Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Orada Bir Köy Var Uzakta
Anasayfa
Orada Bir Köy Var Uzakta
Kalbimden Büyük Merhamet
Yazan: Ayşe Altıntaş Resimleyen: Şebnem Aydın Pencereye kondu Minicik bir serçe Parmaklarımdan bile küçüktü Kalbimden büyük İncitmeden aldım içeri Süt döktüm gagasına Ayakları minicikti Kardeşiminkiler gibi Sevdim tüylerini Kalbimden daha yumuşak Gözleri boncuk boncuk Şarkısı sımsıcak Işık doldu evimiz Büyüdü, genişledi Allah severmiş merhameti Babam öyle söyledi
Dinle
İçindekiler
01 Kalbimden Büyük Merhamet Ayşe Altıntaş 04 Pistanköy Barınağı Ayşe Şeker Kılıç 06 Biricik Soru, Binbir Cevap Mehmet Teber 08 Ayı Banki Mehmet Teber 10 Görme Açısı Sevgi İçigen 14 Gölge Oyunu Elçin Kuzucu 16 Zeynep'in Doğa Güncesi -Maraş Kurtkulağı- Neslihan Saltaş 18 Pati İle Yolculuk -Antakya'da Yeni Arkadaşlarİsmail Karakurt 20 Emir'in Isınma Farkındalığı -Denizanalarının Yolculuğu...- Seher Esra Akyol 22 Mavi Kapılı Kitapçı Tuğba Coşkuner 24 Biricik Soru, Binbir Cevap Mustafa Çiftci 26 Serçe Mustafa'nın İlk Uçuşu Mustafa Çiftci 28 Cesur ve Güçlü Nazife Burcu Takıl 30 Umuda Yolculuk Bileti Asiye Dursun Budak 32 Ahretlik Çağrı Gürel 34 Dört Mumlu Ev Evrim Ölçer Özünel 36 Serçe Türküleri Mustafa Ruhi Şirin 37 Ben Bir Ağacım Aytül Akal 38 Sen Hiç "Uçan Ev" Gördün mü? Hilal Turan 40 Ben Merhameti Gördüm Veli Aknar 42 Evrendeki Mahallemiz Güneş Sistemi Sinan Koçak 44 En Sevdiğim Renk Kırmızı Ya Seninki Hangisi? Mustafa Ökkeş Evren 45 Geniş Gökyüzüne Açılan Dar Kapı Tolga Eranus 46 Gülümseyen Aylin İbrahim Elibal 48 Sporun İyileştirici Gücü Merve Sefa Özsu 50 Çam Ağacının Gölgesi Abdullah Harmancı 51 Yeni Yuva Ayşegül Sözen Dağ 52 Elif Çağrı Cebeci 53 Kardeşliğe Doyulur mu? Tacettin Şimşek 54 İnsan Zekâsını Taklit Eden Teknoloji Ahmet Melih Karauğuz 56 Park Maceraları -Mendil Kapmaca- Neslihan Üstüner 57 Burcu ve Köpeği Çağrı Cebeci 58 Eğlence Zamanı 64 Yelkenlide Bir Kedi Gökhan Akçiçek Sayı: 9 - İlkbahar 2023 Genel Yayın No: 7432 Süreli Yayın No: 345 ISSN: 2717-9672 e-ISSN: 2717-9524 Millî Eğitim Bakanlığı Adına Sahibi Mahmut ÖZER Millî Eğitim Bakanı Genel Yayın Yönetmeni Cemal ÖZDEMİR Editör Çağrı GÜREL Yayın Kurulu Cemal ÖZDEMİR Ümare ALTUN Çağrı GÜREL Ali ASLAN Tashih Neslihan SALTAŞ Huri DURSUN Son Okuma Ayşegül Sözen DAĞ Pedogojik Okuma Kamil Topçu
Dinle
Editör'den
Sevgili Çocuklar, Bahar geldi, umutla bir olup geldi. Dünya yine bütün canlılığını sundu, çiçekler güneşi selamladı. "O gümüş derelere, soğuk pınarlara, cennet gibi kırlara, sisli yüce dağlara, gölgesi bol ormanlara" doğru koşmanın tam zamanı. Bu sene baharı biraz buruk karşıladık. Hüzünlü açtı ağaçların çiçekleri. 6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli yaşanan büyük deprem hepimizi çok üzdü. Doğal afetlerin hayatımızın bir parçası olduğunu daha iyi anladık. Bu süreçte bir olduk, birbirimize can olduk. Yaralarımızı hep birlikte sardık. Depremzede kardeşlerimize göz aydınlığı olmak için çabaladık. Onların acılarını ve yalnızlıklarını paylaştık. En sevdiğimiz oyuncakları onlara armağan ettik. Çocuklar hep gülsün diye hepimiz el ele, gönül gönüle verdik. Yeni arkadaşlar edindik, yolculuklar yaptık. Kuşlar ve leylekler eşlik etti umutla kaplanan göğümüze. Sevgili Çocuklar, Bu üzücü olaydan sonra, başımıza ne gelirse gelsin bir vücudun organları gibi olduğumuzun bilincine vardık. Dergimizin bu sayısında yardımlaşmayı, merhameti, sevgi ve fedakârlığı merkezine alan birbirinden güzel hikâye, masal ve şiirleri sizlerle paylaşmaya karar verdik. Hep birlikte baharı karşılayalım şimdi. Kır menekşesinin soğuklara inat açıp mis kokusuyla tüm doğayı sarması gibidir yaşamak. Haydi, kırlara yolculuk yapalım. Orada bir köy var uzakta. Tüm köyler gibi yeniden yeşerteceğimiz, tüm köyler gibi bizim...
Dinle
Pistanköy Barınağı
Yazan: Ayşe Şeker Kılıç Resimleyen: Tuba Burdurlu “Pisi pisi miyav dedi. Bir kaşıkçık yağ dedi. Yağ olmazsa bal olsun. Veren eller sağ olsun. Dam üstünde kediler, miyav miyav dediler. Şişko fareyi görünce hemen peşine düştüler...” “Offf! Çok sıkıldım bu oyundan, bıktım hep ebe olmaktan. Başka bir şey oynayalım ya da gidip yatalım.” Şu sızlanıp duran kedinin adı Salkım. Yanındaki sarışın olan da en yakın arkadaşı Balım. Kulağını kaşıyan Şerbet. Kuyruğunu sallayan da Duman. Bir yıl önce getirildiler barınağa farklı sokaklardan. “Haydi, körebe oynayalım o zaman.” “Harika fikir! Mendil alıp geleyim odadan.” “Boş versene mendili. Ebe yaparız Karamel’i.” Tekir’in bu cümlesi güldürdü hepsini. Karamel arkasını dönüp gitti. Duymazlıktan geldi Tekir’i. Gözleri görmese de Karamel biricikti. Hem görmek için illa göz mü gerekli? Nerede o zaman barış, dostluk, sevgi? Pıtır ile Kıtır, Karamel’in arkasından koştu yetişti. “Aldırma sen Tekir’e. Yine gevezeliği üstünde.” Karamel, gözyaşlarını sildi patisiyle. “Aldırmıyorum.” dedi zaten neşeyle. Hava kararıncaya kadar gezip oynadılar. Uykuları gelince yataklarına koştular. Kediler mışıl mışıl uykudaydı. Rüyasında fareler, balıklar yakalamaktaydı. Tekir’in gözüne hiç mi hiç uyku girmiyordu. Sanki Karamel’e bir şey söylemesi gerekiyordu. “En iyisi sabahı bekleyeyim. Gece gece rahatsız etmeyeyim.” diye düşünerek yatağına uzandı. Kediler horul horul uyurken olanlar oldu. Nasıl çıktığı belli olmayan bir yangın onları buldu. Tahta barakalar çıtır çıtır yanıyor, alevler göğe yükseliyordu. Karamel’in gözleri görmese de kulakları çok iyi duyar, burnu müthiş koku alırdı. “Miyaaaauv, çabuk uyanın, canınızı seviyorsanız kaçın!” diye bağırdı. Kediler hemen yataklarından çıktı. Kendilerini uyandıran Karamel’e teşekkür ettiler. “Pati aşkına, sen olmasaydın neler gelirdi başımıza? İyi ki varsın, bizim kahramanımızsın.” diyerek Karamel’in kulaklarını yaladılar, karnını okşadılar. Tekir de daha fazla beklemedi. Sabahki davranışı için özür diledi. Karamel tatlı tatlı mırlayıp gülümsedi. Kedi dilinde bu, AFFETTİM demekti. O günden sonra ne zaman körebe oynasalar ilk ebe Tekir oldu. Pistanköy’ün kedileri her zaman çok mutluydu.
Dinle
Biricik Soru, Binbir Cevap
Mehmet Teber Sevgili Mehmet ağabey; bugünlerde büyüklerimiz hep yardımlaşmadan, şefkat ve merhametten bahsediyor. Yardımlaşmak için sürekli bir şeyler yapıyorlar. Üstelik çok mutlu görünüyorlar. Sanki dostluklar, iyilikler, umutlar birdenbire büyümüş gibi. Bir psikolog, yazar ve eğitimci gözüyle bu mutluluğun ipuçlarını anlatabilir misiniz bize? İyilikle mutluluk arasında gizemli bir bağ mı var? Merhaba sevgili arkadaşlar. Yaptığımız iki şey bize büyük bir lezzet ve mutluluk verir: ALMAK VE VERMEK. Anne babamız bize oyuncaklar, kıyafetler, şekerlemeler alır veya biz kantinden yiyecek bir şeyler alırız. Yeni bir şeye sahip olmak, insanın içini kıpır kıpır eder. Aldıkça mutlu olur insan ama biliyor musunuz? Bu mutluluk tez geçer. Bir diğer mutluluk ise vermenin mutluluğudur. Vermek başlangıçta zor gelir insana. Bize ait olan bir oyuncağı veya elimizdeki çikolatayı paylaşmak ilk başlarda çok güçtür. Çünkü o bizimdir ve şimdi elimizden gidiyordur. Bu zorluğu aşıp verebilirsek ve karşımızdaki kişi buna çok sevinirse, işte o zaman biz yine mutlu oluruz. Hem de bu sevinç yüreğimizi donatır. Arkadaşımızın gözündeki neşe bizi de mutlu eder. Üstelik vermenin mutluluğu uzun sürer. Biz paylaştıkça ve yardımsever oldukça, arkadaşlarımızla aramızdaki dostluk ve sevgi bağı güçlenir. Fark ettiniz mi bilmiyorum. Başkalarına yardım ederek aslında en güzel hediyeyi biz kazanırız. Ayrıca size çok gizemli bir iki şey daha söyleyeyim mi? Vermenin mutluluğu genişleyebilen, yayılabilen bir mutluluktur. Elden ele yayılır; dağları, ovaları, nehirleri aşar. Kafdağı’nın ardına ulaşır. Bir de şu ipucunu unutmayın: Ne kadar gizli verirsek o kadar gizemli bir mutluluk sarıp sarmalar bizi. Eskiden büyüklerimiz, bakkala borcunu ödeyemeyen kişilerin borçlarını ödermiş de o ihtiyaç sahipleri, bu gizemli kahramanların kim olduğunu hiç bilmezlermiş. Ne güzel, değil mi? Vermenin mutluluğunun upuzun sürmesi için bir şart daha vardır ki hiç aklımızdan çıkmamalı: Verirken asla bir karşılık beklememek. Karşılık bekleyerek yapılan iyilikler bize o gizemli mutluluğu getiremez. Biz iyiliği doğru olduğu için yaparız. Çıkacağımız iyilik yolculuğunda prensibimiz şudur: İyiliği yap ve unut. Ben, almanın mutluluğundan çok yardım etmenin mutluluğunu daha çok seviyorum. Sizlere de tavsiye ederim. İyilik yap, mutlu ol! Sevgili arkadaşlar, haydi her biriniz bir iyilik günlüğü tutun. Bu iyilikleri her gün minicik de olsa günlüğünüze not edin. Hatta o gün bu iyiliğin sizi ne kadar mutlu hissettirdiğini de yazabilir veya resimleyebilirsiniz. İyilik yapmaya nereden mi başlamalı? Çok basit! Sadece selam vererek de vermenin mutluluğunu yaşayabilirsiniz. Arkadaşlarınıza içten bir gülümsemeyle selam vererek “Merhaba!” veya “Günaydın!” diyerek de iyilik yapabilirsiniz.
