Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Kendi Gök Kubbemiz
Anasayfa
Kendi Gök Kubbemiz
Kapak
Özel Eğitim Çocuk Yaz 2022 Sayı 7 Kendi Gök Kubbemiz
Dinle
Yerden Yüksek Ne Var
Yerden Yüksek Ne Var Yerden yüksek ne var! Yerden yüksek ne var! Kaçarken ebeden Ağaca çıktım Kuşları gördüm, Minareye çıktım Evimizi gördüm. Her sey ne kadar küçükmüs Dünya ne kadar küçük… Sadece babam Bunun dısında. Omzuna çıktım Büyüdü babam Ben büyüdüm, Babamın omzunda Kendimi gördüm
Dinle
Editörden
EDİTÖR’DEN Merhaba sevgili arkadaşlar, Yepyeni bir sayıyla yine karşınızdayız. “Su” ve “toprak” dosyalarının ardından “HAVA” dosyasıyla selamlıyoruz sizleri. Türlü türlü çiçeklerle bezeli kırlarda, bir çınar ağacının gölgesine uzanıp gökyüzünü seyrediyoruz. “Seyredilen dünya güzel bir dünyadır.” Masmavi, bembeyaz, yemyeşil… Güneş bir başka güzel. Ilık seher yeli yüzümüze vuruyor. Gözlerimizi kapatıp sessizliği dinliyoruz. Tertemiz havayı ciğerlerimize kadar çekiyoruz. Derin derin nefes alıp veriyoruz. Ardından kalbimizin, nefesimizin, böceklerin, kuşların, yaprakların, ırmağın ve rüzgârın sesleri birbirine karışıyor. Kendi gök kubbemiz altında. Ne güzel müzik! Kıymetli arkadaşlar, Hava olmasa ne yapar, nasıl nefes alırdık? Bitkiler, ormanlar, hayvanlar, insanlar nasıl yaşardı havasız? Mis gibi hava!.. Oh ne güzel hava!.. Bir masal dünyasındayız sanki. Su dolu, toprak dolu, hava dolu masal dünyanız hiç eksilmesin. Gül yüzlü çocuklar, Yazdığı özgün şiir ve masallarla bu gök kubbemizde izler bırakan çocuk edebiyatımızın usta kalemi Mevlâna İdris Zengin, bu dünyadan göçtü. Onu rahmet ve saygıyla anarken, sizlere “Masal” isimli şiirinin son dizesiyle veda ediyoruz: “Allah’ın gülleri yakamızı bırakmasın” Kalın sağlıcakla...
Dinle
Ah Efendim Masalı
Yaşlı karınca, aslanın huzuruna çıkmış: “AH EFENDİM!” demiş. “Su damlasından şikâyetçiyim! Sivri Kayalık’ın oradan yuvama gidiyordum. Su damlası tam da üzerime düştü. Baştan aşağı ıslandım. Boğulayazdım. Gereği neyse yapılsın.” Aslan, su damlasını huzuruna emretmiş “Hakkında şikâyet var,” demiş. “Bak yaşlı karınca ne diyor?” İçi berrak bir aydınlıkla parıldayan su damlası durumu öğrenince “AH EFENDIM!” diye dertlenmiş: “Ben bir su damlası değilim. Gözyaşıyım. Bir kartal yavrusunun gözünden düştüm. Eğer bir şey denilecekse bu yavruya denmeli.” Aslan, gözyaşının sözlerini mantıklı bulmuş. Az zaman sonra kartal yavrusunu mahkemeye getirmişler. Kartal yavrusuna yaşlı karıncanın ve gözyaşının anlattıklarını aktarmışlar. Yavru, olanları duyunca çok üzülmüş: “AH EFENDIM,” demiş, “Yaşlı karıncadan affımı dilerim. Ama bir kartal yavrusu durup dururken ağlar mı? Köyün muhtarı babamı yaralamış. Babam zar zor yuvamıza kendini attı. Onun hâlini görünce canım acıdı. Ağladım. Gözümden gözyaşı aktı. Yaşlı karınca ıslandı.” Aslanın yardımcıları kendilerine bir şey denilmeden derhâl muhtarı bulup gelmişler. Muhtara neden kartalı yaraladığını sormuşlar. Muhtar boynunu bükmüş. Yüzünü asmış. “AH EFENDIM!” demiş, “İnsanoğlu bir kartalı neden öldürsün? Ne eti yenir ne sütü vardır… Ben tarlamda nöbet tutarken yaşlı karınca parmağımı ısırdı, parmağım tetiğe dokundu, tüfeğim kartalı yaraladı, kartal yavrusu buna ağlamış, gözyaşı bundan dolayı yaşlı karıncayı ıslatmış. İyi ama suç zaten karıncanın…” Aslan derhâl karıncanın hapse atılmasını buyuracakmış ki… Bir de ne görsünler! Yaşlı karınca kayıplara karışmış!
Dinle
İnsanı Gökyüzüyle Tanıştıran Taşıtlar
- Büyüyünce ne olmak istersin? - Pilot! Çünkü kim gökyüzüyle tanışmak istemez ki! Elbette herkes pilot olamaz ama herkes uçabilir. Hatta hava araçlarını uçurma deneyimi yaşayabilir. Hezarfen Ahmed Çelebi uçmak için çabalayan ilk insanlardan biriydi. Yelkenkanat modelini andıran kanatlarıyla gökyüzünde süzüldü. Joseph Montgolfier, 1783 yılında bir balon yaptı. Saman ve yün yakarak balonu sıcak havayla şişirdi ve balon yerden yaklaşık 1800 metreye kadar yükseldi. 1903 yılında Wright Kardeşler insanlığın hayali olan ilk uçak modelini tasarladı. Öncesinde kardeşleriyle birlikte yelkenkanat ve planörle birçok uçuş denemesi yaptı. Bu denemeler sonucu icat ettikleri uçak modeli insanları gökyüzüyle buluşturdu. Bilen parmak kaldırsın: Sportif havacılık nedir? Az önce ilk uçuş denemelerinden söz ederken bazı kelimeleri kalın yazdık. Bunlar sportif havacılığa ait terimler. Sportif havacılık insanı gökyüzüyle tanıştıran bir hobi. Sportif havacılık, uçmaya meraklı amatörlerin, bir eğitim sürecinin ardından hobi olarak uçabilmelerine imkân tanıyan bir havacılık faaliyeti. Sportif havacılık, gökyüzünde hava akımlarını kullanarak bazen de küçük motor gücüyle yol alan hava araçları kullanılarak yapılan bir tür uçuş şekli. Bu hobiyi kimler yapabilir? Kullanacağı hava aracının pilotluk eğitimini alan herkes yapabilir. Teorik ve uygulamalı eğitimin ardından her bir hava aracı için belirlenen deneme uçuşları yapılmalı ve lisans (ehliyet) alınmalıdır. Ülkemizde bu lisans Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü ve Türk Hava Kurumu tarafından veriliyor. Sportif Havacılıkta Kullanılan Hava Araçlarından Bazıları Planör Planör, motor gücü olmadan atmosferdeki hava akımlarını kullanarak uçabilen bir hava aracıdır. Aerodinamik kuvvetleri (sürükleme, taşıma, yer çekimi, itki kuvveti) kullanarak uçurulur. Yelkenkanat Yelkenkanat, eğimli bir tepeden koşarak veya yerden bir araç vasıtasıyla çekilmek suretiyle havalanabilen motorsuz hava aracıdır. İlk hareket pilot tarafından yelkenkanatın havalanmasını sağlayacak şekilde yüksek bir tepeden aşağıya doğru koşarak veya yeterince hızlanarak sağlanır. Balon Balon, ısınan havanın yükselmesi prensibine dayalı olarak çalışan bir hava aracıdır. Diğer hava araçlarına nazaran geçmişi çok daha eskilere dayanmaktadır. Ülkemizde bu hava aracının en yaygın kullanıldığı şehirler Kapadokya (Nevşehir), Pamukkale (Denizli), Karamanlı (Burdur), Frig Vadisi (Eskişehir) ve Ahlat (Bitlis)’tır. Paraşüt Paraşüt, bir insanın bir hava aracından düşüşünü yavaşlatarak emniyetli bir şekilde yere inmesini sağlayan hava aracıdır. Yamaç Paraşütü Yamaç paraşütü, herhangi bir motor gücü desteği olmadan, yükselen hava akımları sayesinde süzülerek uçabilen çok hafif bir hava aracıdır. Ülkemizde bu havacılık sporunun en yaygın kullanıldığı şehirler Babadağ (Muğla), Çökelez Dağı (Denizli) ve Kaş (Antalya)’tır.
Dinle
Temiz Hava Bol Gıda
Yanında hoplayıp zıplayan simsiyah bir keçi ile yokuşun en yukarısına kadar koştu. Ellerini dizine koyup biraz dinlendikten sonra doğrulup derin derin nefes aldı. Çiçek kokuları, tertemiz hava öyle güzeldi ki! Dedesinin; “Yayla havası başka şeye benzemez. İnsan ferahlar, rahatlar.” dediği buydu demek ki. Ne kadar koştuysa hiç yorulmadı. Keçisi de onun peşinden koştu. Şehirdeki evleri apartmanların arasındaydı. Kalabalık, gürültü, egzoz kokusu, evlerinin yakınındaki fabrikadan yayılan duman bulutların rengini bile değiştiriyordu. Nefes aldığında temiz hava yerine burnuna her zaman dumanlı bir hava kokusu geliyordu. Dedesi onları ziyarete gelince; “Buraların havası temiz değil. İnsanların sağlığı için, bitkilerin daha güzel büyümeleri için temiz havaya ihtiyaç var. O hava da bizim köyde, yaylalarda var.” dediği günden beri aklında hep yayla havası vardı. O gün şehirden uzaklaşıp da köy yoluna döndüklerinde havanın değişimini hemen hissetmişti. Arabanın camını açınca içeriye giren hava, çiçek kokuyordu. Hatta bir kelebek onlarla bir süre yarıştı. Bir köpek arkalarından koştu. Koyunlar, kuzular, keçiler yemyeşil tarlalarda gönüllerince oynuyordu. Havanın yaşam için ne kadar değerli olduğunu öğretmenleri derslerde sürekli anlatmışlardı. Havanın temiz olması, hayatın sağlıklı olması anlamına geliyordu. Şehirler büyüdükçe havanın kirlenmesi sonucunda hastalıkların artması, yeşil alanların azalması ile şehirlerde yaşamak daha güç hâle gelmişti. Köye geldiklerinde onları yemyeşil tarlalar, rengârenk ağaçlar ve tertemiz bir hava karşıladı. Sabahları daha erken kalktı. Dedesiyle bahçeye gitti. Derede ayaklarını suya soktu. Dedesi ona bir keçi hediye etti. O nereye giderse keçi de peşinden koştu. Burada hiç yorulmadığını hissetti. Koştukça derin derin nefes aldı. Ciğerleri tertemiz hava ile doldu. Köye geldikten sonra iştahı da açılmıştı. Ninesi ekmeğine tereyağı sürerken; “Temiz hava işte böyle insanın iştahını açar.” demişti. Reçelden, yoğurttan yedi. Her sabah taptaze süt içti. Kümesten topladığı yumurtalardan yediğini gören annesi; “Evdeyken bunları hiç yemezdi.” deyince ninesi; “TEMİZ HAVA BOL GIDA.” diyerek torununa sarıldı. Yaz boyunca köyde kaldılar. Köyde yeni arkadaşları oldu. Yaylalara gittiler, kuzularla yarıştılar. Bunları yaparken hiç yorulmadığını hissetti. “İşte bu da temiz havadan.” dedi dedesi. Tatil bitip de evlerine dönerken keçisini son kez kucağına aldı. Dedesine, ninesine sarıldı. Arkadaşları ile vedalaştı. Arabanın camından başını çıkarıp; “Yine geleceğim arkadaşlarım!” dedi. Gözlerini kapatıp derin mi derin bir nefes aldı. Temiz havayı içine doya doya çekti.
