yoksa körebe miydi? Gözlerim kapalıyken sesleri daha iyi duyarım; yere sağlam basmayı o oyunla öğrendim belki ama yok o da değil. İp atlarız bir de “Laleli bir, içeriye gir…” Neden laleli diyoruz da güllü, menekşeli demiyoruz hep düşünürüm gerçi. İki kişiysek ipi bağlayacak bir yer arar dururuz, kendi başımızın çaresine bakmayı belki bu oyunla öğrendik ama yok, bu da en sevdiğim oyun değil. Üçtaş, beştaş, dokuztaş… Ne kadar taş bulursak ona göre karar veririz hangisini oynayacağımıza, elimizdekiyle yetinmeyi bu oyunla öğrendik belki de. Ne vardı başka? Topumuz varsa yakan top da oynarız. Bitmez oyun, kim can kazansa oyundan çıkanı geri alır, kendini düşünmez hiç kimse, bencil olmamayı belki de bu oyunla öğrendik. Köşe kapmaca da ayrı güzel, hele ağaçlık bir alanda oynayınca tadına doyum olmaz. Ağaçlara isim bile veririz, sahipleniriz onları. Ağaçlara sarılmayı belki bu oyunla öğrendik ama en sevdiğim oyun, bu da değil. Neydi, neydi, neydi? Yine oyunların arasında kayboldum. İnsan unutur mu en sevdiği oyunu? Yok, unutmadım aslında hepsini çok severim ama sizinle hangi oyunu oynayacağıma karar veremediğim için saydım hepsini. Merak etmeyin saklambacı unutmadım. Haydi, gelin de hep birlikte oynayalım; çocuk kalplerimizi saklayalım. Bir gün büyüyüp gerçek sevgiye ihtiyaç duyunca dünyaya sesleniriz: “Elma dersem çık, armut dersem çıkma.” Çocuk kalbimiz hep lazım bize.
Dinle
Türk Dünyası Çocuk Oyunları
Arkadaşlar merhaba. Ben, Özbekistan’ın Semerkand şehrinden Ali Süleyman Çolpan. Semerkand’a bağlı G’allaorol ilçesinin Jiyanboy Kulboyevin köyünde yaşıyorum. Güzel ülkem Türkiye’ye kucak dolusu selam yolluyorum. Bizim çok şirin bir köyümüz var. Köyümüzde insanlar birbirlerine son derece saygılıdır ve yardımlaşmayı çok severler. Ayrıca çok misafirperverlerdir. Büyüğünden küçüğüne her birimiz oyunlarla büyürüz. Oyunlar hayatımızın merkezindedir. Özbekistan’da arkadaşlarımızı şu tekerlemeyle oyuna çağırırız ve buna benzer çok sayıda tekerlememiz vardır: Tam da tavık katar mı? Ayranından batar mı? Oyun yakmaz balalar Namaz şamdan katar mı? Kel ha kel ha Malik Can Kel ha kel ha Ahmet Can Önümüz bahar… Bahar sevinci yani nevruz bizim için çok kıymetlidir. Bahar geldiğinde Bay Çiçek Oyunu oynarız. Baharın gelişinin müjdecisi sayılan çiğdemler çıktığında Bayçiçek (Zengin çiçek) toplamaya çıkar, ev ev gezeriz ve hep bir ağızdan şu şarkıyı söyleriz: Bay çiçeğin balası Kulağı da danası Danasını alaydı sen Çıkıp kaldı anası Kattık yerden katalap çıkan bay çiçek Yumuşak yerden yumalap çıkan bay çiçek Bay çiçeğim boyandı Kazan tolu ayrandı Ayranından vermezsen Kazanların varandı (bozuldu) Kattık yerden katalap çıkan bay çiçek Yumuşak yerden yumalap çıkan bay çiçek Şarkımızı dinleyen her ev sahibi bize hediyeler verir. Gezintimizi tamamladıktan sonra da topladığımız hediyeleri aramızda paylaşırız. İşte böyle, burada birçok oyunla hep iç içeyiz. Biliyor musunuz? Tüm Türk dünyasında kültürümüz ortak olduğu gibi oyunlarımız da ortak. Bazı yerlerde isimleri farklı sadece. Toptaş (Beştaş), Bekinmeçek (Saklambaç), Kızıl Bayrak Ak Bayrak, Toguz Korgool (Dokuz Ağıl), Uzuneşek, Kaçma Top (Yakan Top), Aşık Atma, Gaçıp Gizlendiki, Altı Çöp, Eşek Eşek, Ayterek Günterek, Langa, Mak gibi oyunlar burada her çocuk tarafından severek oynanır. Bir gün yolunuz buralara düşerse birlikte bu oyunları hep beraber oynayalım, olur mu? Kalın sağlıcakla…
Dinle
HAKUNA MATATA... HER ŞEY YOLUNDA...