Dinle
Ayı Banki
Yazan: Mehmet Teber Resimleyen: Nur Dombaycı Zamanın birinde hayvanat bahçesinde yaşayan Banki adında kocaman, kahverengi bir ayı varmış. Banki iyi kalpliymiş ama çok çok büyükmüş. Ayakları bile kocamanmış. Biraz da sakarmış. O yürüyünce yer bile sallanırmış. Bir gün görevliler onun kafesinin kapısını açık unutmuş. Banki merakla hemen dışarı çıkmış. Yakında bir orman görmüş ve oraya koşmuş. Canı armut yemek istiyormuş. Ormandaki hayvanlar Banki’yi görünce korkmuş. Çünkü Banki kocamanmış ve o yürüdüğünde yer titriyormuş. Banki sakar olduğu için bir ağacın dalını kırmış, bir sincabın cevizlerini ezmiş. Doyyynk diye yere devrilmiş. Tüm ağaçlar sallanmış. Yuvalardaki resimler, kalemlikler düşmüş. Herkes Banki’den kaçıyormuş. O ise arkadaşı olmadığından çok üzülüyormuş. Bazen oynamak için kanguruların peşinden koşuyormuş ama onlar da Banki’den korkup uzaklaşıyormuş. Bir gün Banki, ağacın altında üzgün üzgün oturuyormuş. Bilge Baykuş onu görmüş. Uçarak yanına süzülmüş ve sormuş: “Neden üzgünsün?” Banki üzgün bir şekilde “Bak, kocamanım işte, yürüyünce ağaçlar sallanıyor ve herkes benden korkuyor. Hiç arkadaşım yok.” demiş ve biraz ağlamış. Baykuş, bir çözüm bulma ümidiyle ormandaki hayvanları toplantıya çağırmış. “Arkadaşlar, ben Banki ile görüştüm. Aslında o, iyi kalpli bir ayı ama kocaman olduğu için kendisini kontrol edemiyor. Bizimle arkadaş olup oynamak istiyor.” demiş. Hep birlikte bir çözüm düşünmüşler. “Madem Banki bizimle yaşayacak, biz de onun yürüdüğü yolların yanındaki kuş yuvalarını başka ağaçların dalına taşıyalım.” demiş karga. Kanguru da “Duvarlardaki resimleri bir yerine iki çiviyle sabitleyelim, böylece sağlam olur.” demiş. Sincaplar cevizlerini sandıkta saklamış, ağaçkakanlar ise demirden kalemlik almış. Hep birlikte Banki’nin yanına gitmişler. “Artık senden korkmuyoruz Banki, sen de bizim ormanımızdansın. Bu ormanda yağmur da var, kar da, rüzgâr da. Aslanlar da var, tavşanlar da. Biz hepsi ile yaşamayı öğrendik, seninle de yaşamayı öğreniriz.” O günden sonra hep birlikte yaşamayı öğrenmişler. Banki sakarlıklar yapıp bazen düşmüş bazen ağaçlara çarpmış ama artık bunlar sorun olmuyormuş. Zamanla Banki ile oyunlar oynamışlar, onun tepesine çıkıp ormana yukarıdan bakmışlar, yumuşak tüylerine dokunup uyumuşlar. Gel zaman git zaman Banki o kadar sevilmiş ki oyuncakçılar Ayı Banki oyuncağı bile yapmışlar. Adına ayıcık demişler ve o oyuncağı her yerde satmışlar. Çocuklar gece yatarken bu yumuşak ayıcıklardan alıp ona sarılmışlar. Koca Banki’nin öyküsünü hayal edip mışıl mışıl uyumuşlar.
Dinle
Gölge Oyunu
Yazan: Elçin Kuzucu Resimleyen :Şebnem Aydın Evimizin önündeki parkı çok severim. Yaz tatili başladığında neredeyse her akşam arkadaşlarımla parkta oyun oynarız. Özellikle bir oyuncak vardır ki onun önünde kuyruk oluruz. Bu oyuncak, çelik halatlara bağlı lastik oturağıyla hepimizi mutlu eder. Lastiğin üstüne yerleştiğimizde bir kişi bizi iter ve “vıjjtttt” sesiyle karşıya geçeriz. Kısa süre sonra kaydırakta kaymaktan, sallanmaktan ve lastikli uçuşumuzdan yoruluruz. İşte o zaman da kumdan kaleler yapmaya başlarız. O gün sabah bakkala ekmek almaya giderken arkadaşım Bora ile karşılaştım. Bora “Bambaşka bir oyun buldum, Melis. Bana yardım edersen akşama herkese sürpriz yapabiliriz.” dedi. “Merak ettim, neymiş bu bambaşka oyun?” diye sordum. “Kahvaltımı yapayım, sizin evin bahçesine gelince sen de dışarı çıkarsın, o zaman anlatırım.” “Anlaştık.” dedim gülerek. Bora çok farklı fikirleriyle hepimiz için komiklik makinesi gibidir. İlginç oyunlar bulur hatta büyükleri bile oyunlarının içine alır. Hızlıca kahvaltımı yaparken annem gülerek “Melis, lokmalarını çiğnemeden yutma. Boğazına takılacak. Ne bu acele?” dedi. “Bora gelecek birazdan. Onunla işimiz var.” dedim. “Ooo! Ben de size katılabilir miyim?” diye sordu annem. “Olmaz anne, sürpriz!” dedim, sanki olacakları biliyormuşum gibi. Sütümü içtim, koşarak bahçeye çıktım. Bora bahçe kapısının önündeydi. Yanına yaklaştım. “Haydi, çabucak anlat.” dedim. Bora, "Gölge tiyatrosu yapmayı düşünüyorum." dedi. "Gölge tiyatrosu mu, o nasıl bir şey?" diye şaşırarak sordum. Bora bana gölge tiyatrosunun ne olduğunu anlattı. "Süper!" dedim heyecanlanarak. Akşama şenlik vardı. Bora, perdeyi ve feneri bulmuş, geriye tiyatronun oyuncularını tasarlamak kalmıştı. “Oyuncularımızın konuşmalarını da yazmalıyız.” diye de ekledi. Hemen eve gidip kâğıt kalem aldım. Öğlen yemeği saatine kadar gölge tiyatromuzun metnini yazdık. Karakterlerimizin resimlerini yapıp onları keçeli kalemlerle boyadık. Karakterlerimizi kesip kartonlara yapıştırdık sonra da onları çubuklara geçirdik. Biraz prova yaptık. Artık akşamki gösterimiz için hazırdık. “Bora! Herkese oyunumuzun saat kaçta ve nerede olacağını söylememiz gerek. Bisikletlerimize atlayıp duyuru yapalım mı?” diye önerdim. “Harika bir fikir, Melis. Senin bölgen sizin komşu evler olsun, ben de parkın karşısındaki evlere doğru gideyim.” dedi Bora. Mahallemizdeki pek çok arkadaşa haber verdik. Akşam olduğunda park, her zamankinden daha kalabalıktı. Arkadaşlarımız, mahallemizin büyükleri, nineleri, dedeleri hemen herkes gelmişti. Gösteriyi bitirdiğimizde izleyicilerimiz bizi ayakta alkışladı. Hem çok gülmüşler hem de oyunumuzu çok beğenmişlerdi. Oyundan sonra arkadaşlarımız yanımıza geldi. Hep birlikte sahnemizin yaz boyunca parkta kalmasına karar verdik. O günden sonra tüm arkadaşlarımız sırayla oyunlar sergiledi. Park, hepimiz için kocaman bir tiyatroya dönüştü.
Dinle
Zeynep'in Doğa Güncesi Maraş Kurtkulağı
Yazan: Neslihan Saltaş Resimleyen: Ramila Aliyeva zeynep çimenlerin arasında oturmuş düşünüyordu. Çok hüzünlü şeyler vardı aklında. Zoolog babası Maraş mavisi kelebeğini bulamazsa ne olacaktı? Ya annesi… O da Maraş kurtkulağı isimli mor bir çiçeği arayıp duruyordu. Her şey Kahramanmaraş’la ilgiliydi çünkü oradaydılar. Sabahtan beri Ahır Dağı’nda durmaksızın yamaç tırmanıp sağa sola bakınıyorlardı. Zeynep yorulmuştu, acıkmıştı, üstüne üstlük susamıştı da. “Hey!” diye seslendi babasına, “Ben karavana gidip su alacağım.” “Dikkatli ol!” dedi babası. Zeynep yamacı yorgun argın inmeye koyuldu. Bu kez de kara kara düşünmeye başladı. Ayaklarına kara sular indiğini düşündü. Kahramanmaraş’ı gezemediği için karalar bağladığını ve kocaman kara bir çiçek gördüğünü… “Ne?” diye mırıldandı Zeynep kendi kendine, “Kara bir çiçek mi?” “Anne, baba!” diye seslendi. “Şu garip çiçeğe bakın. Rengi kapkara!” Annesiyle babası hemen yanına geldiler. “Ah inanamıyorum!” dedi annesi, “Maraş kurtkulağını bulmuşsun.” Maraş kurtkulağı, kısacık sapı olan, iri, gösterişli bir çiçekti. Ancak annesinin daha önce Zeynep’e söylediği gibi mor renkli değildi. Zeynep, doğru çiçeği bulduğundan pek emin olamamıştı. “Kurtkulağı bu mu yani?” diye sordu kuşkuyla, “Ama sen mor bir çiçek aradığımızı söylemiştin.” “Evet, kopkoyu bir mor.” dedi annesi, “Ama haklısın, bu neredeyse siyah görünüyor.” Zeynep kurtkulağına doğru ilgiyle eğildi. Ne kadar da güzel bir bitkiydi bu. O an, annesinin çiçek hakkındaki diğer sözlerini de hatırladı. Maraş kurtkulağının sayısı hızla azalıyordu. Önlem alınmazsa yakında yok olacaktı. Zeynep’in kalbi bu çiçeğe karşı merhametle doldu. "Haydi!" dedi annesine “Resmini yap da onu herkese gösterelim. Belki de insanlar korunmaya ihtiyacı olduğunu bilmiyorlardır.” “Bu harika bir fikir!” dedi babası, “Bence de senin dediğin gibi yapalım!..” Iris kirkwoodiae: Kahramanmaraş Kurtkulağı, Ahır Dağı’nın kireç taşı yamaçlarında 750-1700 m yüksekliklerde yetişir. Olağanüstü gösterişli morumsu-siyah renkli iri çiçekleri, nisan-mayıs aylarında açar. Dar bir yayılış gösteren bu nadir bitki, Ahır Dağı’ndaki doğal yaşam alanlarını hızla kaybetmektedir. Dağın yamaçlarının konutlarla yapılaşması, bağ/bahçeye dönüştürülmesi ve yol yapımı gibi nedenlerle bitkinin geleceği tehlike altındadır.
Dinle
Pati ile Yolculuk Antakya'da Yeni Arkadaşlar
Yazan: İsmail Karakurt Resimleyen: Hilmi Demir sabah sevinçle uyandık. Burası Antakya’nın şirin bir köyü. Şehir artık uzakta. Köy; defneler, çitlembikler, incirler ve zeytinlikler arasında. Ağaçlarda adlarını bilmediğimiz kuşlar... Babamın öğretmen arkadaşı Murathan amcayı ziyarete geldik. Bilge, onun tek çocuğu. Yüzü zambaktan bir kız. Kahvaltıdan sonra köyün kırlarında gezmeye çıktık. Kırlarda gezerken Bilge’nin arkadaşlarıyla tanıştık. Sözleştik. Okulun avlusunda buluşup oyunlar oynayacağız. Bilge, Gökçe, Pati ve ben… Öğleden sonra okula vardık. Bilge’nin arkadaşları Zeynep, Atlas ve Orçun da geldi. Yanlarında misketler ve bir de kazık getirmişler. “Haydi, luk luk oynayalım!” diye bağrıştılar. Toprağın üzerine dört küçük çukur, bu dört çukurun ortasına da beşinci çukuru kazdılar. Misketlerimizi bu çukurlara nasıl atabileceğimizi gösterdiler. Beş metre kadar uzağa çekildik. Oradaki çizgiden, bir numaralı çukura doğru misketlerimizi attık. En yakın misketi Atlas atmıştı.Oyuna ilk o başladı. Sonra hepimiz sırasıyla bir, iki, üç, dört ve en sonda YUTUCU denilen beşinci çukura misketlerimizi sokmaya çalıştık. Beşinci çukura kadar hepimiz, birbirimizin misketlerini çukurlara girmemeleri için engellemeye çabalıyorduk. Ancak Zeynep’in misketi, beşinci çukura girdikten sonra oyunun rengi değişti. Çünkü Zeynep turu tamamlamıştı. O artık, bizim misketlerimizi vurarak yutmaya (kazanmaya) çalışacaktı. Ardından Bilge ve Orçun, Zeynep’ten kurtularak beşinci çukura misketlerini soktular. Böylece onlar da bizim misketlerimizi kazanmaya başladılar. Oyun bitti. Yeni arkadaşlar edinmek öyle güzel ki! Bütün oyunlar, çocukların neşesi hiç eksilmesin diyeymiş. Eve döndüğümüz sırada, sokaktaki bir köpeğin küçücük kediyi sıkıştırdığını gördük. Biz daha ne yapabileceğimizi düşünürken Pati, aramızdan ok gibi fırladı. Havlayarak koca köpeğin karşısına dikildi. Ne yapıp edip kediden köpeği uzaklaştırdı. Sonra da tüylerine dokunarak kediyi sevmeye başladı. Dünyanın en güzel ve en duygulu fotoğrafıydı bu! Hepimiz koşarak Pati’nin boynuna sarıldık. Gösterdiği kahramanlıktan dolayı onu tebrik ettik. Sadece bizim değil, yeni arkadaşlarımızın da gözünde büyümüştü Pati.