Dinle
Havadan Gelen
Çocuklar bugün hava çok güzel. Hem açık havada dersimizi işleyelim hem de daha önce size söze verdiğim fidanları dikmeye gidelim. Tek sıra halinde beni takip edin çocuklar… Nüfusun hızlı bir şekilde artması, insanların doğayı, çevreyi ve denizleri kirletmeleri, tarım ilaçları, kimyasal ürünlerin kullanımının artması… Arabalardan çıkan egzoz gazları, çarpık kentleşme, fabrika bacalarından çıkan dumanlar, soba ve kalorifer gibi ısıtıcıların uygun koşullarda yakılmaması… Ormanların ve ormanlık alanların yok edilmesi hava kirliliğinin en önemli sebeplerindendir… Dün dersimizde havayı temiz tutmak için yapılabilecekleri anlatmıştım. Bunlar nelerdi? Özel Araçlar yerine toplu araçlar kullanılmalı, egzozlu araçlar yerine elektrikli araçlar kullanılmalıdır. Binalarda ve evlerde ısı yalıtımı yapılmalıdır. Fabrika bacalarında filtre kullanılmalı arıtma tesisleri kurulmalıdır. Ormanlar ve yeşil alanlar çoğaltılmalı, korunmalıdır. Öğretmenim, biz çocuklar olarak hava kirliliğini önleyebilmek için ne yapabiliriz? Evet çocuklar bunun için yapabileceğimiz bir çok şey var. Bunlardan en önemlisi çevremizi temiz tutalım. Yeşil alanları ve ağaçları çoğaltalım… bakın fidanlarımız, küreğimiz, sulama kabımız burada hazır… Haydi başlayalım. Çocuklar hep beraber, el birliğiyle, güle oynaya fidanları ekmeye başladılar. Öğretmenim bakın ne güzel bir kelebek… Her sene dedemlerin yaşadığı köye gidiyoruz. Bu nedenle dedem bana fidan ekmeyi öğretmişti. Arkadaşlar önce bir çukur açıyoruz. Fidanımızı yavaşça açtığımız çukura koyup, etrafını toprakla kapatıyoruz. Çocuklar bugün burada çok güzel ve faydalı bir iş çıkardınız… AFERİN SİZE… Bu küçücük fidanlar büyüyecek, kocaman bir orman olacak. Bu orman büyük küçük bir çok hayvanın yuvası olacak, çeşit çeşit bitkiler, çiçekler büyüyecek. Ama en önemlisi ise ağaçlar sayesinde tertemiz bir havamız olacak. Emek verdiniz ve çok yoruldunuz. Bir ödülü halettiniz çocuklar. HEEEEY YAŞASIIIIN! Bu mis gibi havada piknik yapmadan olmaz, değil mi? Önce güzelce karnımızı doyuralım sonra da hep beraber top oynayalım.
Dinle
Yer ile Gök Arasındaki Salıncak
Sizin hayallerinizi resmettiğiniz bir defteriniz oldu mu hiç? Benim oldu. Masmavi, ışıl ışıl, sonsuz, sınırsız ve her yerde yanımda olan bir defterdi. Yıllarca birçok hayalimi ona bakarken çizdim. Birçoğunuz gibi ben de çocukken büyük bir keyifle yattığım yerden saatlerce gökyüzünü izlerdim. Bazen bu bakış, günlerce ve hatta yüzyıllarca sürerdi sanki. Gökyüzüne bakarken, aslında aklımdan bin bir türlü hayal, bir film gibi akıp geçerdi. Fakat zamanın nasıl geçtiğini anlayamazdım bile. Özellikle yazları gündüz bir ağacın gölgesinde masmavi gökyüzüne bakmak ya da geceleyin evin balkonundan gökyüzünde ışıldayan yıldızları seyretmek, hayal dünyasının kapısını açmanın bir yoluydu benim için… Bazen arkadaşlarımla bulutlardan şekil bulma yarışıyla, bazen babaannemin anlattığı masalların sonunda gökten düşen üç sihirli elmadan biri düşebilir umuduyla, bazen de yıldırımların oluşturduğu havai fişek gösterisinin ürperten hayranlığıyla uzun uzun izlerdim gökyüzünü… Sabahları güneşin doğuş anlarını izlemek, saklambaçta son oyuncuyu sobeler gibi neşeli bir heyecan verirdi. Akşamları gün batımının şaşırtıcı renklerini seyretmek annemin eve çağırmasını hatırlatırdı. Altından veya üstünden geçebilmenin imkânsız hayaliyle gökkuşağını izlemek yer ile gök arasındaki bir salıncakta sallanmak kadar keyifli olurdu. Gökyüzünde gördüğümüz her uçağa, Almanya’daki babama ulaştırması için arkadaşlarımla birlikte “BABAMA SELAM GÖTÜÜÜR!” diye bağırırken veya leylek sürülerinin geçişini “LEYLEK LEKİRDEK, HANİ BANA ÇEKİRDEK!” tekerlemesiyle koşa koşa takip ederken, bir an Hezarfen Ahmet Çelebi gibi kanatlanıp onların peşinden gidebilmeyi hayal ederdim. Bulutları basamak yapıp göğe bir merdiven kurarak oradan yeryüzünü seyretmeye dair hayallerim de olurdu. Okuduğum kitaplardaki maceralar, yazın içime gölge ve kışın sıcaklık verirdi. Gökyüzünü seyrettiğim zamanlarda, o kitaplarda okuduğum bazı maceraların bir kahramanı gibi hayal atlasında uzak diyarlara düşsel yolculuklar yapardım. Kurduğum hayallerde kimsenin aklına gelmeyen icatlar yaparak iyilerin yardımına koşar, kötülere gününü gösterirdim. En eski çocukluk arkadaşım olan mavi gökyüzü, büyüyünce gittiğim her yeni şehirde de beni yine kucağını açarak karşılamaya devam etti. O şehrin hiçbir sokağını tanımıyor olsam bile, çocukluğumdan beri tanıdığım aynı gökyüzü; bazen bulut ve yağmurla, bazen ay veya güneşle karşıma çıkıp beni hiç yalnız bırakmadı. Bu yüzden her göğe bakma durağında başımı kaldırıp her zaman ve her yerde yanımda olduğu için İÇİMDEN TEŞEKKÜR EDERİM GÖKYÜZÜNE… Şimdi bile ne zaman güzel bir hayal kursam gökyüzü, hemen beni salıncağında sallamaya başlar. Ve ben, yer ile gök arasında sallanırım mavi hayallerin coşkusuyla…
Dinle
Dev Yel Değirmeniyle Rüzgarı Kadim Dostluğu
Mançalı Şövalye Don Kişot, arkadaşı Sanço Panza ile yolculukları sırasında yel değirmenleri ile karşılaşır. Hayalperest şövalyemiz yel değirmenlerini devlere benzetir. Gelin bu sohbete kulak misafiri olalım: “Bak şuraya arkadaşım Sanço Panza! İleride otuz ya da biraz fazla, azman dev var.” “Hangi devler?” “İşte şu gördüklerin. Şu uzun kollu yaratıklar. Kiminin kolları iki fersaha varır bunların.” “Ama efendim! O görünenler dev değil, yel değirmeni. Kola benzeyen şeyler de kanatları. Rüzgâr onları döndürdükçe onlar da değirmen taşını hareket ettirir.” Sanço Panza doğruyu söylüyor! O zamanki yel değirmenleri adı üzerinde rüzgârla çalışan değirmenlerdi. Rüzgâr estikçe, yel değirmeninin kanatları döner, onlar da değirmen taşını hareket ettirir ve tahılları ezerdi. Aslında insanlar rüzgârın gücünü yani enerjisini çok eski zamanlarda fark etmişlerdi. Bu enerjiden ilk olarak yelkenli gemilerde faydalanıldı. Öyle ki ilk yelkenli geminin milattan dört bin yıl önce denize indirildiği söyleniyor. Yedinci yüzyıla gelinince rüzgâr ve kum ülkesi İran’da yel değirmenleri, değirmen taşlarını döndürerek mısır, buğday, çavdar gibi tahılları öğütmek için kullanılmaya başlandı. Yel değirmenleri başka bir şey için daha kullanılıyordu: Nehirlerdeki suyu şehirlere, evlere, bahçelere taşımak için. Bir düşünün. Hayatınızda musluk suyu yok ve su için nehire veya kuyuya gitmek, gürül gürül akan nehirden kovayla su çekmek zorundasınız! Ya akıntının gücünden faydalanırsınız ya da rüzgârın enerjisinden. Tıpkı rüzgârı dizginleyen çocuk William Kamkwamba gibi. William’ın macerasını merak ettiyseniz bu hikâyeyi anlatan kitabı okuyabilir veya filmi izleyebilirsiniz. Peki, yel değirmenlerini hareket ettiren rüzgâr çok mu enerji dolu? Elbette! Çünkü hareket hâlinde. Hareketliysen bir enerjiye sahipsin demektir. Bu enerjiye kinetik enerji deniliyor. Hareket hâlindeki havanın sahip olduğu kinetik enerjinin adı da “RÜZGÂR ENERJİSİ”. Rüzgâr enerjisi çevrenin çok sıkı dostu. Nasıl mı? Öncelikle temiz bir enerji. Çevreyi kirletmiyor. İkinci olarak da tükenmiyor. Rüzgârlı tepelerdeki dev kanatlılar Dev yel değirmenlerine geri dönelim. Biliyor musunuz? Aslında bugün de yel değirmenlerini kullanıyoruz. Ama adına yel değirmeni değil de RÜZGÂR TÜRBİNİ diyoruz. Rüzgâr türbinleri yel değirmenlerinin teknoloji ile birlikte gelişmiş hâli. Ancak çalışma prensipleri farklı. Yel değirmenleri rüzgâr enerjisini mekanik enerjiye dönüştürür. Yani bir makineyi çalıştırmakta kullanılır. Rüzgâr türbinleri ise rüzgâr enerjisini elektrik enerjisine dönüştürür. Yani rüzgâr türbinlerini rüzgâr enerjisinden elektrik üretmek için kullanıyoruz. Peki, rüzgâr türbinleri nasıl çalışır? Bir rüzgâr türbini kule, jeneratör, hız dönüştürücüleri, çeşitli elektrik-elektronik elemanlar ve pervaneden oluşur. Pervaneler rüzgârın hareket enerjisini yakalar ve dönmeye başlar. Dönme hareketi bir mil aracılığıyla jeneratöre iletilir. Jeneratör, milin hareket enerjisini kullanarak elektrik üretir. Yoksa rüzgâr türbinleri Don Kişot’un dev yel değirmenleri mi? Bir rüzgâr türbininin kule uzunluğu 120 metreyi, pervane uzunluğu ise 80 metreyi bulabilir. Böylece türbinin toplam yüksekliği 200 metreye ulaşır. Bir yel değirmeninin yüksekliği ise en fazla 25 metre civarındadır. Yani cevabımız evet! RÜZGÂR TÜRBİNLERİ ASLINDA BİRER DEV YEL DEĞİRMENİ! Mini Sözlük *fersah: Yaklaşık 5 kilometrelik bir uzaklık ölçüsü. *kadim: Başlangıcı olmayan, eski. *kinetik: Hareketle ilgili, hareket sebebiyle oluşan. *mil: Türlü işlerde kullanılmak için yapılan ince ve uzun metal çubuk. *mekanik: Makine ile yapılan. *şövalye: Orta Çağ Avrupası’nda özel eğitimle yetişmiş atlı savaşçı.