Merhaba. Ben Rahma. Zanzibar’da yaşıyorum. Zanzibar Doğu Afrika sahiline yakın, Tanzanya’ya bağlı bir adalar bölgesi. Burada güne erken başlarız. Evlerimizden çıkar ve birbirimizi selamlarız. Birinin yanından selam vermeden geçmeyi kabalık sayarız. İşte çocuklar da oradalar... Oyuna dalmışlar. - Habari ya asubuhi. Umeamkaje? Günaydın. Nasılsınız bu sabah? - Nzuri sana! Na wewe? Harika! Ya sen? Bu oyunun adı ‘UWO UKUTI’. UWO UKUTI Hindistan cevizi yahut mango ağaçlarının kuru dalları için kullanılan bir kelimedir ‘UKUTI’. Bu oyunda kollarımız ağaç dalları gibi birbirine uzanır. Bir Hindistan cevizi veya mango ağacının dalları gibi... El ele çember kurup, şarkı söyleyerek dans ederiz. Bunu her şeyden çok severiz. Buna benzer pek çok oyunumuz vardır. En sevdiğimiz halka oyunlarından bir diğerini oynarken şu şarkıyı söyleriz: IYO NAGE Bu oyunda çok iyiyim. Siz yakar top diyorsunuz bu oyuna, biz IYO NAGE. Bildiğiniz yakar toptan bir farkı var. Kurallar biraz daha zorlayıcı. Oyun alanının ortasına kum dolu bir pet şişe koyarız. Toptan kaçarken bu şişeyi deviren oyuncu yanar. Ha bir de, biz bazen –tamam tamam çoğu zaman- topumuzu kendimiz yaparız. Nasıl mı? Kullanılmayan kumaşlardan veya etraftan topladığımız atık kâğıtlardan. GÜZEL ÇIÇEKLER NE HOŞTUR ONLARA BIR BAKIN, IŞIL IŞILLAR BUNDA YANLIŞ BIR ŞEY YOK ONLARA BAKTIĞINDA PARLARLAR GÜZEL ÇIÇEKLER NE HOŞTUR ONLARA BIR BAKIN, IŞIL IŞILLAR. BAO Bu oyunda oyunculardan biri as oyuncudur, kolay kolay mağlup olmaz. Hepimiz onu yenmek için sıraya girer, şansımızı deneriz. BAO, sizin ata yadigârı oyununuz Mangala’ya çok benzer. Başka Afrika ülkelerinde Mancala adıyla da bilinir. 3600 yıldır oynandığı söylenir. Kuralları basittir ama kazanması zordur. BAO’yu büyük küçük, bütün Swahili halkı çok severek oynar. Swahili, Afrika’nın doğu kıyılarında yaşayan halklara verilen bir isimdir. Kıyılarda yaşayan halklar anlamına gelir. Özellikle Zanzibarlılar için kullanılır. Okyanus kıyısında da çok eğleniriz biz. Onları da sonra anlatırım. Şimdilik bu kadar. Yine görüşürüz. BAADAYE!
Dinle
Kampta Oyun Vakti
Merhaba, ben Saçaklı. Savaş nedeniyle kendi vatanlarını ve evlerini terk etmek zorunda kalmış ailelerin bulunduğu bir çadır kentte yaşıyorum. Kamptaki çadırların arasında tek başına bir ağacım ben. Bu yüzden etrafta oynayan çocuklar da olmasa çok sıkılıyorum. Onların cıvıltısı, etrafımda koşturup oynaması en büyük eğlencem... Şimdi çocukları beklerken size biraz onlardan bahsedeyim, ne dersiniz! Bugün hava yine çok sıcak, anlaşılan çocuk cıvıltıları için sıcağın biraz geçmesini bekleyeceğim. Okuldan çıkmış, yemeklerini yemiş, ödevlerini yapmışlardır şimdi. Birazdan, saat dört gibi, dayanamaz gelirler. Önce gölgemde oynarlar biraz, ben de dallarımı kıpırdatarak onları serinletmeye çalışırım. Güneşle vedalaşıp serinlediklerindeyse bir o yana bir bu yana koşturur dururlar. Yakar top, elim sende, yağ satarım bal satarım, köşe kapmaca, ip çekme ve futbol en sevdikleri oyunlar. Bazen koşmaktan çok yorulan olursa gelip gövdeme yaslanır. Biraz dinlenir ama çok az. Çünkü azıcık soluklandıktan sonra dayanamayıp arkadaşlarına koşarlar yine. Güneş henüz tepelerdeyse çocukların bir kısmı da iki konteynırın arasına geçip onların gölgesinde oynar. “Konteynır da ne?” dediğinizi duyar gibiyim. Haydi, sizi çok meraklandırmadan söyleyeyim: Buradaki evlere prefabrik ya da konteynır deniyor. Bir de çok sevdikleri “ımmera” ve “kumbas” oyunları var. “Immera”da çocuklar iki takıma ayrılıyor ve takımlardan biri üst üste dizili yedi taşa top atıp devirirken diğerleri yeniden dizmeye çalışıyor. Ama dizerken karşı takıma yakalanmamaları gerek. Yakalanırlarsa karşı taraf top atarak vurduğu oyuncuyu eliyor. Ya tüm taşları dizen ya da tüm oyuncuları topla vurup eleyen takım kazanıyor. Kumbas