Dinle
Emir'in Isınma Farkındalığı Denizanalarının Yolculuğu
Yazan: Seher Esra Akyol Resimleyen: Şebnem Aydın “Yakışıklı torunum gelmiş!” diyerek kapıyı açtı babaannem. Onun sevinçten parlayan gözleri mutluluğun resmini çiziyordu. İçeri girip hasret giderdikten sonra dayanamayıp “Tüm gün evde oturmayacağız, değil mi? Haydi, denize gidelim!” dedim. Sabırsızlığıma herkes kahkahalarla güldü. Dedem, “Gidelim tabii, aslan parçası.” dedi. Antalya’nın Kemer ilçesinde oturan babaannemlerin evi plaja yürüyerek on dakikalık mesafedeydi. Oraya vardığımızda annemler şezlong ve şemsiye kiralarken ben kendimi Akdeniz’in ılık sularına atmıştım bile. Kıyıda yüzmeye çalışıyor, çarşaf gibi denizin keyfini çıkarıyordum. Bir yandan da babamlara “Deniz çok güzel, haydi siz de gelin!” diye sesleniyordum. Denizde bir süre yüzüp oynadıktan sonra vücudumun çeşitli bölgelerinin kaşınıp yandığını hissettim. Kolumu kaşırken bacağım, bacağımı kaşırken sırtım tuhaf bir şekilde kaşınıp duruyordu. Denizden can havliyle çıkıp babaannemlerin yanına koşa koşa gittim. “Her yanım kaşınıyor babaanne. Şu hâlime bir bakın.” dedim. “Aaa, ne oldu sana böyle yavrum! Vücudun kıpkırmızı olmuş. Benimle gel canım.” dedi babaannem ve beni sahilde duş alınan yere götürdü. Arkamızdan koşarak gelen babam, “Bekleyin!” diyerek yıkanmama engel oldu ve nefes nefese “Kıyıya denizanaları vurmuş. Muhtemelen bir denizanası vücuduna değdiği için kaşınıyorsun. Tatlı su, deri üzerinde kalan zehri açığa çıkarıp daha fazla zarar verebilir. Seni önce şu kovadaki deniz suyu ile yıkayalım sonra da hastaneye götürelim.” dedi. Arabayı almak için yola koyulduğumuzda hâlâ çılgınca kaşınıyordum. Babama korkuyla “Denizanaları çok mu zararlı?” diye sordum. Babam detaylı bir açıklama yaptı: “Emirciğim, denizanalarının pek çok türü zehirlidir ama zehrin etkisi türden türe farklılık gösterir. Ayrıca kişilerin alerjiye verdiği tepkilere bağlı olarak farklı belirtiler ortaya çıkabilir. Yani bir denizanası türü; bir kişide hafif kaşıntı, kızarıklık şeklinde etki gösterirken başka bir kişide kuvvetli ağrıya ve kabarcık oluşumuna neden olabilir ama merak etme geçecek.” Babamın açıklamalarından kısa bir süre sonra arabaya ulaştık ve hemen hastaneye gittik. Gerekli tedaviler yapıldıktan sonra kaşıntım geçti. Kızarıklıkların da kısa sürede geçeceği söylendi. Başıma gelen bu talihsiz olayı benden başka pek çok kişinin de yaşadığını akşam yemeğinde dedemlerle haberleri seyrederken öğrendim. Hepimiz şaşırmıştık. Haberleri sunan sunucuya iyice kulak kesildim. Sunucu, durumu ayrıntılı bir şekilde açıklıyordu: “Denizlerimizi, bu defa Kızıldeniz gibi tropikal sulardan Akdeniz’e geçen denizanaları istila etti. Küresel ısınma; okyanus ve deniz sularının ısınmasına sebep oluyor. Isınan deniz suyundaki oksijen seviyesinin düşmesi, bazı balıkların ölümüne neden olurken istilacı türleri artırıyor. Böylece ekosistemin dengesi hızla bozuluyor. Ayrıca aşırı avlanma, plastiklerin artması ve kirlilik gibi nedenler de bu istilayı artırıyor...” diyordu. Öğrendiklerim karşısında hayretler içinde kaldım. Isınmanın deniz canlıları üzerindeki olumsuz etkisini bizzat deneyimlemiştim. Haberleri endişeyle seyrederken ekosistemdeki her durumun birbiriyle ne kadar bağlantılı olduğunu artık daha iyi anlıyordum.
Dinle
Mavi Kapılı Kitapçı
Yazan: Tuğba Coşkuner Resimleyen: Zeynep Begüm Şen Köylerin birinde mavi kapılı iki katlı bir kitapçıya rastladım. Böyle güzel bir kitapçı, çoğu büyük şehirde bile yok. Şaşırdım. İçeri girdim. Kasanın hemen yanında eskimiş bir kâğıda elle yazılmış bir ilan gördüm. İlanda “kitap okuyucuları”ndan bahsediyordu. Şaşırarak “Bu nedir?” diye sordum. Kasadaki adam köyde bu şekilde çalışan çocukların ve gençlerin olduğunu söyledi. Özellikle bu çocuk ve gençleri kitap okumaya teşvik etmek amacıyla “Kitap okuyucusu” diye bir şey başlatmışlar. Çocuklar veya gençlerden isteyenler kitapçıya gelir, ilan için kaydolur, ne tür kitapları tercih ettiklerini ve başkaları için hangi kitapları okuyabileceklerini söyler, iletişim bilgilerini bırakırlarmış. Okumaya vakti olmayan, okuma bilmeyen, canı o gün kendi başına okumak istemeyen kişiler kitapçıyı arayıp mesela falancanın şu kitabını bir buçuk saat boyunca okuyacak biri var mı, D vitaminim eksikmiş, doktor bol bol güneşlenmemi söyledi, güneş gözlüğü ile okumakta zorlanıyorum, falancanın şu kitabını da okumayı daha fazla erteleyemem gibi şeyler söylerlermiş. Kitapçı da kendisine kayıt olan kitap okuyucuları listesine bakar, bu işi yapacak yaşı uygun birini gözüne kestirir ve ona falancanın şu kitabını okumak isteyip istemediğini sorarmış. Eğer olumlu bir cevap alırsa ardından ücrette anlaşırlarmış. Ayrıca kitapçı, tren garının hemen yanında olduğu için müşterilerin arasında tren bekleyen yolcular da bir hayli fazlaymış. Kitap okuyucularından yaşları küçük olan, bire ikiye giden bile varmış. Kitapçı hiçbirini geri çevirmezmiş, çok yavaş okuyorlarmış ama köylülerin sırf onlar harçlıklarını çıkarsınlar diye günlerce parkta bahçede Ayşegül serisi dinlediği bile olurmuş. Bazen insanlar hasta ziyaretlerine gidemez, onun yerine yakınlarına en sevdikleri kitapları okuyacak, kitap okuyucularını gönderirlermiş. Ne güzel değil mi? Hatta bu durum zamanla bir tür hediyeleşme biçimine dönüşmüş. Kimi zaman da yazarlar kendi yazdıkları kitapları, bir köy kahvesine oturup bir kitap okuyucusunun ağzından sesli olarak duymak isterlermiş ki ne yazdıklarını bir de böyle görsünler. Sonuncusunu nereden bildiğimi sormayın, öyle işte.
Dinle
Biricik Soru, Binbir Cevap
Mustafa Çiftci Mustafa ağabey, siz Yozgat’ta yaşayan iyi bir yazarmışsınız. Hikâyeleriniz çok seviliyormuş. Hatta hikâyeleriniz "Gönül Dağı" diye bir diziye ilham kaynağı olmuş. Babam sizin hikâyelerinizi okuduğunda çocukluğuna gittiğini söylüyor. Ben şunu merak ediyorum: Siz hikâyeler yazıyorsunuz, anlatıyorsunuz. Yazdıklarınız çok seviliyor. Acaba siz çocukken çevrenizde size masal anlatan, hikâye okuyan bir büyüğünüz var mıydı? Sevgili kardeşim, ben küçükken dinlemeyi çok severdim. Dedemi, annemi hep dinledim. Onlar da güzel anlatıyorlardı. Masal, hikâye, hatıralar... Bir hikâyeyi anlamanız için o hikâyeyi sevmeniz lazım. Hikâyeyi sevmek için de hikâyenin sevdiğiniz biri tarafından anlatılması lazım. Onun için televizyonun, tabletin, telefonun anlattığı hikâyeler kaybolur gider ama sevdiklerinizin anlattığı hikâyeler nakış gibi aklınızda kalır. Sen de sevdiklerine söyle, sana hikâyeler anlatsınlar. Çünkü ben annemi, dedemi dinledikçe sanki o anlatılanları kendim yaşamışım gibi hayaller kurmaya başlardım. Öğrendiklerimi arkadaşlarıma da anlattım. Böylece küçükken hem dinleyerek hem anlatarak yaşadım. Şimdi küçükken dinlediğim ve içinde devler, cüceler, rüzgârdan hızlı atlar, dünyalar güzeli sultan kızları, kahraman şehzadeler bulunan masalları bana anlatacak kimse yok. Ben de o hikâyeleri çevreme anlatarak hikâye susuzluğumu gideriyorum. İnsan hikâye anlattıkça yeni hikâyeler de duymak, dinlemek istiyor. İnsanların hikâyeleri apartmanların, teknolojik cihazların ve hızlıca akıp giden hayatın kurtların, kuşların, ağaçların hikâyeleri de daldan toplanmadığı için çürüyen meyveler gibi çürüyüp gidiyor. Biliyor musun? İnsanın hikâyesini dinledikçe hayvanların ve bitkilerin hikâyesini de duymaya, anlamaya başlarsın. Çünkü insan severek yaptığı işte daha hassas, daha arzulu olur. Arzuyla ve hissederek dinlediğin zaman bitkiler ve hayvanlar neler anlatır neler? Gel, istersen şöyle yapalım: Bugünden itibaren sevdiklerine hikâye hediye et. İlk önce anne babana anlatarak başla. Göreceksin ki sen onlara hikâye anlattıkça onlar da sana hikâye, masal ve hatıralarını anlatacaklar. Sen öncü ol. Bu, hediyeleşmektir, muhabbettir. Ne demiş eskiler: İnsanlar konuşa konuşa anlaşır. Umudum ve duam odur ki çevrende seni anlayan, dinleyen ve sana güzel şeyler anlatan insanlar hep var olsun. Bir hikâye de benden olsun. Çevirelim bakalım sayfayı.