Dinle
Havayı Karahindibadan Dinle
Ben bir karahindiba çiçeğiyim. Bahar geldiğinde tüm yeşil alanlarda görebilirsin beni. Sarı taç yapraklarımla ışıl ışıl parlarım. Ama asıl pamuksu görüntümle, üflendiğinde etrafa saçılan tohumlarımla tanırsın beni. Paraşüt gibi uçuşan tohumlarımı tek üfürüşte dağıtabilirsen dileğinin gerçek olacağına inandığın çiçeğim. Hani Yunus Emre’nin sorular sorduğu çiçek. Neslimi devam ettirebilmek için tohumlarımı çok uzaklara göndermem gerekir. Ama köklerimle sıkı sıkıya bağlı olduğum toprak yerimden kımıldamama izin vermez. Toprağa bağlı olmak tabii ki engel değildir uzaklara gitmeme. Ben de rüzgâr yardımıyla tohumlarımı dört bir yana dağıtırım. Havada uçuşan tohumlarım sayesinde başka başka yerlerde yeniden kök salarım. Canlılar için su ve toprak ne kadar önemliyse hava da o kadar önemlidir. Biz bitkiler fotosentez yapabilmek için ihtiyaç duyduğumuz karbondioksiti HAVAdan alırız. Ürettiğimiz oksijeni de havaya veririz. Birçok canlı açlığa günlerce, susuzluğa saatlerce dayanabildiği hâlde havasızlığa ancak birkaç dakika dayanabilir. Oysa hava gözle görülmeyen, kokusu olmayan bir gaz kütlesidir sadece. Oksijen, karbondioksit, azot ve argon gazlarının bir karışımıdır. Ama dünyamızın tamamını çevreler ve canlılar için hayati öneme sahiptir. Son zamanlarda sayıları iyice artan fabrikalar ve arabalar havayı kirletmekte. Biz bitkiler ise onu temizlemek için didinip dururuz. Sadece oksijen üretmekle kalmayız. Bazılarımız havadaki toz zerreciklerini bile toplarız. UNUTMA! Bir fidan ya da çiçek ektiğinde sadece toprağı değil havayı da korumuş olursun. Bahar geldiğine göre artık sık sık karşılaşacağız. Tek seferde tohumlarımı dağıtmayı başarırsan dileğin gerçekleşir mi bilmiyorum ama bir engelle karşılaştığında beni aklına getirirsen ümitsizliğe düşmek yerine o engeli aşmak için yeni yollar ararsın. Hem başını havaya kaldırırsan kuşların da sana “Korkma, yeniden dene!” diye fısıldadığını duyarsın.
Dinle
Havayı Temizleyen Bambu Palmiyesi
Bir varmış bir yokmuş. Çiçekler ülkesinin bin bir renkli çiçekleri, dünyanın dört bir yanına dağılmış. Evlerin salonuna, pencere önlerine, bahçelerin tarhlarına... Mütevazı bir evin salonunda birbirinden güzel çiçekler her mevsim açar, güzel bir tabloyu andırırlarmış. Afrika menekşesi morlara, pembelere bürünürken her tomurcuğunda âdeta ilk kez açıyormuş gibi heyecanlanır, çocuklar gibi şen olurmuş. Nazenin menekşelerini sergilerken ondan mutlusu yokmuş. Hele sümbül ve nergis, onlar da baharın müjdecisi olarak salonu, rayihaları ile misk diyarına dönüştürürlermiş. Sardunya, begonya ve orkide allı beyazlı çiçekleri ile yılın birçok günü salonu süslerlermiş. Tüm bu bitkiler rengârenk çiçeklerle bezenirken BAMBU PALMİYESİ bütün yeşilliği ile olup biteni izleyip hüzünlenirmiş. Çünkü Bambu Palmiyesi’nin, yapraklarından ve uzayan dallarından başka bir şeyi yokmuş. Her sene, acaba bu defa benim de çiçeklerim olacak mı diye umutlanır, yedi senede bir açan nadir çiçeklere öykünür, yine de on yılı aşkındır hâlâ çiçeğe durmamasından ötürü üzülürmüş. Çiçeklerin en yaşlısı ve bilgesi Sardunya, Bambu Palmiyesi’nin bu durumunu fark etmiş. Diğer çiçekler rengârenk şekerlemeler gibi görünürken Bambu Palmiyesi’nin yapraklarından birkaç damla yaş süzülürmüş. Bilge Sardunya, Bambu Palmiyesi’ne seslenmiş: - Neyin var Bambu Palmiyesi? Niçin bu kadar üzgünsün? Bambu Palmiyesi hissettiklerini bir solukta anlatmış sardunyaya. Ve devam etmiş: - Evet, çok güzel yapraklarım var lakin benim de şöyle kırmızı bir tomurcuğum olsaydı ev sahibi beni de çok severdi. Kocaman bir saksının içinde, yalnızca yeşil, meyvesiz, çiçeksiz bir ağacı kim, niçin sevsin ki? Bilge Sardunya, naif bir gülümsemeyle başlamış anlatmaya: - Ah, Bambu Palmiyesi, sen ne kadar değerli, ne kadar faydalı bir bitki olduğunu bilmiyorsun anlaşılan. Aslında birçoğumuzun çiçek açması ve yaşaması için senin varlığın çok büyük bir önem taşıyor. Bambu Palmiyesi hemen söze atılmış: - Fakat bu nasıl olur efendim, benim yeşil uzun yapraklarımdan başka neyim var ki? Bilge Sardunya biraz daha gülümseyerek devam etmiş: - Benim geldiğim çiçekler ülkesinde bambu palmiyeleri ile çok güzel bir arkadaşlığımız olmuştu. Onların çok kıymetli meziyetlerini öğrenmiştim. Bambu palmiyeleri bulunduğu ortamın havasını temizler. Hava tüm canlılar için en önemli yaşam kaynaklarından biridir evlat. Hava yani oksijen olmazsa birçok tohum topraktan filizlenip çıkamaz, birçok canlı nefes alamaz. Ev sahibimiz salona girdiğinde derin bir nefes alıp çiçeklerini seviyorsa bu biraz da senin sayende. Senin yaprakların fotosentez yaparken aynı zamanda havayı temizliyor ve ortamın oksijen miktarını düzenliyor. Bu sözlerden sonra Bambu Palmiyesi duydukları karşısında şaşırmış, bir o kadar da kendini değerli hissetmiş. Havanın tüm canlılar için ne kadar önemli olduğunu biliyormuş. Kendisinin de havanın temizliğine katkıda bulunduğuna çok sevinmiş. Mutluluk içinde yapraklarını hışırdatmış.
Dinle
Pati ile Yolculuk Ağaç Kardeşliği
En gencimiz Mustafa Ruhi Şirin Dede’ye… İkimiz de okumayı söktük. Artık seçtiğimiz kitapları yardım almadan zevkle okuyabiliyoruz. Bugün, Pati ile kendimizi ödüllendirmek için Denizkızı Kitapçısı’na gitmeye karar verdik. Dünya çapında ses getirmiş, tartışmalar yaratmış. Ağaç Diken Adam kitabını alıp metro ile yolculuk edeceğiz. Pati, yüreği aydınlık bir gün gibi benim sevgili dostum, can köpeğim. Metroya her binişimizde yolcular, onun yüzüne tuhaf tuhaf bakıyor. Ama olsun, bu bakışlara çoktan alıştı. Hatta kızın biri Pati’yi başından sevmek istedi, o pek aldırış etmedi bile. Sakin ve sessizce yerinde oturdu. Son durağa yaklaşınca ayağa kalktık, birazdan ineceğiz. Metro çıkışındaki saat on ikiyi gösteriyor. Hava çok güzel. Şair Dede’nin yanına gidiyoruz. Geçen hafta bizi telefonla arayarak kent ormanına davet etmişti. Onun şiir ve kitap okuma davetini seve seve kabul etmiştik. Dünya çocuklarına Ağaç Müzesi yahut 1000 Manolyalı Hatıra Ormanı Mirası bırakmak istiyor. Bin yıl öncesinin rüzgârları bile çok sevinmişti bu haberi ilk duyduklarında. Manolyaların yeşil yüzleri, süt beyaz sesleri arasında ne de güzel eseceklerdi. Umarım kent ormanının bekçileri içeri girmemize mani olmazlar. Kent ormanının girişini boylu boyunca ortancalar, sarı kantaronlar, ısırganlar, çayır düğmeleri ve yabani naneler kaplamış. Şu papatyaları kocaman bir ayak ezmiş. Yazık! Buna, Pati’nin çok kızdığı belli oluyordu. Çevreyi rahatsız etmemek için sesini çıkarmadı. Büyük ağaçların arasındaki patikadan neşe ile geçtik. Ağaçların altında gölgeden odalar… Serin ve özel. Gölgesiz boşluklara altınçanak çiçeğinin kuleleri gibi saplanıyordu güneş ışıkları. Önce saksılardaki yüzlerce manolyaya su ve yem verdik. Hava açık ve rüzgârın peri fısıltıları durmaksızın yaşama sevincini hatırlatıyor. Pati, bu neşeyle ve hızlıca, “Doğanın müziğini dinlemek çok güzel değil mi dostum? Ne kadar sakinleştirici bir ses” deyiverdi. Bin yıllık göçebe zeytin ağacının altında kitabımızı okuyacağız. Şair Dede, patikada yürürken “Çocuklar, biraz sonra bin yılın evvelinden gelen Göçebe Şiir Ağacı ile tanışacaksınız. Ona dokunun, mutlaka sarılın; sevginizi hisseder o. Hatta konuşun onunla!” dedi. Başını olur anlamında sallayan Pati, iyi ki ağaççayı da biliyor. Ağaç Diken Adam kitabını okuyup bitirdikten sonra Şair Dede; bize, manolyalara, göçebe zeytin ağacına dünya ve Türk şiirinden örnekler okudu. Her şiirden sonra alkışladık. Ağaçlara dair konuştu. Bize hatırı sayılır ağaç bilgisi verdi. “Kendinize ağaçlardan yeni arkadaşlar bulun, her bahar kalbiniz ağaç güvercinleriyle uyum içinde şarkı söylesin.” dedi. Ve bizden, özellikle AĞAÇ KARDEŞLİĞİ'nin yayılmasını istedi. Ağaçların havayı temizleme gücüne inanan Pati, yine ödevini yerine getirebileceğinden emin, zafer kazanmış bir kumandan edasıyla çok büyük söz etti: AĞAÇ DIKENLERIN ÖMRÜ ON BIN YÜZ YIL OLSUN.
Dinle
Zeynep'in Doğa Güncesi Ak Çiçekli Karahindiba
Zoolog babası çimenlerin arasında pusuya yatmıştı. Kılıçgagaların peşindeydi ve henüz istediği netlikte bir fotoğraflarını çekememişti. Bitki ressamı annesi ise aradığını bulmuş görünüyordu. “Zeynep!” diye fısıldadı annesi, “Bak bir öbek karahindiba!” Zeynep bembeyaz bir yıldıza benzeyen güzel çiçekli öbeğe dikkatle baktı. “Karahindiba mı?” diye sordu şaşkınlıkla, “Karahindibalar sarı olur, sapsarı…” “Ama bunlar çok özel hindibalar.” dedi annesi, “Ak çiçekli karahindiba bu, yalnızca ama yalnızca bizim ülkemizde bulunur!” “Bayrağımızın yıldızı gibi mi?” dedi Zeynep, “Yalnızca ama yalnızca bizim…” Zeynep bu güzel çiçeği babasının da görmesini istedi. Öyle coşkuluydu ki “Baba baba!” diye bağırarak ortalığı inletti. Birkaç kuş kanat çırparak uzaklaştı. Zeynep sessiz olması gerektiğini unutmuştu, elleriyle ağzını kapattığındaysa çok geç olmuştu. Babası gülümseyerek saklandığı yerden çıktı. Zeynep’in omzuna elini atıp “Eh, kuşların kanatları var. Uçmadan duramıyorlar işte.” dedi, “Siz ne buldunuz bakalım?” Zeynep hevesle babasını beyaz karahindibalara doğru götürdü. “Gerçekten harikalar!” dedi babası, “Peki, yalnızca bir öbek mi var?” “Şimdilik evet.” diyerek onayladı annesi. Çok uzaklardaki yeşillik bir alanı gösterdi ve “İlerideki yükseltiye doğru gideceğim, öbekler oralara da ulaşmışlardır mutlaka.” dedi. Zeynep şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. “Anne, çiçekler o kadar uzaklara nasıl gidebilir ki?” diye sordu. “Onların da kendilerine göre seyahat yöntemleri var.” dedi babası. “Bitkiler hareket etmez baba!” dedi Zeynep, kendinden son derece emin bir şekilde. “Ama hava hareket eder.” dedi annesi, “Hadi, gel Zeynep!” Böylece Zeynep, annesi ve babası el ele tutuşarak yüzlerine çarpan bahar rüzgârına doğru koştular. Annesinin önceden işaret ettiği kırlık alana geldiklerinde birçok ak çiçekli karahindiba öbeğiyle karşılaştılar. Babası tohuma duran hindibalardan bir tanesini kopararak Zeynep’e verdi. “Üfle kızım!” dedi annesi, “Nasıl seyahat ettiklerini göreceksin.” Zeynep derin bir nefes alıp üfledi. Karahindiba tohumları dans edercesine, paraşütler gibi döne döne uzaklaştı, gökyüzüne doğru yükselişe geçtiler. “Gördün mü? Kanatları yok ama uçuyorlar.” dedi babası. “Biraz hile yapıyorlar.” dedi Zeynep, “Uçmaları havanın marifeti…” O sırada bir kılıçgaga süzülerek neredeyse yanı başlarına indi. Babası hemen boynunda asılı duran fotoğraf makinesini eline aldı. Tam fotoğrafını çekecekken hafifçe esen rüzgâr, kuşu ürküttü. Babası havalanıp uzaklaşan kuşun ardından baktı. “Bir dakika yerlerinde durmuyorlar.” diye şikâyet etti, “Azıcık rüzgârdan korkulur mu?” Zeynep yüzünü yalayan rüzgârı hissederek kıkırdadı. “Yine havanın marifeti!” dedi, “BÜTÜN BU GÜZEL ŞEYLERE HAVA SEBEP OLUYOR!” “Öyle.” dedi babası, “Kuşlar uçuyor, hindibalar süzülüyor ve biz taze, derin nefesler alıp hayatın tadını çıkarıyoruz. Hep hava sayesinde!” TARAXACUM MIRABILE (AK ÇIÇEKLI KARAHINDIBA) Türkiye’nin kuzey ve orta kesimlerinde tuzlu topraklarda özellikle Tuz Gölü civarında bulunan endemik (sadece bir bölgede yetişen) bir türdür. Mayıs-Haziran ayları arası az sayıda beyaz çiçekler açar. Çok yıllık bir otsu bitki türüdür. Meyveleri, ucundaki tüyler sayesinde rüzgârla paraşüt gibi dağılır. 800-1300 metre yükseklikte tuzlu topraklarda yaşar.