ise çok sıcak ya da yağışlı havalarda evde veya teneffüslerde kâğıtlarla oynanan bir oyun. Bazen gölgemde oturdukları sırada, defterlerinden sayfalar koparıp kâğıt hazırlarken görüyorum çocukları. Okula ya da eve geçince aynı sayıda isim yazdıkları kâğıtları dağıtıp kendi aralarında dolaştırıyorlarmış. Aynı isimleri biriktiren “bom!” deyip elini yere koyuyor ve en yüksek puanı kazanıyormuş. Bazen de çok sevdikleri “Çocuk Dostu Alan”a gidiyorlar. Burayı Türk Kızılay kurmuş ve duyduğuma göre içinde onlarca farklı oyun ve oyuncak varmış. “Çocuk Dostu Alan”da çocuklar arkadaşlarıyla birlikte hiç bıkmadan oyunlar oynayıp oradaki Gençlik Çalışanı abileri ve ablalarıyla etkinlikler yapıyorlarmış. Bu etkinliklerde çocuk haklarını, aile ve arkadaşlarıyla nasıl daha iyi iletişim kurabileceklerini, çevrelerini nasıl koruyabileceklerini ve nasıl daha iyi arkadaş olunabileceğini oyunlar oynayarak ve resimler çizerek öğreniyorlarmış. “Çocuk Dostu Alan”a giden dostlarımdan öğrendim ben de; çocukların en temel haklarından biri de “oyun hakkı”ymış. Nerede yaşarsa yaşasın her çocuğun oyun oynama hakkı varmış. İşte! Sevgili dostlarım bu haklarını kullanmak için bu tarafa doğru geliyor. Onlar da geldiğine göre artık bana müsaade… Oyun oynamayı ve şehrinizde “Çocuk Dostu Alan var mı?” diye araştırmayı ihmal etmeyin. Hoşça kalın.
Dinle
Oyuncak Müzesi
Ömer, Yusuf ve Gülce o gün bir başka heyecan içindeydiler. Anne babaları, bu üç kardeşi oyuncak müzesine götüreceklerdi. Sabah erkenden uyanıp hazırlanmış ve kahvaltılarını yapmışlardı. Yolda babalarına geçmiş zamanlardaki oyuncak ve oyunlarla ilgili sık sık soru sordular. Kimi zaman düşündüler, kimi zaman eğlendiler verilen cevaplarla. Müzeye geldiklerinde üç kardeş oldukça heyecanlı ve meraklı gözlerle müzeyi gezmeye başladılar. Neler yoktu ki? El yapımı bebeklerden plastik oyuncaklara, savaş zamanlarındaki oyuncaklardan basit metal oyuncaklara… Her şey çok ilgi çekici ve harikaydı. Gülce: - İlk defa bu kadar oyuncağı bir arada görüyorum! Ömer de onu destekledi. Kendi aralarında konuşmaya başladılar. Yusuf: - Bu oyuncaklarla nasıl eğleniyorlardı ki acaba? Ömer: - Ben de şaşırdım, bizim gibi tabletten oyun oynamıyorlar, uzaktan kumandalı arabaları yok, oyun konsolları bile yok… Üç kardeş kendi aralarında konuşurken oyuncakların cazibesine kapılıp bu oyuncaklarla oynanan eski zamanları hayal ettiler. Kendilerini geçmiş zamanda hissettiler. Gördüklerine inanamadılar. Arabaların çok az, ağaçların ve yeşil alanların bol olduğu, sokakların çocuklar için oyun alanına dönüştüğü bir yerdeydiler sanki. Çocuklar sokaklarda koşturuyor, eğleniyorlardı. Kimi toprakla oynuyor, kimi babasının tahtadan yaptığı arabayı sürmeye çalışıyor, kimi de annesinin yaptığı bez bebeklerle oynuyordu. Mahalle içerisinde yani oyuncakların arasında gezdikçe çocukların yüzlerindeki mutluluğa ve arkadaşları ile kurdukları samimi bağlara şahit oldular. Yusuf: - Nasıl da güzel eğleniyorlar! Gülce: - Evet abi, keşke biz de böyle güzel oyunlar kurarak oynayabilsek! Ömer: - Neden olmasın? Bizler de istersek oyun kurma becerilerimizi geliştirebilir, kendi oyuncaklarımızı yapabiliriz. Kendi aralarında konuşurken babalarının sesini duydular ve kendilerine geldiler. - Çocuklar, haydi, gitme vakti geldi... Üç kardeş müzeden çıktıklarında birbirlerine aynı cümleyi söylüyorlardı: - Ne güzel oyuncaklardı, ne güzel oyunlardı öyle! Üçü aynı anda, aynı rüyayı görmüşlerdi sanki. Gülüşerek anne babalarına geçmişteki oyunları öğrenmek, doğada daha çok eğlenmek istediklerini söylediler. Çocuklar artık sadece dijital oyunlarla değil kendi oyunlarını kurup oyuncaklar yaparak da mutlu olabileceklerini anlamışlardı.
Dinle
Dergi Dokümanlarını indir
Sesli dergideki ses dosyalarını buradan indirebilirsiniz
Dokümanlar