Dinle
Serçe Mustafa'nın İlk Uçuşu
Yazan: Mustafa Çiftci Resimleyen: Zehra Binark Serçeler yumurtlayıp çoğalarak aile olur. Serçe Mustafa da “kuş yuvası” denilen o sıcak yuvada yumurtadan çıkınca anne babasının gözdesi oldu. “Mustafa” ismi dedesinin ismiydi. Bu yüzden “Yavrumuzun ismi Mustafa olsun.” dediler. Ama Yozgat’ta söylendiği şekilde herkes onu “Serçe Mısdafa” diye seviyordu. Serçe Mısdafa uçmayı babasına bakarak öğreniyordu. Anne babası da kuş dili bildiklerinden ne anlatıyorlarsa güzel sesleri ile anlatıyorlardı. Mısdafa, onları dinlemeyi çok seviyordu. Babası ona uçarken nelere dikkat etmesi gerektiğini söylüyordu. Mısdafa, kanatlarının ne kadar açılacağını, gövdesi ve kanatlarının ne renk olacağını merak ediyordu. Annesi “Sabretmelisin.” dedi. Böylece Mısdafa sabretmeyi öğrenmeye başladı. Uçma günü geldiğinde Mısdafa pek heyecanlıydı. İlk olarak Yozgat’ta bulunan Çamlık ormanında uçacaktı. Annesi Mısdafa’ya dedi ki: “Hiç korkma, yorulunca hemen bir dala kon. Burada ağaçlar seni korur.” Yuvanın kenarına önce babası geldi ve pırr ederek uçtu. Sonra Mısdafa uçacaktı. Arkasından da annesi gelecekti. O sırada hafif bir rüzgâr esti. Rüzgâr çam ağaçlarının kokusunu getirdi. O zaman Mısdafa çok mutlu oldu. Sanki ağaçlar “Gel, aramıza katıl.” diyorlardı. Mısdafa o heyecanla kendini rüzgârın kollarına bıraktı. Babasının dediği aklına geldi: “İlk kanat çırpışın acemice olabilir ama hayatta en önemlisi, yanlış kanat çırpsan bile sabırla kanat çırpmaya devam etmendir. Unutma, kanatlar çırpına çırpına öğrenirler uçmayı.” Mısdafa birkaç kere sendeledi ama sonunda pır pır eden kanat seslerini duydukça açıldı. Sanki göğsü genişledi. Kalbi de pıt pıt ediyordu ve kanatlarıyla bir olup şarkı söylüyordu. Sanki Mısdafa’nın bu şarkısını ağaçlar da dinliyordu. Mısdafa ilk uçma dersinde yorulana kadar uçtu. Babası dedi ki “Aşk ile severek çalışırsan yorulmazsın. Onun için yaptığın her işi coşku ile yaparsan enerjin hiç ama hiç tükenmez.” Babasının sözleri ve annesinin güzel ötüşü ile Mısdafa sürekli uçmak ve ağaçlara şarkı söylemek için sabırsızlanıyordu, böylece uykuya daldı. Rüyasında usta bir serçe gibi uçarak Çamlık’taki her dala kondu. Yeni arkadaşlar edindi. Onları pek sevdi. Bakalım, bundan sonra nerelere uçacak Mısdafa, neler görecek ve kimlerle tanışacaktı?
Dinle
Cesur ve Güçlü
Yazan: Nazife Burcu Takıl Resimleyen: Cemile Şık tırtıl Cesur, uyandığında kendini kelebek olarak bulmuştu. O günden beri yeni hâline alışmaya çalışıyordu ve açıkçası biraz zorlanıyordu. Bazen her şeyi aynı anda yapmaya çalışıyor bazen de boş boş oturuyordu. Bir keresinde annesi: — Boş boş oturmak diye bir şey yoktur. Otururken düşünmez misin sen hiç, diye sormuştu. Cesur: — Düşünürüm tabii. — Hah işte, düşünmek de bir iştir, demişti annesi. O günden beri Cesur, ne zaman otursa bir şeyler düşünür, düşünürken de annesinin bu sözünü hatırlayıp gülümserdi. Annesinin o sözü söylediği gün, babası da tozlu bir dalın yaprakları arasından: — Hele ki düşünürken gülümsersen… İşte o var ya! O en büyük iştir. Çok da büyük meziyettir, demişti. Cesur, bir an için annesi ve babasının yanında olduğu günleri hatırladı, gülümsedi: "Ne çok gülümsüyorum artık. Demek ki çok büyük bir iş başarıyorum." dedi kendi kendine. Ardından çevresindeki beyaz ve sarı papatyalara baktı. Eskiden yaşadığı yerde hep laleler olurdu. Annesi ve babasıyla lalelerin içine salıncak yapar, eğlenirlerdi. Kelebek olarak uyandığından beri eski günleri de özlemeye başlamıştı. Evden niye bu kadar uzakta olduğunu, herkesin neden ilerideki tepenin ötesine gittiğini anlamamıştı. Ama yalnız olmadığını çok iyi biliyordu. Onun gibi rengârenk kanatlarıyla uçmaya çalışan o kadar çok arkadaşı vardı ki... Bazıları uçmayı çoktan öğrenmiş, kanatlarını bile güçlendirmişti. Bir sabah yan yapraktaki arkadaşı: — Cesur, ben artık uzun süre uçabiliyorum, ileride rengârenk kır çiçekleri var, tam şu tepenin ardında, herkes bizi orada bekliyor, haydi sen de gel, demişti. Cesur, tepeye doğru bakıp: — Ama o tepe çok yüksek, diye mırıldanmıştı. — Seni hazır olana kadar bekleyeceğim, merak etme. Cesur, yalnız olmadığını bilmek ne güzel bir his, diye geçirdi içinden. Ertesi gün arkadaşı yine geldi: — Haydi, karşıki tepenin ardında o kadar çok çiçek tarlası var ki… Gidelim artık. Kanatlarını gerip rüzgârı arkana almalısın, işte böyle! Cesur gülümsedi: — Galiba artık hazırım. Günlerdir boş boş oturmadım, hep düşündüm, epeyce de gülümsedim, neden biliyor musun? — Neden? — Çünkü çokça ayaklı, yeşil bir tırtılken şimdi beyaz benekli, kanatlı bir kelebeğim. Tırtılken kelebek olduysam her şeyi yapabilirim. Beni bekleyen çiçek tarlasına ulaşmak için de şu tepeyi geçebilecek güçteyimdir, öyle değil mi? Arkadaşı gülümseyerek: — Adın gibi cesursun, dedi. — Teşekkür ederim. Bu arada kanatlarını çırpabilen herkes aslında çok cesurdur. Bir de boş boş oturmak aslında çok büyük iştir. Tabii güzel şeyleri düşünüp gülümsüyorsan… Çünkü kendini gülümsetebilecek düşünceyi bulan herkes çok güçlüdür, dedi kanatlarıyla havada süzülürken.
Dinle
Umuda Yolculuk Bileti
Yazan: Asiye Dursun Budak Resimleyen: Özden Sayın Bu dünyadaki masallarda, filmlerde, şarkılarda ve öykülerde ne çok kahraman var? Kimisi zorluklarla baş eder, kimisi ihtiyacı olana yardım eder, kimisi de kendisi için mücadele eder. Kimisinin ise tam pes edeceği anda karşısına devam etmesini sağlayacak bir şey çıkar. Bu; şefkat dolu bir aile üyesi, kalbindeki sevgi, içindeki güç, elini tutan bir bilge veya sadık bir hayvan dostu olur bazen. Zor zamanlar her kahraman için farklı şekilde kendini gösterir: Sevdiği bir oyuncağın kırılması, okulda istediği başarıyı elde edememesi, sevdiği kişilerden ve yerlerden uzak kalması, hiçbir şeyi kontrol edemeyeceğini düşünmesi, her şeyin birdenbire değişmesi ve bir daha eskisi gibi olmayacağını düşünmesi, kalbinde bir ağırlık hissetmesi, renklerin birden solması… Bu türden zor durumlar ve duygular, dünyadaki birçok insanın başına gelebilir. Asıl hikâye de bundan sonra başlar. Kahramanlar, kahraman olmak için bu zorluklarla baş etmeye çalışırlar. Kendilerini çok güçlü hisseden ve tüm zorluklarla baş eden kahramanlar bazen ne yapacaklarını bilemeyebilirler. Böyle zamanlarda kahramanları kahraman yapan kalplerindeki umudu asla yitirmemeleridir. Umut, onlara zorluklarla baş etmeleri için farklı biletler sunar. Hangi biletin kime iyi geleceği belli olmaz. Bazen kahramanlar kendileri için de bilet oluştururlar. Şimdi sıra sende! Sana iyi gelecek biletleri yanına alabilir ve boş bileti kendine iyi gelecek şekilde doldurabilirsin. • 1. BILET • Zorlandığın zamanlarda sana destek olacak kişi veya nesneleri hatırlayabilirsin. Onlarla duygularını konuşmayı deneyebilirsin. • 2. BILET • Yaşadığın ama anlatamadığın duygularını yazmaya, çizmeye, boyamaya ne dersin? • 3. BILET • İhtiyaçlarının ne olduğunu düşünebilir ve onları gidermek için güvendiğin birinden yardım alabilirsin. • 4. BILET • Daha önce baş ettiğin zorlukları aklına getirerek güçlü yanlarını listeleyebilirsin. • 5. BILET • Kendini güçlü hissedeceğin ve kontrolün sende olduğu etkinliklere katılabilirsin. Oyun, dans, boyama… • 6. BILET • İçindeki olumsuzlukları bir balonun içine üfleyebilir ve balonu gökyüzüne bırakarak onlarla vedalaşabilirsin. • 7. BILET • 10 yıl sonrasına, gelecekteki kendine mektup yazmak sana iyi gelebilir. • 8. BILET • Çevrende yardım edebileceğin kişi ve durumları gördüğünde onlara yardım isteyip istemediklerini sorabilirsin. • 9. BILET • Bu zor zamanlara rağmen yaşadığın güzellikleri sihirli gözlükle bulmayı deneyebilirsin.