Dinle
Emir'in Isınma Farkındalığı Enerji Tarlaları
Arabanın camından dışarıyı izlerken aşağıdaki gölü görür görmez gözlerim fal taşı gibi açıldı. Anneme hayretle, - Anneee, bu yüzen aynalar da nedir, diye sordum. - Yüzen aynalar mı? Neredeymiş bu yüzen aynalar Emirciğim, diyerek gülümsedi annem. - Gölün üstünde ya anneciğim, dedim. - Araba sürdüğüm için hiç fark etmedim tatlım, dedi annem. Sonra arabayı yolun kenarına çekip durdurdu. Kapıyı açarak neşeli sesiyle “Meyve molası!..” dedi. Arabadan inip bagajdaki kilim ile küçük sepeti aldık. El ele tutuşup yamacın kenarına kadar yürüdük. Kilimi yere sererek yüzümüzü yüzen aynalara dönüp oturduk. Annem, sepetteki meyve dolu tabağı çıkarıp bana uzatırken söze başladı: - Gölün üstündekiler… Bunlar ayna değil Emirciğim, dedi. Bunlar, güneş panelleri. Yani güneş enerjisini elektrik enerjisine dönüştüren elektronik düzenekler. Buraya GÜNEŞ TARLASI deniyor. Aynı anda yüksek miktarda güneş enerjisi toplayan bir tesis burası. - Yani bu düzenekler enerji elde etmek için kullanılıyor, öyle mi anne? - Evet canım. Dünyada her geçen gün enerjiye olan ihtiyaç artıyor. Enerji elde etmek için petrol, kömür, doğalgaz gibi fosil yakıtlar kullanıyoruz ancak bunlar havanın kirlenmesine yol açıyor. Bu nedenle de doğal yollardan enerji üretmek gerekiyor. - Doğal yollardan enerji başka nasıl elde edilir anneciğim? - Kullanıldığında tükenmeyen güneş, rüzgâr, su, dalga gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının gücünden yararlanarak elde edilir. Bu kaynakları kullanarak hem havanın temiz kalmasını sağlar hem de sınırlı sayıdaki kaynaklarımızı tüketmemiş oluruz, diyerek uzun uzun açıklamalarda bulundu annem. Gölün üstündeki panellerin faydalarını öğrendikten sonra toparlanıp yolumuza devam ettik. Büyük Çekmece Gölü’nü geçerken uyuyakalmışım. Gözlerimi açtığımda hızlı hızlı dönen, döndükçe hızına hız katan dev pervanelerle karşılaştım. - Aaa, rüzgârgülleri… Ne kadar da büyük ve hızlılar, dedim heyecanla. - Uyanmışsın canım, dedi annem. Evet, bunlar rüzgâr türbinleri. Rüzgârın gücünü yakalayıp elektrik enerjisine dönüştürürler. Bu arada otele yaklaşıyoruz. Dayını telefonla arayıp otele giriş yaptırıp yaptırmadıklarını sorar mısın canım? - Tamam anneciğim, dedikten sonra dayımı aradım. Dayımlar otele yerleşmiş hatta havuza girmek için hazırlanmış, bizim gelmemizi bekliyorlarmış. Tatil sevincime, aylar sonra dayıma kavuşmamın sevinci de eklenince bayram ettim. Dayıma, yol boyunca gördüğüm enerji tarlalarından bahsedince dayım, - O hâlde bilgi hazinene yeni bir bilgi daha ekleyelim, dedi. - Nedir dayıcığım, diye sordum. - Tatil yapmak için geldiğimiz bu termal otelde jeotermal enerji kullanılıyor, bu enerjiden tatil ve sağlık amaçlı faydalanıldığı gibi kurulan özel tesislerde elektrik enerjisi de elde ediliyor, dedi. İyice şaşırmıştım. Yenilenebilir enerji kaynaklarını ve bunlardan ISI, IŞIK ve ELEKTRIK elde edildiğini ilk kez duyuyordum. Öğrendim ki bu kaynaklara hayatımızın her alanında yer verebilir, havayı da çevreyi de kirletmeden bugün en çok ihtiyacımız olan enerjileri elde edebilirmişiz.
Dinle
Temiz Hava Merkezi
O gün ilk kez Temiz Hava Merkezi Müdürlüğü diye bir kurum olduğunu öğretmenimden duydum. Hafta sonu hep birlikte geziye gidecektik. Nasıl bir yerle karşılaşacağımızı merak ediyorduk. “Şehrin havasını elektrik süpürgesi gibi bir araçla temizliyorlardır belki…” diye geçirdim içimden. Sıra arkadaşım Çiğdem, “Uzun uzun boruları parklara, okul bahçelerine ya da fabrikaların yer aldığı alanlara yerleştirdilerse, kirli havayı çekiyordur.” dedi aklımı okurcasına. Sınıftan yükselen fısıltıları duyan öğretmenimiz gülümsedi ve hepimizin tahminlerini tek tek dinledi. Üstelik tek bir yorum yapmadan. Söylediklerimizin doğru ya da yanlış olduğunu belirtmedi. “İki gün sonra neler yapıldığını öğreneceksiniz. O zamana kadar hayalinizde canlandırdığınız Temiz Hava Merkezi Müdürlüğü hakkında fikirlerinizi yazarsanız, döndükten sonra hepsini yeniden okuruz. Ne dersiniz?” Öğretmenimizin bu önerisi hepimizin hoşuna gitti. Hafta sonuna kadar hepimiz yazdıklarımızı tamamlayıp öğretmenimize teslim ettik. Gezi günü geldiğinde hangimizin tahmininin gerçeğe en fazla yaklaştığını öğrenmek için sabırsızlanıyorduk. Otobüsümüz durduğunda, karşımızda üç katlı sıradan bir bina vardı. Kapıda bizi görevliler gülümseyerek karşıladı. Burada tüm bölgenin hava kirlilik düzeyini ölçüyorlardı. Hatta havanın toz dağılımını, hangi bölgelerde toz oranının yüksek olduğunu izliyorlardı. Binanın bodrum katındaki laboratuvarı incelediğimizde hiçbirimizin tahmininin tutmadığını anladık. Yaptıkları iş tam olarak havayı temizlemek değildi. Daha çok kirlilik denetimi yaparak temiz hava için önlem alıyorlardı. Mühendislerden biri “Yakında sizin okulunuzun bahçesine de bir hava ölçüm cihazı yerleştireceğiz.” dedi. Böylece okulumuzun olduğu bölgenin hava kalitesini inceleyebileceklerdi. Bizler ise yapılan çalışmaları daha yakından görebilecektik. Bu güzel haber hepimizi heyecanlandırmıştı. Cihazdan elde edilen bilgileri de mühendisler bizlerle paylaşacaklardı. Eve döndüğümde, hava durumunu izlerken gözlerimin önünden gün içinde öğrendiklerim geçti. Belki hava kirliliğinin hiç olmaması daha iyiydi ama her şeye rağmen hava kirliliği takibinin yapılmasını bilmek, önlem alındığını yerinde izlemek bile beni mutlu etmişti. Bir ay sonra okulumuzun bahçesine hava ölçüm cihazı kuruldu. Yanındaki küçük kulübede, daha önce gittiğimiz merkezdekine benzeyen bir de laboratuvar vardı. İlk günden itibaren laboratuvardaki çalışmaları izleyebildik. Öğretmenimiz bir gün Temiz Hava Merkezi Müdürlüğüne gitmeden önce yazdıklarımızı hepimize dağıttı. Yazdıklarımızı okuyunca hepimiz keyiften gülümsedik. Tahminlerimizin doğru olmaması değildi bizi neşelendiren. Kurduğumuz hayallerin hepsi birbirinden güzeldi. Öğretmenimiz bizden hava kalitesinin izlendiği laboratuvarda geçen yeni hikâyeler yazmamızı istedi. Öğrendiklerimizi hayallerimizle birleştirmek hepimiz için heyecan vericiydi.