Dinle
Ahretlik
Yazan: Çağrı Gürel Her adımımda parmaklarıma küçük taşlar batıyor. Neneme “Yoruldum.” diyorum ama onun aldırdığı yok. “Daha şimdi kalkmadık mı pınarın başından?” diye soruyor. Bir de taşla top oynadım, çizmemi yırttım diye söyleniyor. Ne yapayım, topum yok ki oynayayım. Çerçi iki haftada bir geliyor, üstelik artık top da getirmiyor. Nenem bana Kocaköy’den çizme alacak sonra ben nenemden top da isteyeceğim. Nenem, “Yeşil renkli meşin çizme, yeşil renkli meşin çizme!” diye ağlayıp tutturduğumu, bunun için yola düştüğümüzü söylüyor. Öyle çizmeyi televizyondan gördüğümü, bu televizyonun ne kötü bir şey olduğunu söyleyip duruyor. Hiç cevap vermiyorum. Suratım asılıyor. Nenem etrafına bir baksa ya! Herkesin artık meşin çizmeleri var. Hem yepyeniler hem parıl parıl parlıyorlar. Nenemin önce kaşları çatılıyor ardından sevecenlikle yüzü aydınlanıyor. “Somurtma hemen, gidiyoruz işte!” diyor. Yırtık çizmemin içi taşla kumla doluyor. Biraz dursak, diyeceğim ama nenem yine mırıldanmaya başlamış. “Nene, nene, nene!.. diyorum. Beni hiç dinlemiyor. “Ahretlik” diye birinden bahsediyor. “Öğlen onun evine varmış oluruz, orada biraz dinleniriz.” diye konuşup duruyor. “Ahretlik”in ne olduğunu bilmiyorum. Çizmemdeki kumu bir anlığına unutuyorum. Nenem, “Ahretlik”in yataktan kalkamadığını söylüyor. Neden kalkamıyor yatağından, hep uyuyor mu? Hasta mı acaba? “Nene, nene!..” diyorum yine. Nenemin beni duyduğu yok. Bu Ahretlik çok önemli biri galiba. Nenem onu rahatsız ederiz diye çekiniyor. Çocukken onunla ne kadar iyi arkadaş olduklarını, birbirlerini hiç üzmediklerini söylüyor. Şu karşı dağlarda koyun inek güttüklerinden hatta bir defasında sürülerine kurt dadandığından bahsediyor. Nenemin hatıraları masal gibidir. Hemen her gece bana masal anlatır. Masal uyduramazsa çocukluğunu anlatır. “Bacım.” diyor o teyzeye. Şimdi meraktan çatlayacağım. “Nene, nene!..” diyorum yine. “Ne var oğlum?” diye kızıyor birden. “Bir şey yok.” diyorum, “Ahretlik ne demek?” Nenem gülümsüyor. “Ahretliği bilip de ne yapacaksın?” diye soruyor. “Hiç, merak ettim.” “Senin en iyi arkadaşın kim?” “Hüseyin, İhsan, Mevlüt…” “Hepsini sayma oğlum.” diyor nenem, “En iyi anlaştığın arkadaşın demek istedim, dostun kim?” “Dost mu, dost ne demek?” “Aman oğlum!” diye iç çekiyor nenem. “Senin de soruların hiç bitmiyor, sana laf anlatmaya korkuyorum. Her sözüme bir soru, her sözüme bir soru?..” Bir araba geliyor, nenem arabalardan korkar. Beni kolumdan tutup kenara çekiyor hemen. Çizmem taşla dolu… Hiç şikâyet etmiyorum. Araba gördüğümüze göre köye yakınız demektir. Yeşil renkli meşin çizme geliyor aklıma, gülümsüyorum. Top da isteyeceğim, onun rengi önemli değil. Nasılsa poşeti yırtılana kadar çıkarmayacağım…
Dinle
Dört Mumlu Ev
Yazan: Evrim Ölçer Özünel Resimleyen: Tuğçe Cüre Haydi çocuklar! Yanaşın yamacıma da bir masal anlatayım. Dinlerseniz sonunda size bir de hediye bırakayım. Evvel zamanda, kalbur samanda, çok eski zamanların birinde yaşlı ve kocaman bir taş ev varmış. Bu evin duvarları da çok kalınmış. Evde kimlerin yaşadığı belli değilmiş ama içinde sürekli dört mumun yandığı bir oda olduğu bilinirmiş. Bu odadaki mumlar o kadar yaşlıymış ki kimse ilk ne zaman ya da kim tarafından o odaya getirildiğini de bilemezmiş. Dediklerine göre zamanın başlangıcından beri yanıyormuş mumlar. Orada yaşayanlar ne kadar merak etseler de evin içine girmeye bir türlü cesaret edemezlermiş. Bu evin olduğu yerde yaşayan küçük bir çocuk varmış. Bu çocuk biraz meraklı, biraz heyecanlı, biraz da afacanmış. O da evin içini herkes kadar merak ediyormuş. Günlerden bir gün merakına yenilmiş ve birdenbire kendini kocaman taş evin büyük ve süslü ahşap oymalı kapısından içeri girerken bulmuş. Etrafta hiç kimsenin onu görmediğinden emin olunca hızla kapıyı aralayıp içeri atılmış. Taş evin ahşap merdivenlerinden yukarı kata çıkmış. Ortalık çok sessizmiş. Yavaş yavaş ilerlemiş. Evin diğer köşesinden gelen bir konuşma sesi işitmiş. Sesin geldiği odanın kapısının önüne varmış. Kapının anahtar deliğinden içeri bakmış. Odada koskoca bir şamdanda yanan dört mumun birbiriyle konuştuğunu görmüş. Kapıya iyice yanaşıp dinlemeye başlamış. İçeriden önce ince bir ağıt sesi duyulmuş. Mumlardan en baştaki konuşmaktaymış: “Ahh ah, artık beni kimse önemsemiyor ve sevmiyor! Benim boşu boşuna yanmamın ne anlamı var? Adım BARIŞ ama artık insanlar birbirleriyle hep savaşıyor. Dünya barışı çoktan unuttu. Bu yüzden artık yanmayacağım.” demiş ilk mum ve puuffff diye sönüvermiş. Ardından ikinci mum sözü devralmış: “Ahh ah, artık beni kimse fark etmiyor! Benim boşu boşuna yanmamın ne anlamı var? Adım SEVGİ ama artık kimse beni sevmiyor. İnsanlar birbirlerine sevgi göstermiyor. Sevgisiz bir dünyada ben ne yapayım, o yüzden ben de artık yanmayacağım.” demiş ve tıpkı ilk mum gibi puuffff diye sönmüş. Her mum söndüğünde oda daha da karanlık bir hâl alıyormuş. Çocuk duyduklarına ve gördüklerine inanamıyormuş. Üstelik çok da üzülüyormuş ama dinlemeye devam etmiş. Üçüncü mum konuşmaya başladığında: “Ahh ah, artık kimse benden söz etmiyor. Benim boşu boşuna yanmama ne gerek var? Adım İNANÇ ama insanlar artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Birbirlerine güvenmiyorlar. Doğaya saygı bile göstermiyorlar. İnançsız bir dünyada ne yapayım, o yüzden ben de artık yanmayacağım.” demiş ve o da puuffff diye sönüvermiş. Kapının ardındaki çocuğun kalbi küt küt atmaya başlamış. Kulaklarına inanamıyormuş. Heyecanla kapıyı aralamış. Ağır kapı gıcırdayarak açılmış. Çocuk hemen yanan son mumun yanına gitmiş: “Neler oluyor böyle? Dünyadan Barış, Sevgi ve İnanç ateşi giderse biz nasıl yaşarız? Ne olur bari sen sönme!” diye seslenmiş dördüncü muma. Dördüncü mum sıcacık sesiyle çocuğa karşılık vermiş: “Bak küçüğüm, sakın üzülme! O gördüğün üç mum, dünyaya karanlık çöktüğünde hep söner. Ama benim adım UMUT, ben hiç sönmem. Böylece de onları her söndüklerinde yeniden yakabilirim. Şimdi şurada duran kibritlerin birini al ve onu benim ateşimle tutuştur. Sonra da diğer mumları uyandır.” demiş. Çocuk çok sevinmiş. Hemen göz yaşlarını silmiş ve Umut mumunun dediğini yapmaya başlamış. Teker teker sönen Barış, Sevgi ve İnanç’ı uyandırmış. Her biri uyandığında oda daha da aydınlanmış. Çocuk geleceğe umutla bakarak odadan ayrılmış. O günden sonra ne mi yapmış bizim küçük çocuk? Başından geçen bu hikâyeyi umudunu yitiren ve üzülen tüm çocuklarla paylaşmış. Bana da çocukken karşılaştığımızda anlatmıştı. Ben de o günden sonra bu masalı umudunu yitiren herkese anlatır oldum. Kim bilir, bu masalı siz de artık başkalarına anlatırsınız. Eee, o zaman gökten üç elma düşsün! Birincisi bu masalı okuyan ya da dinleyen sizlerin başına, ikincisi umudunu yitirmeyen herkesin başına, üçüncüsü de bu masalı ilk defa anlatan yaşlı masalcının başına düşsün.
Dinle
Serçe Türküleri
Yazan: Mustafa Ruhi Şirin Resimleyen: Ayşenur Şirin Sen dört mevsimin Küçük sazı Kim öğretti sana Cennetin dilini Konsan Serçe parmağıma Türküler Söyleyerek Karşılasak yazı Daha güzelleşip şenlense Evimiz bahçemiz Türkiye’miz Ve dünyanın Her yanı
Dinle
Ben Bir Ağacım
Yazan: Aytül Akal Resimleyen: Ahmet Demir Kollarım göğün yüzüne uzanır, Köklerim toprağın derinine. Gölgem her canlıya davettir. Meyvelerim de öyle. Mevsimlerin biri gelir biri geçer. Bazen yanında hüzün getirir, Bazen beklenmedik sevinçler... Yağmurlar yağar, Bir bakarsın sel olur, ıslanırım. Karlar yağar, Bir bakarsın don olur, üşürüm… Her zorluğa direnirim ben. Öylesine bağlıyım toprağıma Şaşırtsa da doğa beni gücüyle, İnatla sarılırım yaşama. Yine yapraklanır, çiçek açarım Yine kuşlar konar dallarıma. Ben bir ağacım da, Her canlı, biraz ağaçtır aslında.
Dinle
Sen Hiç "Uçan Ev" Gördün mü?
Hilal Turan Sen Hiç "Uçan Ev" Gördün mü? Pamuk ninelerimizi, tonton dedelerimizi ne çok severiz, değil mi? Bizleri koşulsuz seven, ne istersek yapan, sevgi dolu, ay yüzlü büyüklerimiz iyi ki var! Bizden çok daha uzun yıllar yaşamış olduklarından, onların da bir zamanlar bizim gibi maceracı ve hayaller kuran mini mini çocuklar olduğunu unuturuz. Evet, biz insanlar; tüm canlılar gibi doğar, büyür, daha da büyür ve yaşlanırız. Bazılarımız büyürken çocukluk zamanlarında kurdukları hayallerin peşinden gider, bazılarımız ise çocukluk hayallerini unuturlar. İşte bu sayımızda bahsedeceğimiz “YUKARI BAK” filmi, bir zamanlar çılgın hayaller kuran çocuklarken; büyümüş, evlenmiş ve birlikte yaşlanmış tonton bir çiftin hikâyesiyle başlıyor. Maceracı bir ruhla dünyayı gezmek isteyen Ellie ile kendi hâlinde ve biraz da huysuz Carl, çocukken arkadaş oluyorlar. Büyüyünce evlenip ömürlerini birlikte geçiriyorlar. Ellie, Güney Amerika’daki Cennet Şelalesi’ne gitme hayalini gerçekleştiremeden dünyaya veda ediyor. Artık tonton bir dede olan Carl, yalnız kalınca çılgın mı çılgın bir karar veriyor. Böylece çocukluk hayalini gerçekleştireceği çok heyecanlı bir macera başlıyor. Çocuklar, siz hiç evinizi balonlarla uçarken hayal ettiniz mi? Rengârenk balonlarla gökyüzünde süzülen, kuşlarla birlikte uçan, şehirlere, insanlara kısacası dünyaya yukarıdan bakan şirin mi şirin bir ev... Hayali bile çok güzel, değil mi? Carl, yüzlerce balonla evini “Uçan Ev”e dönüştürüyor ve Ellie’nin hayalini gerçekleştirmek için eviyle birlikte gökyüzüne yükseliyor. Şirin eviyle gökyüzünde ahenkle süzülürken, birden evin kapısı çalınıyor. “İyi ama gökyüzünde evinin kapısını çalan kim olabilir ki?” dediğinizi duyar gibiyim. Carl, aynı merakla kapıyı açıyor ve karşısında ona yardım ederek “Yaşlılara Yardım” rozetini almak ve izcilik görevlerini tamamlamak isteyen “Doğa Kâşifi” Russell’ı buluyor. Carl bu huzur dolu yolculuğunu, heyecanlı ve sürekli konuşan Russell’la paylaşmak zorunda kaldığı için başta çok mutsuz oluyor. Üstelik Güney Amerika’ya vardıklarında onlara rengârenk dev bir kuş ile bir köpek katılıyor. Bu ilginç ekip zamanla maceracı bir takım oluyorlar. Türlü aksaklıkların yanı sıra son derece kötü niyetli köpekler ve onların sahipleriyle mücadele etmek zorunda kalıyorlar. 78 yaşındaki Carl, 8 yaşındaki Russell, dev kuş ve köpek, başta birbirlerinden çok hoşlanmasalar da aralarındaki yardımlaşma ve dayanışmayla tüm zorlukların üstesinden gelmeyi başarıyorlar. Biz de Carl ve Russell gibi yeni tanıdığımız insanlara -başta canımızı sıksalar da- şans vermeliyiz. Belki de hayallerimizi gerçekleştirmede en büyük yardımcımız ve macera arkadaşımız onlar olur, kim bilir? Peki, sizin de Carl’ın “Uçan Ev”i gibi çılgın mı çılgın bir hayaliniz var mı? Not: Filmin adı ne? Yukarı Bak Yönetmeni kim? Pete Docter ve Bob Peterson Kaç dakika? 1 saat 36 dakika Yapım yılı ne zaman? 2009 Türü ne? Animasyon Orijinal adı ne? Up
Dinle
Ben Merhameti Gördüm
Yazan: Veli Aknar Resimleyen: Şebnem Aydın Türkçe dersinden okuma parçası ile ilgili ev ödevim vardı. Parçada bilmediğim birçok kelime yanında “merhamet” kelimesi ile de ilk defa karşılaşmıştım. Ders dışında da olsa kelimeyi birkaç kez büyüklerimden duymuşluğum vardı ancak anlamını bilmiyordum. Amaaan, vaktim daha çoktu, ileride bir gün nasıl olsa öğrenirdim. Ama içime de bir kurt düştü. Ya öğretmenimiz bu kelimenin anlamını sorup cümle içinde kullanmamızı isterse ne yapacaktım! Kelimenin anlamını öğrenmek için sözlüğe bakmak varken o gün sözlüğü açmak istemedim. Şimdi sayfaları çevireceksin, kelimeyi bulacaksın, anlamını deftere yazacaksın. Ooof, offf! Bakmam gereken yalnızca bir kelime olsa kolaydı ama incelenmesi gereken kelime çoktu ve bu da çok zaman alacaktı. Üstelik ödevin içeriğinde kelimenin anlamını öğrenmek yanında bir de cümle içinde kullanmak gerekecekti. Bu düşünceler içinde bocalarken salondan televizyonun sesinin geldiğini fark ettim. Bir sunucu, kulakları okşayan sesiyle şiir okuyordu. Şiire kulak verdim. “BEN ZAMANI GÖRDÜM” dizesi süper bir fikri aklıma getirdi: “Ben merhameti gördüm. Merhamet bize geldi.” şeklinde iki cümle kurdum. Zaman görülebiliyorsa merhamet neden görünmesindi: Bence öyleydi. Ertesi gün ödevimi hakkıyla yapmanın gönül rahatlığı ile okula gittim. Türkçe dersinde, ödevlerini dikkatlice yapan arkadaşlar benim bile dikkatimi çekti. Merhamet kelimesinin anlamını hem güzelce açıkladılar hem de cümle içinde kullandılar. Sıra bana gelinceye kadar merhamet kelimesinin “acıma” anlamına geldiğini öğrendim ve yazdığım cümledeki hatayı kavradım. Yeni bir cümle hazırlamaya fırsat kalmadan sıra bana geldi. Kurduğum cümleleri tedirginlikle okudum. Sınıfta bir gülme tufanı koptu. Öğretmenimiz de belli belirsiz gülümseyince tedirginliğim iyice pekişti. Öğretmenim: –Veli, merhameti nasıl gördün? Merhamet evinize nasıl geldi, diye iki soruyu peş peşe sıraladı. Ben de pek düşünmeden: –ANNEMIN BANA BAKIŞINDA, BABAMIN GÖZLERINDE, BÜYÜK BABAMIN SÖZCÜKLERINDE, KEDILERIN SESINDE, KÖPEKLERIN YÜZÜNDE GÖRDÜM, dedim. Başımı önüme eğmiş, öğretmenimin yüzüne bile bakamıyordum. –Peki, eve nasıl geldi, dedi öğretmenim. –Babamın eliyle, annemin yemeğiyle, küçük kardeşimin ağlayışıyla dedim. Kısa bir süre sessizlik oldu. Sınıfı bahçeden gelen yavru kedilerin sesi doldurmuştu. O gün öğretmenimin bana gülümsemesinde ve sesinde merhameti net olarak görmüştüm. Merhamet o gün sınıfımıza kesinlikle uğramıştı.
Dinle
Evrendeki Mahallemiz Güneş Sistemi
Yazan: Sinan Koçak Evrendeki mahallemiz olan Güneş Sistemi, milyarlarca galaksiden birinde, SAMANYOLU GALAKSISINDE yer alır. Güneş Sistemi içinde; Güneş, gezegenler, gezegenlerin uyduları, asteroitler, kuyruklu yıldızlar gibi gök cisimleri bulunur. Bu gezegenleri Güneş’e olan uzaklıklarına göre sıralayalım: Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün. SIMDI BIRLIKTE BIR YOLCULUGA ÇIKALIM VE DÜNYA’NIN KOMSULARINI DAHA YAKINDAN TANIYALIM. EVRENDEKİ EVİMİZ DÜNYA Evrendeki evimiz Dünya, Güneş’e uzaklık bakımından üçüncü sırada yer alır. Evrende yaşamın olduğunu bildiğimiz tek gezegen Dünya’dır. Dünya’nın hem atmosferi, hem de manyetik alanı birer koruyucu kalkan görevi görür. Meteorlar, yüzeye çarpmadan önce atmosferimiz tarafından parçalanır. Güneş’ten gelen yüklü parçacıklar da manyetik alan tarafından hapsedilir. Ay, Dünya’nın tek doğal uydusudur. EN HIZLI GEZEGEN MERKÜR MERKÜR Merkür, Güneş’e en yakın ve Güneş sistemimizin en küçük gezegenidir. Atmosferi neredeyse yok denecek kadar azdır. Merkür, gündüzleri çok sıcak (425 oC), geceleri ise çok soğuktur (-172 oC). Dünya’nın uydusu Ay’dan çap olarak biraz daha büyüktür. Güneş sistemimizdeki en hızlı gezegendir. Güneş etrafındaki bir turunu ortalama 88 Dünya gününde tamamlar. Eğer Merkür’de yaşıyor olsaydınız, Güneş'i Dünya’dan gördüğünüzden 3 kat daha büyük görebilirdiniz. YAŞAM KAYNAĞIMIZ GÜNEŞ Güneş bir yıldızdır ve yıldızlar gezegenlerden çok büyüktür. Yıldızlar, devasa bir plazma (aşırı ısınmış gaz) küresidir. Güneş’in yüzey sıcaklığı ortalama 5500 derece, merkezi sıcaklığı ortalama 15 milyon derecedir. Güneş, Güneş Sistemi’nin toplam kütlesinin %99,8’ini tek başına oluşturur. Güneş, yaşadığımız gezegen Dünya’dan o kadar büyüktür ki 1 tane Güneş’in içine 1 milyon tane Dünya sığabilir. Fakat buna rağmen Güneş en büyük yıldız değildir. Güneş’ten daha büyük yıldızlar da vardır. DÜNYA’NIN İKİZ KARDEŞİ VENÜS VENÜS Venüs, boyut ve yoğunluk bakımından Dünya’ya benzer olduğu için ona Dünya’nın ikiz kardeşi de deriz. Çok kalın bir atmosfere sahiptir. Bu kalın atmosfer ısıyı hapseder. Merkür, Güneş’e en yakın gezegen olmasına rağmen Venüs kalın atmosferiyle ısıyı hapsettiği için yüzey sıcaklığı bakımından en sıcak gezegendir. Geceleri gökyüzüne baktığınızda Ay’dan sonra göreceğiniz en parlak gökcismi Venüs’tür. Çok eski zamanlarda insanlar Venüs’ü yıldız zannetmiş ve ona Akşam Yıldızı, Sabah Yıldızı ya da Çoban Yıldızı adını vermiştir. Güneş sisteminde Merkür ve Venüs’ün uydusu yoktur. KIZIL GEZEGEN MARS Mars’ın yüzeyi demir oksitle kaplı olduğundan Kızıl Gezegen olarak adlandırılır. Mars, neredeyse Dünya’nın yarısı kadar büyüklüğe sahiptir. Mars’ın kütle çekim kuvveti Dünya’ya göre daha zayıftır. Bu yüzden Mars’ta Dünya’ya göre daha yükseğe zıplayabilirsin. Çok ince bir atmosferi vardır ve bu atmosferin büyük çoğunluğu karbondioksit ile kaplıdır. Karasal gezegenlerdeki en yüksek dağ olan Olympus Mons, Mars üzerinde bulunur. Bilinen 2 uydusu vardır. Dünya’dan çıplak göz ile gökyüzüne baktığımızda Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ü görebiliriz. Fakat Uranüs ve Neptün’ü çıplak göz ile göremeyiz. Bu gezegenleri görebilmek için teleskoba ihtiyacımız var. HALKALI GEZEGEN SATÜRN Güneş sisteminin en büyük ikinci gezegeni olan halkalı gezegen Satürn’ün içine 700 Dünya sığabilir. Güneş sisteminde sadece Satürn’ün değil Jüpiter, Uranüs ve Neptün’ün de halkaları vardır. Satürn’ün halkalarının çoğunluğu buzlardan ve kaya parçalarından oluşur. 82 uydusu vardır. En büyük uydusu Titan’dır. Güneş’e en yakın olan ilk 4 gezegenin yapısı çoğunlukla kayalıktır. Bu gezegenlere karasal gezegen de denilir. Diğer 4 gezegen ise gaz yapıdadır ve karasal gezegenlerden daha büyüktürler. GEZEGENLERİN EN BÜYÜĞÜ JÜPİTER Güneş sistemimizin en büyük gezegeni Jüpiter’dir. Hatta o kadar büyüktür ki bir tane Jüpiter’e 1000 tane Dünya sığabilir. Jüpiter gaz devi bir gezegendir ve Dünya benzeri bir yüzeye sahip değildir. 92 uydusu vardır. En meşhur uyduları, 1910 yılında İtalyan astronom Galileo Galilei tarafından keşfedilen ve Galileo uyduları olarak bilinen Io, Europa, Ganymede ve Callisto’dur. Ganymede, Merkür gezegeninden büyük çapıyla Güneş sistemi içindeki en büyük uydudur. EN UZAK GEZEGEN NEPTÜN Güneş’e en uzak gezegen Neptün’dür. 1846 yılında keşfedilmiştir. Neptün, Güneş sisteminde en hızlı rüzgârlara sahiptir. Dünyamızdaki en hızlı rüzgârlar saatte ortalama 400 kilometre hıza ulaşabilirken, Neptün’de esen rüzgârlar saatte 2000 kilometre hıza ulaşabilir. Bilinen 14 uydusu vardır. Neptün’ün en büyük uydusu olan Triton’un ilginç bir özelliği vardır. Triton, Güneş sisteminde gezegeninin tersi yönünde bir yörüngeye sahip tek uydudur. TELESKOP İLE KEŞFEDİLEN İLK GEZEGEN URANÜS Uranüs, 1781 yılında teleskop yardımıyla William Herschel tarafından keşfedilmiştir. Güneş sistemindeki en büyük üçüncü gezegendir. Güneş'e en uzak gezegen Neptün olmasına rağmen Uranüs, Güneş sisteminin en soğuk gezegenidir. Diğer gezegenler bir topaç gibi kendi ekseni etrafında dönerler. Uranüs ise 98 derecelik eksen eğikliğine sahip olduğundan Güneş’in etrafında yuvarlanarak döner. Bilinen 27 uydusu vardır.
Dinle
En Sevdiğim Renk Kırmızı Ya Seninki Hangisi?
Yazan: Mustafa Ökkeş Evren Resimleyen: Zübeyde Taşel Ne zaman çiçekleri, balonları ve gökkuşağını hayal etsem renkler canlanır gözümde. Gece olduğunda yahut gözümü yumduğumda kaybolur bütün renkler. Çünkü ışığın ve ısının kaynağı güneş, renklerin de kaynağıdır. Hem gözümüzde hem de nesnelerin dış yüzeylerinde bulunan moleküller sayesinde oluşur renkler. Kırmızı, sarı ve mavi renklerin anasıdır. Ana renkler birbirleriyle karışınca turuncu, yeşil ve mor oluşur. Bütün renkler güzel, bütün renkler kardeştir. Benim en sevdiğim renk kırmızıdır. Kırmızıya “al” veya “kızıl” da denir. Tonları vardır kırmızının. Koyu kırmızı, alizarin, kiraz rengi, horozibiği, nar rengi, mercan kırmızısı, kestane rengi, pembe, kahverengi... Lalenin, gülün, karanfilin kırmızı olanı var. En narin kırmızı çiçek gelinciktir. Kırmızı renkli meyveler de bir başkadır. Kızılcık, ahududu, yaban mersini, çilek, kiraz, nar… Dışı yeşil içi kan kırmızısı karpuz da var. Kırmızı Başlıklı Kız masalını bildikleri gibi Kırmızı Balık şarkısını da ezbere bilir çocuklar. Kırmızı balık gölde, kıvrıla kıvrıla yüzüyor Balıkçı Hasan geliyor, oltasını atıyor Kırmızı balık dinle sakın yemi yeme Balıkçı seni tutacak, sepetine atacak Kırmızı balık kaç kaç, balıkçı seni tutacak Kırmızı hem dikkat çeken hem de dikkatimizi çeken bir renktir. Trafikte kırmızı ışık yandığında araçlar durur. Tehlikeli bir durumda kırmızı alarm verilerek insanlar uyarılır. Kızıl bir görünüme sahip olduğu için Mars’a Kırmızı Gezegen denir. Önemli kutlamalarda misafirlerin geçiş yollarına kırmızı halı serilir. İlkokulda okumayı öğrenen öğrencilerin göğsüne kırmızı kurdele takılır. Daha neler neler… Kırmızı renk aşkı, sevgiyi, bağlılığı, canlılığı, cesareti ve hareketliliği çağrıştırdığı gibi dikkati, acil durumları ve tehlikeyi de belirtir. Kırmızıya en çok yakışan renk beyazdır. Kırmızı rengin üzerinde beyaz bir ay yıldız varsa orada güven ve huzur var demektir. Sahi senin en sevdiğin renk hangisiydi?