Dinle
İyi ki Hava Var
Annem, “Rüzgârlı havanın kuytusu, yağmurlu havanın uykusu!” atasözünü çok kullanır. “Rüzgârlı havalarda kuytu bir yer bulmak gerekir, yağmurlu havada da uyumak güzeldir.” demekmiş. Gerçekten de penceremizin camlarını okşayan yağmur damlaları bize ninni söyler. Ninni uykuyu çağırır. Ne tatlı bir uykudur o. Bugün hava rüzgârlıydı yine. Rüzgâr, karla yağmuru haber verirmiş. Tam kapıdan çıkarken annem arkamdan o ünlü atasözünü yetiştirdi: -Rüzgârlı havanın kuytusu, yağmurlu havanın uykusu. Unutma bunu! -Tamam, anneciğim, unutmam. Demek ki neymiş? Hava çok rüzgârlıysa hemen bir kuytu yer bulacakmışım. Yağmur yağıyorsa hemen yatağa girip derin bir uyku çekecekmişim. Laf aramızda, ikincisi tam bana göre. Hoş, yağmursuz günlerde de uyurum ben ama şimdi arkadaşlar bekliyor. Yalnız arkadaşlar mı? Lunapark da dört gözle beni bekliyor. Bekle beni lunapark! Hazır ol korku tüneli, dönme dolap, ahtapot! Bir de tatlı mı tatlı bir uyarısı vardır annemin: - Baktın ki kar havası, eve gel can parçası! Bu sözü söylemişse “Tehlikeli bir durumla karşılaşınca ondan uzaklaş.” demek istiyordur. - Peki, anne! Aslında karlı havaları çok severim. Ama ne yaparsın, anne sözü. Biliyor musunuz, benim amcam meteoroloji mühendisi. Dünyamızı kuşatan atmosferi inceler, hava tahminlerinde bulunur. Haberlerde “Yarın hava parçalı bulutlu olacak, yağmurlu olacak, karlı olacak.” diyen kişi amcam değilse onun arkadaşlarından biridir. - Amca, dedim, nereden biliyorsunuz havanın nasıl olacağını? - Biraz düşünce biraz matematik, diye cevap verdi. Şaşırdım. - Matematik mi? Toplama, çıkarma, çarpma, bölme mi yani? Hangisi? Amcam saçımı okşarken gülümsedi. - Hepsi… Sonra uzun uzun anlattı. Yer gözlemleri, gemilerle yapılan gözlemler, radar ve uydu görüntüleri… Hava balonları varmış bir de. Onları gökyüzüne uçuruyor, atmosferdeki rüzgârı, sıcaklığı, nemi ölçüyorlarmış. Buna göre de hava durumuyla ilgili akıl yürütüyorlarmış. - Eskiden radarlar, uydular, hava balonları yokmuş. Peki, hava tahminlerini nasıl yapıyorlarmış? Çok çeşitli yolları varmış bunun. Biri çok komik: İngiltere’de 19. yüzyılda uygulanmış. Sülükleri kullanmışlar. İnsanlar, sülüklerin hava tahmini yapabildiğine inanıyorlarmış. - Şaka etme amca, dedim. Bildiğimiz sülük değil mi o? Nereden bilsin havanın nasıl olacağını? - Mucit Corc bizim gibi düşünmüyormuş, dedi amcam. Gözlemlerine göre sülükler huzursuz olduklarında yukarı doğru hareket ediyormuş. Bir düzenek kurmuş Mucit Corc. Şişeleri suyla, sülükle doldurmuş. Şişelerin kapağına birer zil takmış. Teorisine göre hava basıncı düşünce suyun içindeki sülük, şişenin kapağına doğru yükselecek ve zili çalacakmış. Bu da, hava ılık olacak demekmiş. Corc’un sülüklere bakarak yaptığı birkaç tahmin doğru çıkmış ama hepsi o kadar. Corc, sülüklere hayat sigortası yaptırmadığı için onlar da işi savsaklamışlar. - İyi ki başarılı olamamış Corc; daha doğrusu Corc amcanın sülükleri… İşin yoksa sülüklerle uğraş dur. Ben şahsen onlara kıyamaz, “Sülüklere özgürlük!” diye kampanyalar düzenlerdim. Ha, unutmadan, öğretmenimiz dün “HAVA OLMASAYDI NE OLURDU?” diye bir soru sordu bize. “Hava olmasaydı oksijen olmazdı. Oksijen olmasa su olmazdı.” dedi Emir. Tuna, “Öğretmenim.” dedi, “nefes alamazdık.” “Bitkiler solar, ormanlar kururdu.” dedi Bilge. “Okyanuslar buharlaşırdı.” dedi Muhsin. “Uçaklar uçamazdı, öğretmenim.” diye ekledi Mehmet Salih. Ben ne söyleyeyim? “Hava olmasa hayat olmazdı, öğretmenim.” dedim. “Evet!” dedi öğretmenimiz. “Hepsi doğru.” Böylece havanın nasıl vazgeçilmez bir şey olduğunu fark ettik. İyi ki hava var, iyi ki nefes alabiliyoruz. Çok şükür. Yaşasın hava, yaşayalım biz! Hep birlikte…
Dinle
Günberi ve Cemre
Bir zamanlar uzak memleketlerden birinde bir köy varmış. Bu köyün havası öyle güzel öyle güzelmiş ki hasta birisi köye gelse iki günde iyileşir, şifa bulurmuş. Ancak son zamanlarda gri bulutlar sarmaya başlamış her yeri. Köydeki herkes bir bir hastalanmaya başlamış. İnsanlar olup bitene bir anlam verememişler. Gökyüzünde neler olduğunu anlayabilmek için köy halkı bir balon yapmaya karar vermişler. Yaparken de köyün en yaşlı bilgesi Rüzgâr Dede’den yardım almışlar. Önce kadınlar şeritler hâlinde rengârenk kocaman bir örtü dikmişler. Rüzgâr Dede onlara, - Balonun yükselmesi için örtünün içindeki havayı ısıtmamız gerekecek. Çünkü ancak ısınan hava yükselir. Aman haa! Örtüyü en dayanıklı, en sağlam kumaşlardan dikelim. Yoksa rüzgâra, basınca dayanamaz, yırtılır, demiş. Kadınlar öyle büyük bir örtü dikmişler ki açıldığı vakit neredeyse tüm köy meydanını kaplıyormuş. Dikerken de gönüllerinden birçok hayal geçirmişler. Sohbet ederken vaktin nasıl geçtiğini anlamamışlar. Kısa sürede balonun uçmasını sağlayacak kubbesini hazırlamışlar. Sıra gelmiş sepetin hazırlanmasına. Bunun için de erkekler köyde ne kadar hasır varsa köy meydanına getirmişler. Üzüm topladıkları sepetlerin on katı büyüklüğünde hasır bir sepet örmüşler el birliğiyle. Artık balon gökyüzüne yükselmeye, renkleriyle kuşları kıskandırmaya hazırmış. Rüzgâr Dede’nin Günberi adında bir torunu varmış. Günberi her sabah daha güneş doğmadan kalkar bahçede dedesiyle çalışmaya başlarmış. Güneşin ilk ışıkları Günberi’nin sarı saçlarında parlarmış. Günlerden bir gün Günberi, baharın ılık rüzgârını saçlarında hissederek bahçede çalışırken köylüler kapılarına gelmiş. Balonun artık uçmaya hazır olduğunu ve Rüzgâr Dede’yi beklediklerini, söylemişler. Günberi, dedesini çağırmak için yanına gitmiş. Gitmesine gitmiş ama bir de ne görsün? Dedesi hâlâ yatağında uyuyormuş. Önce uyandırmaya kıyamamış, sonra kar beyazı sakalından okşayarak dedesine seslenmiş: - Dedeciğim, haydi uyan misafirlerimiz var. Rüzgâr Dede birkaç gündür hastaymış. Hasta olduğunu üzülmesin diye torununa belli etmemiş. Rüzgar Dede gözlerini açmış ve Günberi’nin elinden tutarak, - Benim güzel kızım, bugüne kadar ne biliyorsam öğrettim sana. Bu balonu sen uçuracaksın. Beni de, günlerdir hazırlık yapan bu insanları da mahcup etme. Haydi, göreyim seni, demiş. Günberi bugüne kadar dedesinin bir dediğini iki etmemiş. Köylülerle balonun yanına gelmiş ve dedesinin öğrettiği gibi havalandırmış balonu. Ona inanan herkesin umutlarını da almış yanına. Yükseldikçe aşağıdaki her şey küçülmeye başlamış. Sarı saçları rüzgârda savrulmuş. Kuşlar sanki ona hoş geldin şöleni yapar gibi daireler çizerek etrafında uçuşmuş. Balon birden pembe bir bulutun içine girmiş ve sanki havada asılı kalmış. Hareket etmiyormuş. Günberi önce biraz korkmuş. Dedesinin öğrettiği her şeyi yapmış. Alçalmak için balonun hava ile dolu kapağını açmak istemiş ama olmamış. Tam bu sırada sepetin içine etrafı ince tabaka hâlinde ışıkla çevrelenmiş rengarenk kanatları olan bir kız düşmüş. Kız biraz toparlandıktan sonra, - Merhaba, benim adım Cemre, demiş. Günberi dedesinin anlattıklarını hatırlamış, - Merhaba. Yoksa sen bahar aylarında havaya, toprağa ve suya dokunan Cemre misin, demiş. Cemre biraz üzgün bir sesle, - Evet, ben havaya, toprağa ve suya dokunurak onların ısınmalarını sağlarım. İnsanlara baharın gelişini müjdelerim. Bugün havaya dokundum ama hava o kadar kirli ki hastalandım. Etrafımı saran ışık azaldı. Kanatlarımdaki renkler soldu, demiş. Günberi telaşlı bir sesle, - Yeryüzünde de insanlar hasta olmaya başladı. Sadece insanlar değil; kuşlar, bitkiler toprağımız hepsi etkilendi. Belki nedenini öğrenirsek bir çözüm bulabiliriz diye bu balonu yaptık, demiş. Cemre biraz toplanıp ayağa kalktıktan sonra, - Ben de sizden yardım isteyecektim. Çözüm gökyüzünde değil, yeryüzünde. Havayı kirleten atıkları gökyüzüne salmazsanız, her şey eskisi gibi olabilir, demiş ve kanatlarından bir tüy koparıp Günberi’ye uzatmış, - Bu tüy sana yardım edecek. Saçına taktığında senin tüm dünyayı dolaşmanı sağlayacak. Lütfen bana yardım et. Hava böyle kirlenmeye devam ederse dünyayı büyük bir tehlikenin beklediğini herkese anlat. İnsanlar dünya yaratıldığından beri neler neler yaşadı. Eminim bunun da üstesinden geleceklerdir, demiş. Günberi bu anlamlı görevi yerine getirmiş. Tüm dünyayı, elindeki tüy sayesinde kısa sürede gezerek herkese olanı biteni anlatmış. Kimi inanmış ve destek olmuş ona, kimi de inanmış ama bir şey yapmamış. Ama Günberi vazgeçmemiş. Çünkü biliyormuş ki bir kişi bile ona inanıp destek olursa tüm dünya değişecekmiş. Balonuyla köyüne dönerken tertemiz havayı içine çekmiş. Bu kadar kısa sürede hava temizlenir mi, demeyin. Görevini yerine getirmiş birinin soluduğu havada hem kendisini hem de dünyayı iyileştiren bir huzur vardır. Gökten üç elma düşmüş. Biri Günberi’nin sepetine, biri eski renklerine kavuşan Cemre’nin kanatlarına, biri de doğayla kardeş olabilen bütün insanların başına...
Dinle
Yeni Yetme Bir Çoban
Gökyüzünü sayısız kandille donatan Allah’a hamdolsun. Bütün bulutların, ağaçların, dal ve yaprakların ve insanların Rabbi O’dur. Yer, gök, ay ve yıldızlar O’nu tespihe devam eder. Hiç bir gezegen kendi yörüngesinden çıkıp bir düzensizliğe meydan veremez. Her an bir başka renge bürünen dünya da öylesine güzel ve yaşanılır bir yerdir ki insanlar onun kıymetini anlamakta çoğu zaman âciz kalır. Bu gökyüzünün altında her dalı Hakk’a uzanmış ağaçlar vardır. Kökleriyle toprağı sımsıkı kucaklamış, gölgeleriyle yorgunlara döşek olmuş, meyveleriyle kurdu kuşu dahi doyurmuş sayısız ağaç. Sonra beri yanlarında renk renk açmış kır çiçekleri, toprağın boz bağrını şenlendirmiş çayır ve çimen. Yağmur yağmış, sular akmış, yazı yaban kim bilir kaçıncı kez şenlenmiştir böyle. Arada patika yollar uzanır garip yolcuların geçip gittiği. Yollardan bazen bir ÇOBAN da geçer sürüsünün ardında. Sırtında azık torbası, elinde sopasıyla yine bir garip çoban. Onu Erciş’te, gölün kıyısındaki geniş merada görmüştüm. Garip, utangaç, yeni yetme bir genç adamdı. Sürülerinin yünleri kararmış, kirlenmişti çamurdan çaylaktan. Dudaklarının kenarında sıcak bir gülümseme ve gözlerinde derin bakışlar vardı. Hikâyesine başlasa, sanki yer gök susup onu dinleyecek, yeni doğmuş kuzuların anaları peşinde nasıl koşturduklarını anlatacaktı. Bir anası, babası, bir evi, bir ocağı var mıydı bilmiyorum. Selamlaşıp ayrıldık...
Dinle
Umut Varsa Engel Yok
Merhaba, ben Mustafa KOÇER Yaprakların sarardığı güzel bir sonbahar gününde Kayseri’de dünyaya gelmişim. Takvimler 10 Eylül 2008 tarihini gösteriyormuş. Her çocuk gibi ben de aileme neşe, mutluluk ve bereket getirmişim. Ömrüm boyunca her zaman üzerime titreyen anne babamın huzuru, sevinci her şeyi olmuşum. Yirmi günlük olduğumda gözlerim aniden şişmeye başlamış. Annem babam bir korku, bir telaş içinde hemen hastaneye yetiştirmişler beni. Hastanede yapılan kontroller sonucunda doktorlar gözlerimin enfeksiyon kaptığını ve bir an önce tedavi edilmesi gerektiğini söylemişler. Ardından yapılan tetkikler sonucunda asıl gerçek çıkmış ortaya: Gözlerimde retinoblastom yani göz tümörü varmış. Ailem beni Ankara’da daha büyük bir hastaneye götürmeye karar vermiş. Orada yapılan tetkikler de sonucu değiştirmemiş ne yazık ki. Doktorlar, hastalığımın tehlikeli olduğunu, sağ gözümün alınması gerektiğini söylemişler. Canım annem babam çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüşler ama ne yazık ki yapacak başka bir şey yokmuş. Tedavilerin ardından bir süre rahat etsem de ardından hastalığım tekrar nüksetmeye başlamış. Yağmurlu bir Ankara sabahında, henüz beş yaşındayken diğer gözümü de kaybetmişim ve dünyam tamamen kararmış. Hayat bu. Kızacak, küsecek ve bir kenara çekilecek değildim ya! Öğrenecek çok şey, gidilecek çok yol vardı. “Hayatta ben de varım!” demek için vazgeçmemem gerekiyordu. Büyük bir heyecanla 2013 yılında yarıyıl tatilinin ardından Kayseri Emel Tarman Görme Engelliler İlkokulunda eğitim hayatıma başladım. Bir buçuk yıl ana sınıfında eğitim gördükten sonra aynı okulun birinci sınıfına başladım. Burada Braille Alfabesi ile tanıştım, okuma yazma öğrendim, pek çok bilgi öğrenip beceri kazandım. Derslerimde her zaman başarılı oldum ve okulumu Takdir Belgesi ile bitirdim. Şu an sekizinci sınıftayım ve yine Takdir Belgesi almaya hak kazanmış bulunuyorum. Sporla tanışmam 2019 yılında okuduğum okuldan mezun olan Mustafa GELİN ve Beyza ÖZÜDOK adlı arkadaşlarım sayesinde başladı. Onların önerisiyle spor yaşamıma adım attım. Kayseri Erciyes Görme Engelliler Spor Kulübüne katıldıktan sonra hayatım tamamen değişti. Daha sağlıklı beslenmeye, düzenli yaşamaya, daha çok çalışmaya kısacası profesyonel bir sporcu gibi davranmaya başladım. Sedat BOZBEY ve diğer hocalarımın rehberliğinde yaptığım çalışmalar kısa zamanda meyvesini verdi ve 2019 yılında Samsun’da gerçekleştirilen “Görme Engelliler Atletizm Turnuvası’nın B1 kategorisinde yarıştım. 60 metrede ve 100 metrede, bunun yanı sıra uzun atlamada Türkiye birincisi oldum. Küçük yaşıma rağmen üç Türkiye birinciliği kazanmak beni hem gururlandırdı hem de kendime olan güvenimi artırdı. Ardından spora daha sıkı sarıldım. 2021 yılında Gaziantep’te düzenlenen Görme Engelliler Atletizm Şampiyonası’nda 100 metrede Türkiye ikincisi, 2022 yılında Mersin’de düzenlenen Görme Engelliler Atletizm Turnuvası’nda gülle atma kategorisinde Türkiye birincisi oldum. Şimdi Esra BİLGİN Hoca’mla Isparta’da düzenlenecek yüzme yarışmasına hazırlanıyoruz. İlk defa yarışacağım yüzme kategorisinde de başarılı olmayı ve bir madalya daha kazanmayı çok istiyorum. Henüz 14 yaşındayım ve önümde uzun bir spor hayatı var. Ülkemi uluslararası düzeyde temsil etmek ve ülkeme madalyalar kazandırmak istiyorum. Sevgili arkadaşlar, HAYATTA SAHIP OLAMADIKLARINIZA, EKSIKLIKLERINIZE DEĞIL, YAPABILDIKLERINIZE ODAKLANIN. Hayat size ne getirirse getirsin, ne yaşarsanız yaşayın asla pes etmeyin. Unutmayın, her zaman bir çıkış yolu vardır.
Dinle
Çocukların Ressam Öğretmeni: Cemal TOY
ÇOCUKLUK GÜNLERİ Sayın Cemal TOY, Nasıl bir çocuktunuz? O çocuk nasıl ressam oldu? Ben Kütahya’nın ormanlık bir köyünde dünyaya geldim ve ilkokulu o köyde bitirdim. Beşinci sınıfa kadar tek odalı bir derslikteydik ve ilkokul boyunca hiç resim dersimiz olmadı aslında. Beşinci sınıftayken bir gün öğretmenimin evine gitmiştim. Öğretmenim, evinde aynanın kenarına kendisinin küçücük bir portresini yapıp koymuştu. O güne kadar böyle bir şey hiç görmemiştim ve çok şaşırdım. “Acaba ben de yapabilir miyim?” diye o kadar heyecanlandım ki “Bunu ben de denemek istiyorum.” dedim, denedim. Önce kendimin sonra babamın ve sonra arkadaşlarımın portrelerini çizdim. Ama bunu ne öğretmenime ne de başka kimseye söyledim. 1969 yılında doğdu. Büyüyünce ressam ve eğitimci oldu. Çocukluğundan itibaren sayısız resim çizdi. Papirüslerin, ketenlerin, Hint kâğıtlarının, dut ağacından yapılmış acayip kâğıtların üzerine rengârenk resimler yaptı, resimlerinde kilim parçaları gibi materyaller kullandı ve Türk resim sanatına daha önce denenmemiş eserler kazandırdı. Eserleri hem ülkemizde hem yurt dışında pek çok kez sergilendi. Bugün dünyanın upuzak yerlerinde, birçok duvarda resimleri asılı. Cemal TOY, 28 yıldır zamanının büyük bir kısmını çocuklarla resim yaparak, onlarla gezmelere giderek ve onlara sanat eğitimi vererek geçiriyor. Öğrencileri onu “Ressam Öğretmenim” diye çağırıyor. Sadece ülkemizdeki değil, Üç kıtadan on üç farklı ülkedeki her yaştan binlerce çocukla hayallerini çizgilere ve renklere dönüştürüyor. İstanbul’da Sultanahmet semti Küçük Ayasofya mahallesindeki atölyesinin kapısı özellikle çocuklara ve tüm sanatseverlere her zaman açık. Cemal TOY’a resim yapmak ve çocuklarla ilgili merak ettiklerimizi sorduk. Ortaokulu Tunçbilek’te bir yatılı okulda okudum. O okulda Gülsüm Hanım ismindeki resim öğretmenimiz bir gün derste model olup kendisini çizmemizi istedi. Herhâlde iyi çizdim ki beni yanına çağırdı ve o günden sonra benimle ilgilenmeye başladı. Annem ve babam yurt dışında olduğundan çocukluğum hem köyde hem de Almanya’da geçti. Babam hastalığı sebebiyle zaman zaman Hamm kentindeki bir hastanede kalırdı. Aylarca devam eden bu hastane süreçlerinde onun yanında beklerdik. Beş, altı katlı o klinikte bütün duvarlar, koridorlar, oturma alanları resimlerle doluydu. Akşama kadar o resimlere yakından bakıyordum, uzaktan bakıyordum ve nasıl olduklarını anlamaya çalışıyordum. Bu zaman içinde ailemden hep resim malzemeleri istiyordum, kendim de alıyordum. Bir resim öğrencisi için en değerli şey malzemelerdir, renkli kalemlerdir, boyalardır, defterlerdir. Hâlâ çocuklukta aldığım bazılarını severek saklıyorum. Böylece orada farklı bir dünyayı keşfettim. Büyüyünce de resim yapmayı bırakmadınız. Nasıl oldu da ressam kalabildiniz? Liseyi de yine yatılı okulda okudum. Resim öğretmenim Gülsüm Hanım, benimle ilgilenmeye devam etti ve “Sen ressam olmalısın, resim bölümüne gitmelisin.” dedi. Sağ olsun hocamı minnetle anıyorum. On sekiz yaşında İstanbul’da İlhami Atalay ile tanıştım ve onun atölyesinde üç ay çalışarak Mimar Sinan Üniversitesi resim bölümünü kazandım. Daha sonra da on yıl kadar atölyesinde hocamla çalışmaya devam ettik. Atölyeye dünyanın her yerinden ziyaretçiler geliyordu. Daha birinci sınıftayken orada resimlerim satılmaya başladı. Bu durum çok teşvik ediciydi. Yani bir öğrencisiniz, resim yapıyorsunuz ve resimleriniz ilgi görüyor, başkaları tarafından takdir ediliyor ve satın alınıyor. Bunun çok önemli olduğuna inanıyorum. Şimdi ben de kendi öğrencilerimi aynı şekilde motive etmeye çalışıyorum. Bugüne kadar yüzlerce, binlerce öğrenci ile tanışıklığımız, çalışmalarımız oldu ve onların yetişmelerine katkıda bulunmaya çalıştım. RESSAM OLMAK Ressamlığa nereden başlamalı? Bu işin ne kadarı çalışmak ne kadarı yetenek? Resme başlayan öğrencilerinizi nasıl cesaretlendiriyorsunuz? Evet, yetenek olmalı, çalışma da olmalı. Ama burada asıl önemli olan vazgeçmemek. Bir insanın kendi inancı, kendi yeteneği doğrultusunda kendine inanması gerekiyor. Kelimeler sihirlidir. Olumlu düşünce ve kelimelerin anlamı çok önemlidir. Bunu çok önemsiyorum. “Senin olduğun yer aydınlık, senin olduğun yer hiç karanlık olmayacak.” demek lazım çocuklara. Bir çocuğa asla “Sen bir şey yapamazsın!” dememek lazım. Sadece çocuğa değil hiç kimseye dememek lazım. Çünkü henüz kimsenin kapasitesini, zekâsını ve yeteneğini ölçecek bir donanımda değiliz. O yüzden insanlara inanmalıyız. Onlara güven vermeli ve onlara çok değerli olduklarını hissettirmeliyiz. Öğrencilerim şunu söylerler: “Hocam, siz hiç olumsuz bir şey söylemiyorsunuz bize.” Hâlbuki aslında eleştirdiğim zamanlar oluyor. Önemli olan güçlü yönleri keşfedebilmek ve yapabildiği güzel şeyleri söyleyebilmek. Neler çiziyorsunuz? Çizmek nasıl hissettiriyor? Bunca resim, desen ve renk nasıl ortaya çıkıyor? Birisi kulağınıza ne çizeceğinizi fısıldıyor gibi mi? İlk resimlerime baktığımda zamanla değişmeyen bazı şeyler olduğunu, değişen şeyler de olduğunu görüyorum. Değişmeyen şeyler aslında renklerim. Renkleri çok seven bir yönüm her zaman vardı. Koyu renkler, siyahlar yoktu dünyamda. Hep aydınlık, güzel renkler kullanmayı tercih ediyorum. Çizgi çok önemli benim için. Çizgi kullanmayı çok seviyorum. Çocuklara da bazen hiç boyatmadan çizgisel çalışmalar yaptırıyorum, çok hoşlarına gidiyor. Çizdiğim resimleri, yaptığım resimleri yaşıyorum. Mesela hoca benden portre yapmamı isterdi. Ben de oradaki arkadaşlarımın portrelerini çizerdim ama karikatür gibi çizerdim. Çizerken gülerdim, eğlenirdim çocuk gibi. Aynı şekilde kendimi de komik komik çizerdim. Bir de kendi kültürümüze, medeniyetimize ait imge ve imajları da çok seviyor ve kullanıyorum. Mesela kilimlerdeki motifler, İstanbul, İstanbul’daki evler, binalar, tarihî