Dinle
Geniş Gökyüzüne Açılan Dar Kapı
Yazan: Tolga Eranus Resimleyen: Saadet Ceylan Bazı zamanlar içinde bulunduğumuz durumun veya duygunun sonsuza kadar devam edeceği hissine kapılırız. Bitmeyeceğini sandığımız o duygu bazen mutluluğun zirvesi gibidir bazen de üzüntünün sessiz kuyusu... Bize ışık olup yolumuzu aydınlatacak sözler duymak isteriz böyle anlarda. Vücudunun herhangi bir bölgesindeki keskin ağrıyla sabırsızca sabahın olmasını beklediğin bir gece yaşadın mı hiç? Bu soruyu, dedemin çok sevdiğim bir sözünü paylaşmak için sordum. Aslında tam onun sözü de sayılmaz. Ama yüzyıllardır aktarılan bir atasözünü demiş bile olsa tıpkı adımız gibi söyleyenini hatırlatan sözlerden biri bu. Dedem, ayaklı kütüphane gibidir. Yaşadığımız her duruma uygun bir atasözü, özdeyiş veya tekerlemeyle söze girer çoğu zaman. Onun dilinden dökülen sözler, o anki durumu çok güzel özetler. Öyle anlarda dedemi kitaplardaki ve çizgi filmlerdeki yaşlı bilgelere benzetirim. Herhangi bir darlık yahut zorluk yaşandığı an dedem, başını biraz eğip gözlüklerinin üzerinden bakarak şöyle der: “Her kışın ardından bahar, her karanlık gecenin ardından sabah gelir. Merak etmeyin, her zorluktan sonra mutlaka bir kolaylık ve güzellik kapısı açılacaktır.” Sonra gülümseyerek göz kırpar. Bu sözü duyunca gerçekten de insanın üzerinden bir yük kalkar sanki. İçimizi dışımızı umudun sıcak örtüsü kaplar. Umut deyince, dedemin sevdiğim bir sözü daha vardır. Onun bize moral vermek için söylediği “Gülümsemek ve umut, insandan insana bulaşır. Bunları olabildiğince çoğaltıp çevrene yayman gerek.” sözünü her fırsatta anarım. Bazen de “Umutlu olmak, huzura kavuşmak için geçilen dar bir kapıdır.” der dedem. Gerçekten de umut, bizleri daracık yollardan sonsuz genişlikteki gökyüzüne ulaştıran büyük kanatlar gibidir. Umut kanatlarımızı çırparak birçok güzelliğe kavuşabiliriz.
Dinle
Gülümseyen Aylin
Yazan: İbrahim ELİBAL Resimleyen: Zübeyde Taşel Aylin, her sabah okula gitmek için evinin yakınındaki otobüs durağında olurdu. Okulu dört durak ilerideydi ve görme engelli olduğu için beyaz baston kullanarak yürürdü. Beyaz bastonu ile önüne çıkabilecek engelleri önceden fark eder ve yürüyüşünü bu engellere göre düzenlerdi. Aylin, arkadaşları arasında sevilen bir kişiydi. Yardımseverdi ve sınıf arkadaşlarıyla birçok etkinlik gerçekleştirirdi. Ayrıca teknolojiye meraklıydı ve yeni şeyler öğrenmekten keyif alırdı. Aylin bir gün okulca düzenlenen bir müze gezisine katıldı. Müze binası inşa edilirken görme engelliler için uygun tedbirlerin alınmadığını fark etti. Bastonunu kullanarak müzenin basamaklarında ilerlemeye çalıştı ancak farklı yüksekliklerdeki basamaklar nedeniyle hızlı hareket etmekte zorlandı. Sokakta karşılaştığı engeller müze binasında da karşısına çıkmıştı. Neyse ki gezi süresince arkadaşları Aylin’e destek oldu. Aylin, müzede sergilenen eserlere dokunamadığı için gezi ona göre çok zevkli değildi. Arkadaşları bazı eserlerin üzerindeki bilgileri sesli okudular ancak bu, Aylin için yeterli olmadı. Bu engelleri ortadan kaldırmanın bir yolu bulunmalıydı. Tam da o günlerde Bilim Şenliği kapsamında öğrenciler arasında bilim ve teknoloji projesi yarışması düzenlendi. Aylin ve arkadaşları bu yarışmaya bir yapay zekâ projesi ile katılmaya karar verdiler. Yapay zekâ hakkında araştırmalar yaptılar. Ekipten bazıları mimari engelleri araştırdı, bazıları da müzede sergilenen eserlerin bilgilerinden oluşan bir veri tabanı oluşturdu. Birlikte, bir yapay zekâ programı geliştirdiler. Bu program, mimari engelleri otomatik olarak tespit edecek ve görme engelli kullanıcılara anlık bildirim gönderecekti. Aynı zamanda, bu yazılımı kullanan görme engelli bir kişi, müzede akıllı cihazının kamerasını esere doğru tuttuğunda eser hakkındaki bilgileri kimseden yardım almadan dinleyebilecekti. Proje, okulun teknoloji fuarında sergilendi ve birçok kişi tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. Aylin ve arkadaşları, projelerinin başarısıyla gurur duydukları gibi diğer öğrencilere de ilham verdiler. Bu deneyim, engellerin üstesinden gelmek için farklı yollar bulmanın önemini Aylin’e gösterdi. Aylin ve arkadaşları birlikte çalışarak başarıya ulaştılar ve birbirlerine yardım ederek arkadaşlıklarını geliştirdiler. İş birliği yaparak zorlukları aşmanın ne kadar önemli olduğunu anladılar. Bu deneyim sayesinde hayatlarında daha büyük başarılara ulaşabileceklerine inandılar. Engellerin varlığına rağmen hedefe ulaşmanın mümkün olduğunu öğrendiler. Aylin’in ilham verici liderliği, grubun her bir üyesine birbirine destek olma ve başarıya ulaşma konusunda motivasyon kaynağı oldu.
Dinle
Sporun İyileştirici Gücü
Merve Sefa ÖZSU Merhaba Sevgili Okurlar, Ben Merve Sefa Özsu. Size hikâyemi anlatmak istiyorum: Mustafa ile Fatma çiftinin beşinci çocukları olarak Kayseri’de dünyaya gelmişim. Doğum tarihim 27 Mart 2005. İlk başta herkes çok mutluymuş ancak belimde bir yara olduğunu fark ettiklerinde biraz endişelenmişler. Tabii ki beni hemen bir sağlık kuruluşuna götürmüşler. Orada aileme belimdeki yaranın kendiliğinden iyileşemeyeceği açıklanmış. Ameliyat olmam gerekiyormuş ve bu ameliyat için ben altı aylık olana kadar beklemeye karar verilmiş. Altıncı ayımda doktorlar, ameliyatımı başarılı bir şekilde gerçekleştirmişler. Böylece belimdeki yara kapanmış. Annem ve babam bir süre her şeyin yolunda olduğunu düşünmüşler. Elimi, kolumu kullanabiliyor, o yaştaki sağlıklı bir bebeğin yaptığı hareketleri yapabiliyormuşum. Ancak zaman ilerlediğinde ailem yürüyemediğimi anlamış. Sonrasında beni birçok sağlık kuruluşuna götürmüşler ama doktorlar yürüme ihtimalimin olmadığı konusunda hemfikirlermiş. Ailem benimle ilgili umutlarını hiç yitirmemiş. Duruma alışmaya çalışırken benim mutlu ve huzurlu olmam için ellerinden geleni yapmışlar. Yalnız çevremizdeki insanlardan gelen bir takım kırıcı davranışların önüne geçememişler. Bu davranışlardan bazılarını hâlâ hatırlıyorum. Hele yürüyemediğimi bilmeyen birkaç yakınımın; ‘’Kocaman kız, bebek arabasında ne arıyor?’’ diyerek anneme ve babama çıkışmalarını hiç unutamıyorum. Keşke insanlar, olağan dışı durumlara karşı daha anlayışlı olabilseler. Kendilerini şaşırtan olayların çok farklı ve hassas nedenleri olabileceğini düşünebilseler. Neyse ki yaşamım beni üzen bu tür anılarla dolup taşmadı. Ailem engelimin ortaya çıkardığı sıkıntılarla başa çıkabilmem için hep bana destek oldu. Anaokuluna başladığımda ailemin desteğine, öğretmenlerimin ve sınıf arkadaşlarımın gücü de eklendi. Öğretmenlerimin anlayışı ve güler yüzü, arkadaşlarımın samimiyeti ve ilgisi sayesinde çok güzel günlerim oldu. Hatta ilk tekerlekli sandalyemi de öğretmenlerimin çabasıyla Kayseri’de Gürpınar İlköğretim Okulunda edindim. Birinci sınıfı Kayseri’de tamamladıktan sonra 2012’de Ankara’ya taşındık ve ikinci sınıfı Şafaktepe İlköğretim Okulunda okumaya başladım. Bu okul, hayatıma yepyeni bir renk kattı. Masa tenisi ile burada tanıştım. Antrenörüm Yusuf Kılınçkaya’nın teşvikleriyle masa tenisinde hızla ilerledim. 2015 yılından itibaren katıldığım farklı seviyelerdeki masa tenisi turnuvalarında önemli dereceler aldım. Şimdilerde on ikinci sınıftayım ve masa tenisinde dünya çapında başarı elde etmeye dönük amaçlarımı korumaktayım. 2024’te Fransa’da yapılacak Paris Paralimpik Oyunları’na katılmak ve ülkemi en iyi şekilde temsil etmek benim en büyük hayalim. Sporun iyileştiren gücü ile her geçen gün biraz daha mutlu oluyor ve geleceğe dair umutlarımı arttırıyorum. Fırsat verildiğinde neleri yapabildiğimi gördüm ve çalışarak başarabileceğime yürekten inandım. Benim gibi pek çok arkadaşımın da gerekli imkân sunulduğunda başarılı olacağını düşünüyorum. Erişilebilir spor salonlarının sayısı umarım zamanla artar, ön yargılarımız kırılır ve azimle hedeflerimize ulaşırız. Unutmayın: Bizi sınırlayan tek şey, hayal gücümüzün sınırlarıdır. Tekerlekli sandalye bizim kanatlarımız. Haydi, kanatlarımızı özgür bırakalım!
Dinle
Çam Ağacının Gölgesi
Yazan: Abdullah Harmancı Resimleyen: Ramila Aliyeva Çam ağacının gölgesi anlatıyor: “Tepemdeki şu çam ağacı var ya. O, benim ağacım. Ben ne yaparsam o da yapar. Ben bazen ondan çok daha büyük ve geniş olurum. Derinleşirim. Koyulaşırım. Kısalırım. Uzarım. Çam ağacı benden hiç ayrılamaz. Bensiz yapamaz. Ayaklarımız aynı ipe bağlıdır. Ben başımı sağa eğsem o da eğer. Sola eğsem o da eğer. Bu ağacın kaderi bana bağlı. Ayakları da bana bağlı. Her şeyini ben belirlerim. Dahası var. Şu dağlara doğru yaklaşmış ışığı görüyor musunuz? Güneş… Tamam. Dostum güneş de bana göre hareket eder. Ben burada ne zaman ortaya çıksam o da ortaya çıkar. Beni adım adım izler. Onun varlığını ben belirlerim. Âdeta benden utanıyor. Aramızdaki şu çam ağacını siper alıyor. Gizleniyor. Öyle ustaca gizleniyor ki benden… Hâlbuki ben olmasam ne güneş olur ne de çam ağacı!” Çam ağacının gölgesi konuşurken güneş iyiden iyiye uzaklaşmıştı. Ormandaki bütün ağaçlar ve kuşlar, onu dinlerken anlamlı anlamlı gülümsüyorlardı. Yeşil Papağan söz aldı: “İyi de şu an güneş batıyor. Çam ağacı durduğu yerde duruyor ama sana bir şeyler olmaya başladı.” “Dostum, güneşe vefasızlık olmasın. Ben de biraz dinleneyim. Sabah görüşürüz.” Gölge böyle söyledi ve usulca toprağın derinliklerine süzüldü. Ormanın ağaçları ve kuşları, gölgeye el salladılar. Dudaklarının ucunda muzip bir gülümseme kaldı.