yapılar... Bunları hep bir renk dünyasında, bir rengin içinde anlatmaya çalışıyorum. Mesela bir İstanbul çiziyorsam oradaki duyguları, atmosferi yaşamaya çalışırım. Oraya giderim hayalimde. Benim için değişmeyen şeyler muzip, sempatik, eğlenceli, sıkmayan, insanları kasvet havasına sokmayan, neşeli, renkli, canlı çizgiler; yaşayan çizgiler. ÖZEL ÇOCUKLAR Ülkemizde ve dünyanın çeşitli yerlerinde her yaştan çocuklarla resimler çizdiniz. Bu çocuklar arasında özel gereksinimi olanlar da vardı. Üretkenlik, sıra dışı düşünmek ve beceri açısından onlarda neler görüyorsunuz? Her çocuğun çizgisi kendisine benzer. Çocuk... O kadar geniş bir umman ki o. Afrika’dan Asya’ya, Balkanlar ve Ortadoğu’ya pek çok ülkeyi gezdim ve oralarda faaliyetler yaptım. Onlara hep “Kendinizi anlatın.” dedim. “Hayallerinizi anlatın; yapmak istediğiniz şeyleri anlatın; eleştirdiğiniz, hoşunuza giden gitmeyen şeyleri anlatın.” dedim. Müthiş şeyler çıktı. Mesela çocuklarla Millî Saraylar Resim Müzesine gidiyoruz. Minderler götürüp yerlere oturuyorlar. Ne çizeceklerini kendileri seçiyorlar. Örneğin bir Ayvazovski tablosuna bakıyorlarsa oradan bir hikâye çıkarmalarını istiyorum. “Siz kendiniz değiştirin ve yorumlayın.” diyorum onlara. Onlarla birlikte ben de çiziyorum. Veya Çanakkale bölümünde, “Bu resimlerden hangisi sizi etkiledi?” diye soruyorum ve bununla ilgili bir resim yapmalarını istiyorum. Orada çocuklar kendi istediği kompozisyonu seçerek kendi dünyalarını yansıtıyorlar. Özel ihtiyaçları olan çocukların dünyayla başa çıkma yöntemleri farklı olabiliyor. Sanatın burada nasıl bir etkisi var? Çocuklar bazen anlatmak istemezler, bazen duygularını konuşmak istemezler. Kimsenin bilmesini istemezler. Bu anlamda sanatın çok etkili bir iletişim aracı olduğunu söyleyebilirim. Ama tabii ki çocuklar istiyorlarsa. Yoksa hiçbir zaman zorla resim yaptırılmaz. Sanat dikkat süresini artırıyor. On beş, yirmi yıl öncesinde gelen pek çok öğrencim şimdi çok sağlıklı ve çok güzel bireyler. Dikkat eksikliğine karşı pek çok şeyi çözdük. Bir yandan psikoloğa da devam ediyorlar ama aynı zamanda sanat derslerine de katılıyorlar. Çocuklarla 2 saat boyunca çalışıyoruz. 2 saat boyunca resim yapıyorlar. Etkinlikleri bazen konuşarak yapıyoruz, bazen hiç konuşmadan. Konuşmadan çalışma yapmak çok ilginç bir şey. “O etkinliği tekrar yapmayacak mıyız?” diye soruyor çocuklar. Belki sanatın başka bir kolunda olsa konuşmak gerekir. Resim çok güzel bir dil. Bu dille öğrencilerimi anlamaya çalışıyorum, onlar da beni anlamaya çalışıyorlar ve bu vasıtayla aramızda sağlıklı bir etkileşim kurmaya çalışıyoruz. YA ÇOCUKLAR OLMASAYDI Yirmi sekiz yıldır çocuklarla çalışıyorsunuz. Yirmi sekiz yıl önceye gidelim. Hayatınızdan resmi değil ama tüm çocukları çıkaralım. Çocuklarsız da aynı Cemal TOY ve aynı sanatçı olur muydunuz? Bir kenarda oturup resim yapsam belki çok daha fazla paralar kazanabilirdim. Ama bu kadar mutlu olamazdım, inanın. Resimlerim de bu kadar güzel olmazdı. Çocuktan öğrenmek ve çocuğun dünyasını keşfetmeye istekli olmak çok kıymetli. Bazen çok heyecanlanıp “Ya Rabbim!” diyorum, “Çocuğu iyi ki yaratmışsın.” Bir ödev veriyorsunuz, çocuk geliyor, sizi şaşırtıyor. Picasso der ki: “Dört yılda klasik resmi öğrendim. Klasik ressamlar gibi çalışmayı öğrendim ama bir çocuk gibi resim yapmak için ömrümü harcadım.” Matisse resmini bir çocuk kadar sadeleştirmeye çalışmış. Fransız ressam Jean Dubuffet, bütün çocuk resimlerini incelemiş ve onlardaki sadeliği yakalamaya çalışmış. Psikologlar da çocuk resminin ne anlama geldiği üzerine çok müthiş araştırmalar yapmış. Hâlâ da yapılıyor. Hani derler ya “Çocuklara çalışmayı öğretiniz, büyüklere de oyun oynamayı öğretiniz.” diye. O çocuksu dünyayı yitirmemek gerek. KULAĞA KÜPE Sanata gönül vermiş çocuklara çok özel bir mesaj verecek olsaydınız ne derdiniz? Bütün öğretmenlik hayatımda, okullarda, sanat kulüplerinde ilk söylediğim şeyi söylerdim: “Günlük tutun, eskiz defterleriniz olsun, buraya istediğiniz resimleri yapın.” Bunu çok önemsiyorum. Her bir çocuğun böyle bir defteri olsun, ona çizsin istiyorum. Yirmi yıl önceki öğrencilerimden şu anda mimar olan bir öğrencim var. Dokuz yaşındaki defterleri duruyor hâlâ. On yaş, on bir yaş, on iki yaş... Süheyl Ünver’in defterleri gibi yıllara göre defterleri var ve hala defter tutmaya devam ediyor. Çocuklar birer eskiz defteri, birer günlük tutsunlar. Oraya sevdikleri şiirleri yazsınlar, hikâye yazsınlar, yaşadıklarını, o gün onları etkileyen şeyleri yazsınlar ve resimlesinler. Resim yapmaya devam etsinler.
Dinle
Hangileri Aynı?
Dinle
Dede Korkut
Adım Dede Korkut Türklerin Bayat boyundan Kara Hoca’nın oğluyum. Babam, bilge bir kişiydi. Bilmem gereken ne varsa ondan öğrendim. Bu yüzden günü geldiğinde Oğuz Türkleri beni önder bildiler. Böylece Oğuz’un bilgesi oldum. Daha sonra Hükümdar Kayı İnal Han’ın ve sonraki hanların başdanışmanlığını yaptım. Onlar hangi konuda ihtiyaç duysalar fikrimi alır, ona göre yönetirlerdi halkı. Cesaretleri bilgiyle bütünleştiği için çok başarılı oldular. Sadece hanlar değil halk da beni bilir, severdi. Onlar da her konuda bana fikir danışırlardı. Onlara seve seve yol gösterirdim. Yine isterdim ki çocuklar, gençler milletimizin kahramanlığını, cömertliğini, geçmiş tarihini iyi bilsinler, töremizden haberdar olsunlar. Hikâyelerle anlattım her seyi Bunun için onlara hikâyeler anlatırdım. Mesela bunlardan Deli Dumrul’u siz de biliyor olmalısınız. Hani eşini çok seven, onun için canını feda etmekten çekinmeyen o yiğidi bilmemek mümkün mü? Ya Bayındır Han’ın büyük boğasıyla güreşip kuvvetli yumruğuyla boğayı dizginleyip yenen kahramanlar kahramanı Boğaç Han’ı? Tepegöz denilen canavarı ortadan kaldıran Basat’ı. İşte ben bunlar ve bunlar gibi pek çok hikâyenin anlatıcısıydım. Kopuzu ben icat ettim Nasıl mı anlatırdım? Hemen söyleyeyim. Bunları kendi icadım olan kopuz eşliğinde çalıp söyleyerek anlatırdım. Kopuzla söylediğim için bana “Türk ozanlarının başı” da derlerdi. Bu hikâyelerim masal ve destan özelliği de taşır. Bunlar önce sözlü olarak yayıldı. Çok zaman sonra da kitaplaştı. Neler mi söylerdim onlara? Dinimiz İslamiyet’in özelliklerinden, bize kazandırmak istediği doğruluk, iyilik, yiğitlik, cömertlik gibi değerlerden söz ederdim onlara. Her hikâyem besmele yani Allah’ın adıyla başlar ve sonu da dua ve peygamberimize salavat (saygı ve övgü sözü) ile biterdi. Altmış iki yıl ömür sürdüm. Dünyaya veda ettiğimde Siriderya Nehri’nin sağ kıyısına defnettiler. Ama ünüm dört bir yana yayıldığı ve hikâyelerim Anadolu’da da bilindiği için Bayburt’un Masat Köyünde de bir makam mezarım bulunmaktadır. Aradan hayli zaman geçti ama unutulmadım. Hikâyelerimle yaşamaya devam ediyorum. Hâlâ sizinleyim. Ben Dede Korkut. Türklerin atası. Sizin de sevgili çocuklar, dedeniz sayılırım. Ne dersiniz, hikâyelerimde buluşalım mı? İnanın onları okudukça benimle konuşur gibi olacaksınız. Başlayalım mı okumaya? Hadi öyleyse… Hepinize sevgiler.
Dinle
Renklere Dokunmak
Teknolojinin bu kadar gelişmediği yıllarda biz görme engelliler kitap okurken, ders çalışırken, bir yerlere giderken, kıyafetlerimizi seçerken ve eşyaların renklerini öğrenirken genellikle birilerine ihtiyaç duyardık. Böyle zamanlarda keşke elimde sihirli bir değneğim olsa da dokunduğum her şey bana kendisini söylese, ne olduğunu anlatsa derdim. Üzerinde yürüdüğüm çimenin rengini, dalga seslerini dinlediğim denizin rengini, meyvelerin renklerini, hepsinden önemlisi kardeşimin saçının ve gözlerinin rengini hep merak ederdim. Bir gün öğretmenimiz beni ve arkadaşlarımı teknoloji fuarına götürdü. Burada pek çok teknolojik araç gerecin bulunduğundan, bu araç gereçlerin görme engellilerin hayatını nasıl kolaylaştırabileceğinden söz etti. İçim içime sığmıyordu. Bir an önce fuar alanını dolaşmak, yepyeni cihazlarla tanışmak, onlara dokunmak istiyordum. Fuar alanı birbirinden ilginç cihazlarla doluydu. Görme engellilerin kitap okuyabilmeleri ve istedikleri gibi yazı yazabilmeleri için geliştirilen konuşan bilgisayarlar, kan şekerini ölçüp seslendiren şeker ölçme cihazı, az görenler için yazıları çeşitli boyutlarda büyüten cihazlar, günlük hayatta kullanılan birçok araç gereç vardı fuar alanında. Hepsi birbirinden ilginç, bizler için gerçekten gerekli olan aletlerdi. Peki, beni en çok mutlu eden araç hangisi olmuştu? Hemen söyleyeyim: Renkleri tanıyarak bize sesli olarak söyleyen cihaz. Fuar alanında yıllardır hayalini kurduğum cihazla tanışmıştım sonunda! Stant alanındaki görevliden rica ederek bu cihazı kullandım. Size o an hissettiğim duyguları, yaşadığım mutluluğu ve heyecanı anlatabilmem mümkün değil! Artık ben de renkleri öğrenebilecek ve onlara isimlerini bilerek dokunabilecektim. Zaman geçirmeden, önce gözlerimin rengine baktım: Kahverengi. Saçımın rengine baktım: Siyah. Kazağımın rengine baktım: Gri. Her bulduğum eşyanın rengine bakıyordum. Çok ama çok mutluydum. Kısa bir süre sonra bu cihazdan edindim. Artık her şeyin rengine bakar olmuştum. Üzerinde yürüdüğüm ve mis gibi kokan çimenlerin renginin yeşil, bıkmadan usanmadan dalgalarının sesini dinlediğim denizin renginin mavi, portakalın turuncu, göklerin hâkimi kartalların renginin siyah olduğunu öğrendim. Beni en çok heyecanlandıran, gece gündüz göğümüzü süsleyen şanlı bayrağımızın rengini dokunarak öğrenmek oldu. Bu mutluluğu yaşamak öyle güzeldi ki, tarifi imkânsız!
Dinle
Rüzgar Yükseliyor
Sevgili arkadaşlar, Eminim her biriniz büyüklerin sık sık sorduğu “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuyla karşılaşıyorsunuzdur. Gerçekten de tüm çocuklar, büyüyünce hangi işleri yapacaklarına, nasıl bir hayat süreceklerine dair türlü türlü hayaller kurar. Bazı çocuklar büyüdüklerinde belki yaşadıkları zorlukların da etkisiyle bu hayallerini unuturlar. Bazıları ise tüm engellere rağmen kurdukları hayalin peşinden giderler. Peki, insanlık tarihinde büyük başarılara imza atmış ünlü isimlerin, hayallerinin peşinden giden çocuklar olması tesadüf müdür sizce? İşte sevgili arkadaşlar, bu yazımızda, küçükken hep uçmayı hayal etmiş Jiro’nun bu hayalini nasıl gerçekleştirdiğini anlatan “RÜZGÂR YÜKSELİYOR” filmiyle karşınızdayız. Birbirinden güzel uçaklar yapmayı hayal eden Jiro’nun, Japonya’da gerçekten yaşamış bir uçak tasarımcısı olduğunu biliyor muydunuz? Filmde, hikâyesi anlatılan Jiro Horikoshi, gerçek hayatta da hayalini gerçeğe dönüştüren bir mucit. Hatta 2. Dünya Savaşı’nda Japonların kullandığı Mitsubishi Zero savaş uçağını tasarlamış. Jiro çocukken uçak tasarımcısı olmayı yalnızca hayal etmekle yetinmeyip sürekli uçaklarla ilgili kitaplar okuyor ve zamanını uçaklarla ilgili bilgisini geliştirerek geçiriyor. Üstelik yabancı dildeki kitapları bile sözlük yardımıyla okumaya çalışıyor. Anlayacağınız Jiro, hayallerin gerçeğe ancak çok çalışarak dönüşebileceğinin farkında. Jiro uçmayı o kadar istiyor ki rüyalarında bile kendini sürekli uçarken görüyor. Ancak uçmasının önünde önemli bir engeli var: Jiro miyop yani uzağı göremiyor. Rüyalarından birinde buluştuğu İtalyan uçak mühendisi Caproni’ye, bu yüzden gerçek hayatta hiç uçamayacağını söyleyince Caproni diyor ki “Ben de uçak uçuramıyorum. Ben uçakları yapıyorum!”. Jiro, işte o rüyasından sonra insanların uçabileceği çok güzel uçaklar yapmaya yani bir uçak tasarımcısı olmaya karar veriyor. Derken Jiro büyüyor ve Tokyo’da bir üniversitede uçak mühendisliği okumaya başlıyor. Arkadaşları sürekli Japonya’nın bu alanda diğer ülkelerin gerisinde olduklarından şikâyet etse de Jiro hep çok çalışmayı sürdürüyor. Jiro’nun başına ne zorluklar gelmiyor ki! Depremler, yangınlar, savaşlar… Ancak hiçbiri Jiro’nun hayalini gerçekleştirmesini engelleyemiyor. Siz de gözlerinizi gökyüzünden alamıyor ve hep uçmakla ilgili hayaller kuruyorsanız “Rüzgâr Yükseliyor” filmini muhakkak izleyin. Ve hayalinizin peşinden gitmekten hiç vazgeçmeyin, olur mu? • Filmin adı ne? Rüzgâr Yükseliyor • Yönetmeni kim? Hayao Miyazaki • Kaç dakika? 2 saat 7 dakika • Yapım yılı ne zaman? 2013 • Türü ne? Animasyon • Nerede yapıldı? Japonya • Orijinal adı ne? Kaze Tachinu NOT: Mucit Olmak Çok Kolay! Jiro en etkileyici uçağı tasarlarken nereden ilham alıyor sizce? Sürekli yediği bir uskumru balığının kılçığından! Tıpkı Jiro gibi etrafınızda gördüğünüz sıradan şeylere farklı açılardan bakarak, pek çok yeni alet icat edebilirsiniz arkadaşlar.
Dinle
Farkı Görmek
Mesleğimin dokuzuncu yılında, “Artık her türlü öğrenciyi gördüm.” diye düşündüğüm zamanlarda tanıştım Ali’yle. Ali en ön sırada oturuyor, ışıl ışıl gözleriyle bana doğru bakıyordu. Kısa boylu, sakin, sevimli bir çocuktu Ali. Arkadaşlarıyla çok iyi anlaşıyor, oyun oynamayı çok seviyordu. Ali’yi Ali yapan özellikleri sadece bunlar değildi elbette. Ali, derslerini büyük bir dikkatle dinliyor, öğrenmek için oldukça çaba harcıyor ancak öğretmek istediklerimi bir türlü kavrayamıyordu. Bazen bir konuyu öğrenir gibi oluyor ama sonra çok hızlı bir şekilde unutuyordu. Ali’nin bu çabasına rağmen başarısız olmasına bir anlam veremiyordum. Galiba bazı şeyleri değiştirmemiz gerekiyordu. Ailesiyle konuşmaya ve onu bir süre gözlemlemeye karar verdim. Bu harika çocuğu harekete geçirecek bir şeyler mutlaka vardı ama belli ki ben bunu henüz keşfedememiştim. Çok geçmeden birkaç ipucu yakalamaya başlamıştım. Biraz gözlem, biraz da araştırma ile Ali’nin harika bir ritim yeteneğinin olduğunu fark ettim. Ali, müziği çok seviyor, duyduğu melodileri unutmuyordu. Kısa melodiler dinletip kapattığımda uzun bir şarkı içerisinden o melodinin yerini her defasında kolaylıkla buluyordu. Şarkıları kolayca ezberliyor, onlara kusursuz bir şekilde eşlik ediyordu. Onun bu güçlü yönüne hitap eder, algılamakta güçlük çektiği dersleri bu yeteneğiyle destekleyebilirsem her şeyin daha farklı olabileceğini düşündüm. Bundan sonra derslerimde, farklı bir yöntem denemeye karar verdim. Anlattığım konuların önemli bölümlerine ezgiler ekliyor, elimden geldiğince her konuya ait kısa şarkılar yazıyordum. Onluk bozmalı çıkarmadan eş anlamlı kelimelere kadar her konuda şarkılar yazdım. Bu iş beklediğimden de keyifliydi. Sınıfta seslendirdiğimiz şarkıları ses kaydı olarak Ali’nin ailesine de gönderiyordum. Onlar da bu şarkılarla Ali’nin okulda öğrendiklerini tekrar etmelerini sağlıyor, ev ödevlerinin müzikal tadında geçmesine yardımcı oluyorlardı. Biz ailesiyle birlik olup aynı yolda ilerleyince Ali, beklediğimizden çok daha hızlı gelişmişti. Artık Ali ile birbirimizin dilinden anlar olmuştuk. Biz ona uygun olmayan beklentileri bir kenara bırakmıştık, o da derslere ve ödevlere karşı ön yargısını. Başlarda şarkıları söylemek için Ali’nin sırasına giderdim. Şarkılarımızı Ali ile beraber sessizce söylerdik. Sonraları şarkılarımız tüm öğrencilerin ilgisini çekmeye başladı. Öyle ki sesimiz her geçen gün yükseldi ve biz her dersin sonunda sınıfça o konunun şarkısını söyler hâle geldik. Kısa zamanda dersleri müzikle öğreniyor olmanın sadece Ali’nin değil sınıftaki diğer öğrencilerin de başarılarını artırdığını fark ettim. Ali, bana asla pes etmemeyi, imkânsız diye bir şey olmadığını, doğru uygulamalar yapıldığında, öğrencilerin güçlü yönleri beslendiğinde herkesin öğrenebileceğini gösterdi. Hayatta en büyük yerin eksikliklere değil, var olanlara ait olduğunu öğretti. Ufak bir farkındalıkla, küçük bir özveriyle nelerin değişebileceğini anlamamı sağladı. Ali artık okula daha mutlu geliyor. Bu sınıfta anlaşıldığını hissediyor. Ödevler artık onun korkulu rüyası değil. Çünkü artık ödevlerin de dili, onun bildiği dil. Ali, artık yapabileceğine inanıyor ve kendine güveniyor. Arkadaşlarının oynadığı oyunlara daha istekle katılıyor. Her geçen gün biraz daha gelişiyor ve kendini biraz daha iyi tanıyor. Darısı diğer çocuklarımızın başına…
Dinle
Bir Limon Çekirdeğinin Hikâyesi
Bu yazıyı okuyan herkes bir ağacın gövdesine yaslanmış, belki bir çamın kokusunu almış veya bir çınarın yapraklarının dökülüşünü görmüştür. Peki, küçücük tohumlar nasıl böyle büyük ağaçlara dönüşüyor? Dilerseniz bu küçük tohumların nasıl yeşerip kocaman bir ağaç olduklarını beraber öğrenelim. Kolay ulaşılabildiği ve çimlendirilebildiği için limon çekirdeğinin çimlendirmesini anlatmak istiyorum sizlere… Bir limon çekirdeğinden onlarca limona ulaşan yolculuk şu şekilde başlıyor: İlk olarak limon çekirdeğinin üstündeki kaygan maddeyi peçeteyle silelim. Aman dikkat! Çekirdeğin üstündeki kabuğu çekirdeğin içini ezmeden ve zarar vermeden soyalım. Bir parça kâğıt havluyu ikiye katlayıp suda biraz ıslatalım ve suyunu sıkalım. Kabuğunu soyduğumuz çekirdeği nemli kâğıt havlunun içine yerleştirip üzerini diğer katıyla kapatıp onu da şeffaf, plastik ve hava almayacak bir kabın içine koyalım. Kabın kapağını kapattıktan sonra onu evimizin sıcak bir yerine örneğin kalorifer peteğinin altına koyalım. Beş gün sonra kabın kapağını açıp içindeki kâğıt havluya dokunarak nemini kontrol edelim. Eğer kâğıt havlu kurumuşsa içi boş bir sprey şişesine su doldurup birkaç defa su sıkarak nemlendirelim. Ve kutuyu önceki yerine koyalım. Beş gün sonra kabı tekrar açıp çekirdeği kontrol edelim. Kâğıt havlunun içindeki çekirdeğin ucunda beyaz bir çıkıntı oluşmuşsa çekirdeğimiz köklenmeye başlamış demektir. Eğer beyaz çıkıntı oluşmamışsa birkaç gün daha beklememiz gerekecek. Artık çimlenmiş yani köklenmiş olan limon çekirdeğimizi kök tarafı alta gelecek ve derin olmayacak şekilde, içine yumuşak toprak koyduğumuz küçük bir saksıya ekelim. Elimizdeki su dolu sprey şişesiyle her gün su sıkarak toprağımızı nemlendirmeyi unutmayalım arkadaşlar. Limon çekirdeğimiz toprağın içinde yavaş yavaş büyüyüp filiz vererek yapraklarını çıkarana kadar bu şekilde sprey ile nemlendirmeye devam edeceğiz. Yapraklarımız çıktıktan sonra dört beş gün arayla toprak nemli olacak şekilde sulamalıyız. Saksımızın ılık bir ortamda olmasına da özen gösterelim. Arkadaşlar, limon çekirdeğimiz bir bitkiye dönüşüyor. Lütfen dikkatli olun: Limon bitkimizi az sularsak kurur, çok sularsak çürür. Sulama işlemini dengeli yapmalıyız. Ortam ısısı da önemlidir. Limon bitkisini soğuk bir alanda yetiştirmeye çalışırsak büyümez. Bitkimizi ektiğimiz toprağımız sertse bitkimiz yine büyümeyecek ya da kuruyacaktır. Bu sebeple toprağımızı değiştirebiliriz. Ayrıca atık sebze ve meyvelerden elde edeceğimiz gübre, sevgili limon ağacımız için çok faydalı olacaktır. Böylece bitkimiz daha çabuk kök salar ve hızlı büyür. Görüyorsunuz bitki yetiştirmek aslında çok hassas bir iş. İleride belki siz de kendi ellerinizle yetiştirdiğiniz ağacın gövdesine yaslanır, onun ilkbaharda çiçek açmasını izler ve kokusunu duyarsınız. Meyvelerinden yer, sonbaharda yapraklarının dökülüşünü seyredersiniz… Kim bilir belki siz de annenizin birer limon ağacısınızdır… * Altıncı sınıf öğrencisi, Konya
Dinle
Tuhaf Bilmeceler
Dinle
Hava Durumu Tahmini
Dinle
Anne Su
Su azizdi Anne su Yıkardı çocuğunu Mübarek bir akşamda Arılısı durulusu Leğen ırmakta bir sandal Akıp giderdi köpüklerinden Sıtması sayrısı Baştan aşağı sular Bakır tastan dökülürdü Derdi marazı Devam ederdi dua Alayı bu sularla gitsin Ak pak olsun çocuğumun Hem bedeni hem ruhu Su azizdi Anne su
Dinle
Dergi Dokümanlarını indir
Sesli dergideki ses dosyalarını buradan indirebilirsiniz
Dokümanlar