Dinle
Yeni Yuva
Yazan: Ayşegül SÖZEN DAĞ Resimleyen: Sibel BÜYÜK Mavi Kuş ve eşi söğüt ağacının tepesine bir yuva yapmaya başladılar. Gagalarında taşıdıkları malzemelerle yuvalarını tamamladılar. Buğday sapları ve kuru kır çiçeklerinden oluşan yuva, minik bir sepeti andırıyordu. Kısa zamanda aralarına bir de yumurta katılmıştı. Mavi Kuş ve eşi, yumurtalarının üzerinde sırayla kuluçkaya yatmaya başladılar. Bir gün Mavi Kuş, eşine yiyecek bir şeyler getirmek için avlanmaya çıktığında yerde yaralı bir leylek gördü. Yanına yaklaşıp neler olduğuna baktı. Leylek büyük bir odun parçasının altında sıkışmış görünüyor, çaresizce bekliyordu. Mavi Kuş hemen bir şeyler yapmalıydı. Leyleğin sürüsünün onu kaybettiği kesindi. Hiç vakit kaybetmeden göğe süzüldü. Sordu soruşturdu ve leyleğin ailesine ulaştı. Hep birlikte yerde yatan yaralı leyleğin yanına indiler ve onu kurtardılar. Yaralı leylek, Mavi Kuş'a teşekkür etti ve ekledi: "Bir gün yardıma ihtiyacın olursa bizi bulman yeterli.”Mavi Kuş leylekle vedalaştı ve yuvasına yiyecek taşımaya devam etti. Yavrularına kavuşacakları günü ikisi de iple çekiyordu. Bir sabah Mavi Kuş ve eşi, ağaçların arasından gelen bir sesle uyandılar. Aşağıya baktıklarında ne yapacaklarını bilemediler. Tarla sahipleri, ellerinde bir makineyle söğüt ağaçlarının dallarını budamaya başlamışlardı. Yuvalarının olduğu ağacın da budanması an meselesiydi. Mavi Kuş'un aklına yaralı leylek ve ailesi geldi. Onların olduğu bölgeye hızlıca uçtu. Yeni arkadaşlarına, yuvasının yakınında olup bitenleri bir çırpıda anlattı. Bunun üzerine leylek ailesi, Mavi Kuş'un yuvasını, içerisindeki yumurtayla birlikte derenin uzağında güvenli bir ağacın tepesine taşıdı. Mavi Kuş, leylek arkadaşlarına minnetle bakıp teşekkür etti. Böylece aralarındaki dostluk, iyilik güzellik ülkesini kuşattı. Mavi Kuş ve eşi yeni yuvalarına kısa sürede alıştılar. Çok sevdikleri yeni yuvada anne kuş yumurtasını sıcak tutmaya devam etti. Göğe uzanan yeşil dalların arasından bir gün minicik bir kuş sesi duyuldu. Mavi Kuş ve eşinin mutluluğu görülmeye değerdi. Kanatları ıslak, gagası ise altın sarısı yavru, yeni yuvaya neşe ve mutluluk getirdi.
Dinle
Kardeşliğe Doyulur mu?
Yazan: Tacettin ŞİMŞEK Resimleyen: Nur DOMBAYCI Nevinler mahallemize yeni taşındı. Hem de bizim apartmanın üst katına. Eşyalarını el birliğiyle evlerine çıkardık. Nevin’i görseniz… Sarı, kıvırcık saçları var. Gözlerinin içi gülüyor. Annem “İyice yerleşsinler, ziyaretlerine gideriz.” dedi. Akşam yaptığı yemeğin yarısını Nevinlere götürdüm. İki gün sonra “Hoş geldiniz. Güle güle oturun.” demeye gittik. Çok sevindiler. Babam “Biz bir aileyiz artık.” dedi. “Yapabileceğimiz bir şey olursa her zaman hazırız. Bu bizim komşuluk görevimiz.” “Sağ olun.” dedi Nevin’in babası. “Çok teşekkür ederiz. Sayenizde hiç yabancılık çekmedik.” Komşu olmak, akraba olmak gibi. Aynı kandan gelenler akraba oluyorsa aynı duyguları paylaşanlar neden akraba olmasın? Karne tatili bitti. Okula başladık. Bir de ne göreyim? Nevin bizim sınıfta. Bütün sınıf kucak açtı Nevin’e. Hep birlikte “Hoş geldin.” dedik ona. Öğretmenimiz yeni döneme başlarken “Şiir korosu kuralım mı?” diye sordu. “Şiir korosu mu?” dedik. “O ne demek?” Öğretmenimiz açıkladı: Bir şiirin bazı dizelerinin tek tek, bazı dizelerinin de koro hâlinde okunduğu bir etkinlikmiş. Tiyatroya benziyor. Elimizde Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Kardeşlik” adlı şiiri vardı. Şiiri aramızda paylaştık. Birinci bölümde ilk dizeyi Volkan okuyacak, ardından bütün sınıf “Neden?” diyecekti. Sonra da Elif bir dize okuyacaktı. İkinci bölümde ilk dizeyi Tuna okuyacak, koro “Neden?” diye soracak; dördüncü dizeyi Nevin seslendirecekti. Üçüncü bölümde ise ilk dizeyi Bilge okuyacak, “Neden?” sorusunu hep birlikte sorduktan sonra Toprak son dizeyi okuyacaktı. Şöyle: VOLKAN: Birbirimize kardeşim derken KORO: Neden ELİF: Su içiyor gibiyiz? TUNA: Birbirimize kardeşim derken KORO: Neden NEVİN: Türkü söylüyor gibiyiz? BİLGE: Birbirimize kardeşim derken KORO: Neden TOPRAK: Doyuyor gibiyiz? Şiir korosu bizim kardeşlik ilanımızdı. Öğretmenimiz hepimizi alkışladı. Unutmadan şair, “Doyuyor gibiyiz.” demiş ya. Galiba o da kardeşliğe doyulmayacağını biliyormuş.
Dinle
İnsan Zekâsını Taklit Eden Teknoloji
Yazan: Ahmet Melih Karauğuz Resimleyen: Saadet Ceylan akıllı telefonumuzu elimize aldığımızda ekrana herhangi bir şifre girmemize gerek kalmadan sadece kameraya yüzümüzü gösteriyoruz. Telefonun yüzümüzü görmesi; sahibinin biz olduğumuzu anlaması ve kilitli ekranı hemen açması için yeterli geliyor. Hayatımızın artık her alanında olan bu teknoloji nasıl bir teknoloji? Son yetmiş yıldır bilim insanları insan zekâsını taklit eden, insanların yapabildiklerini yapabilecek makineler üzerinde çalışmalarını sürdürüyor. Bu çalışmalara genel olarak “yapay zekâ” geliştirme işlemi adı veriliyor. Uzmanlar, makinelerin de insanlar gibi gördüklerini tanıyabileceği, duyduğu sesleri ayırt edebileceği sistemleri geliştirmeyi amaçlıyor. Hatta bizzat makinelerin de bir şeyler yazıp görüntüler oluşturabilmesinin yollarını arıyor. Bunu yapma sebepleri; güvenliği artırmak, trafikte yaşanan kazaları ve sıkışıklıkları en aza indirmek, insanları anlayacak ve onların ihtiyaçlarına hemen cevap verebilecek asistanları geliştirmek... İnsanların aksine makineler hiç uyumuyor ve dikkatsizlik yaşamıyor. Bu özellikleriyle insanların dikkatsiz ve yorgun olmaları durumunda oluşacak tehlikeleri en aza indirerek daha konforlu bir hayat sunabiliyor. Gelişen yapay zekâlar, bugün geniş bir alanda kullanılıyor: Zorlu ameliyatlardan tutun da otomobillerin ani fren sistemlerine; özellikle havalimanları gibi güvenliğin çok önemli olduğu yerlerde suçluların tespitinden, otomobillerdeki sesli asistanlara kadar... Peki, nasıl oluyor da yapay zekâlar bütün bunları gerçekleştirebiliyor? Yapay zekâ, bir bilgisayar sistemidir. Diğer bilgisayar sistemlerinden farkı, ona verilen verileri işlemek için makine öğrenmesi adı verilen bir süreci kullanmasıdır. Yapay zekâ, makine öğrenmesi yoluyla kendisine verilen verileri öğrenir. Mesela bilim insanları yapay zekâya milyonlarca kedi fotoğrafı göstererek onun bu resimleri öğrenmesini sağlar. Bir süre sonra yapay zekâ, karşısına çıkan görseldeki canlının bir kedi olduğunu bilebilir. Artık kedileri tanıyan sistem, bir sonraki aşamada köpekleri, insanları da tanımaya başlar. Karşısına çıkan görselin ne olduğunu bilebilir. Yine de yapay zekâlar bebeklerin zekâsı karşısında bile çok geridedir. Bir bebek, bir kere kedi gördüğünde o andan sonra farklı farklı kediler görse de gördüğünün ne olduğunu bilebilir. Oysa yapay zekâların bunu öğrenmesi için uzun süreler gerekir. Bugün yapay zekâ teknolojileri milyonlarca farklı ses, görüntü ve kelime ile eğitilerek insanların hayatını kolaylaştırmak için kullanılıyor. İlerleyen yıllarda da hayatımızı kolaylaştırmak için daha pek çok alanda yapay zekânın kullanıldığını hep birlikte göreceğiz.
Dinle
Park Maceraları Mendil Kapmaca
Yazan: Neslihan Üstüner Resimleyen: Tuğba Burdurlu Bir parkımız var. Mahallenin ortasında, yaklaşık elli yaşında, bir dere kenarında… Tam on dört çocuk her okul sonrasında, saat dörtte, buluşuruz çınar altında. Bugün günlerden çarşamba, dedik ki oynayalım mendil kapmaca. Ayşe atıldı meydana, saç bandını çıkarıp geçti ortaya, tutucu olmaya. Hakan’ın da hakemlik düştü payına. Sonrası altıya altı iki takıma ayrılmaca. Rakipler sıralandı, nihayet geldik karşı karşıya. Başladık tüm gücümüzle mendile doğru koşmaya. Bak sen Ela’ya! Sena’dan önce aldı mendili, götürüyor alanına. Sena koşuyor ardından yakalamaya ama Ela çoktan varıyor çizgi arkasına. İşte şimdi sıra geliyor bana. Rakibim, Fırtına Mustafa. Hakan’ın ıslığı gelince kulağımıza, bir koşu tutturup geliyoruz burun buruna. Ne yapmalı şaşırtmaya? Mendili kapar gibi atılsam yutar mı acaba? Denemekte yok sakınca. Of Mustafa, gözünden kaçmıyor aldatmaca! O zaman alayım mendili koşayım hızlıca. Mustafa’nın eli sırtımda. Kıl payı da olsa çizgiyi aşınca yazıyor Hakan, bir puanı takımıma. Hey, bu oyun uzuyor uzadıkça! Sonuç beraberlik olacak ne de olsa. En iyisi kalın siz sağlıcakla!
Dinle
Burcu ve Köpeği
Yazan ve Resimleyen: Çağrı Cebeci Burcu, köpeği Saman'ı çok sever, onunla sık sık vakit geçirirmiş. Okuldan gelir gelmez ilk işi Saman ile ilgilenmek olurmuş. Evleri bahçeli olduğu için Saman’ın kulübesi bile varmış. Bir gün bahçeden acı acı bir ses yükselmiş. Burcu çok korkmuş ve hemen sese doğru koşmaya başlamış. Bir de ne görsün? Bahçe çitlerine kuyruğu sıkışmış bir köpek! Burcu hemen yardıma koşmuş. Uzun uğraşlardan sonra köpeğin kuyruğunu çitlerden kurtarmış. Köpek can havliyle oradan uzaklaşmış. Aradan birkaç gün geçmiş. Burcu okuldan döndüğü bir vakit, köpeği Saman’ın ağzında kocaman bir kemik görmüş. Hemen eğilmiş ve onunla konuşmuş: “Seni gidi seni! Nereden buldun bakalım bu kemiği? Belli ki bu yüzden keyfin bir hayli yerinde.” Ayağa kalkıp doğrulmuş ve çitlerin dışında birkaç gün önce kurtardığı köpeği görmüş. Köpek ona bakıp kuyruğunu sallamış ve oradan uzaklaşmış. Burcu ilk önce bu duruma pek bir anlam verememiş. Ancak köpek, ertesi gün yine kapılarına ağzında bir kemik ile gelip sevimli hareketler yapınca durumu anlamış. Yaptığı iyiliği unutmayan köpek ona teşekkür ediyormuş. Burcu, “Bir hayvanın bile yapılan iyiliği unutmadığı bu dünyada yaşamak ne kadar güzel.” diye düşünmüş. “Karşılık beklemeden iyilik yapmak ne güzel!” demiş kendi kendine.
Dinle
Yelkenlide Bir Kedi
Yazan: Gökhan Akçiçek Resimleyen: M. Ahmet Demir Ah, kurabiyem! Daha dikkatli olmalısın Kedileri severken. Resim defterine yelkenli Çizmemelisin Örneğin Kedinin gözü defterinde iken. Ardına döndüğünde Bir bakmışsın Yelkenli turluyor denizi Dümeninde ise Beyaz bir kedi. Böyle durumlarda sakin ol Kızma hemen İşini görür Kahverengi bir kalem. Küçücük bir fare çiz Karşı sayfaya Aklı karışsın kedinin. Ama şaşırma lütfen Üzerine mavisi sıçrarsa Denizin.
Dinle
Dergi Dokümanlarını indir
Sesli dergideki ses dosyalarını buradan indirebilirsiniz
Dokümanlar