Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor
Anasayfa
Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor
Serçe Mısdafa Annem Benim Aynam Olsun
Serçe Mısdafa Annem Benim Aynam Olsun Yazan: Mustafa Çiftci Resimleyen Şebnem Aydın Serçe Mısdafa uçarken gördüklerini annesine anlatmayı çok severdi. Annesi de zaten dinlemeyi seven kuşlardandı. Mısdafa en çok çam kokusunu ve rüzgârın kanatlarının altına dolmasını seviyordu. “Bence rüzgâr bizim elimizden tutmasa, kanatlarımızın altına girmese bizim işimiz pek zor anne.” diyordu. Annesi her şeyin dalın, ağacın, diğer kurt, kuş ve böceklerin birbirine yardım ettiğini söyledi. “Biz dağınık gibi görünsek de her birimiz bir dağ başında yaşasak da bir tespihin taneleri gibi aynı hizadayız. Yani diğer canlılar da tespih gibi bir hizaya dizilmiştir. Tespih koparsa tüm daneler dağılır. Ama Allah o tespihin kopmasına izin vermez. Bizi hep bir arada tutar.” dedi. Annesinin bu söylediklerini pek seven Mısdafa pır pır ederek uçtu epeyce bir zaman. Sonra arkadaşı dedi ki ben suyun üzerinde uçarken suya yansıyan görüntüme bakıyorum. Karnımdaki tüyler ne renk anlıyorum. Bu çok güzel bir şey. Mısdafa da suyun üzerinden uçtu. Karnının, kanatlarının renklerine baktı. Büyülü bir şeydi durgun suyun üzerinde uçmak. Yozgat Çamlığı’ndaki göletin üzerinden defalarca uçtu. Sonra bir şeyi merak etti: Acaba kuyruğu ne renkti? Hemen havalandı. Kuyruğunun rengini görmeye çalıştı. Ama bir türlü göremedi. Karnını görüyordu, kanatlarının altını görüyordu ama kuyruğu biraz arkada kalıyordu ve göremiyordu. Sonra bir arkadaşı, "Çamlığın kenarına dizili evlerin camlarına bak, o camları ayna olarak kullan, görürsün." Ama Mısdafa evlerin arasında uçacak kadar usta değildi. Bu durumu annesine anlattı. Annesi, "Aman yavrum! Henüz evlerin arasında kıvrıla kıvrıla uçacak kadar kanatların açılmadı. Hem de apartman çatıları, kuşları ağaç dalları kadar iyi koruyamaz. Apartmanlar arttıkça kuşlar iyi uçamaz. Daha küçücük bir serçeciksin. Sen söyle bakalım, neden evlerin arasında uçmak istiyorsun?" “Camlarına bakıp kuyruğumun şeklini, rengini göreceğim anne.” Annesi dedi ki: “Bak yavrum, kuyruğunun rengini görmek için uzaklara uçma. Senin aynan ben olayım. Sana kuyruğunun şeklini ve rengini söyleyeyim. Rengi ve şekli değiştikçe haber ederim sana." Mısdafa çok mutlu oldu. “Annem benim aynam olsun.” dedi. Annesine sarıldı. Mısdafa annesinden kuyruğunun şeklini öğrendi. Gelin bizim aynamız da siz olun sevgili çocuklar ve söyleyin bakalım, Mısdafa gibi bir yavru serçenin kuyruğu nasıldır ve ne renktir?
Dinle
Yağmur'un Duası
Yağmur’un Duası Yazan: Osman ÇEVİKSOY Resimleyen: Ramila Aliyeva Yağmur, evcil bir kedisi olsun istiyor fakat babasına bu isteğini bir türlü kabul ettiremiyordu. Ders bitiminde onu okuldan ben alıyordum. Bir gün eve dönerken; “Dede, ne oldu biliyor musun?” dedi. “Ne oldu?” dedim. “Akşam babamla anlaştık. Beş yıl sonra evde kedi besleyebileceğim. Yani yedinci sınıfa başladığımda bir kedim olacak!” Yağmur kedileri çok seviyordu. Her gün okul dönüşünde kapalı otobüs durağından ayrılmayan küçük yavru kediyi seviyorduk. Anne ve babası işten dönüp Yağmur’u alıncaya kadar kedilerden konuşurduk. Duman renkli bir kedisinin olacağı günün hayallerini kuruyordu. Nihayet babasıyla konuştum. “Çok istiyor. Al bir kedi, sevindir torunumu.” dedim. “Balık, kuş olabilir; kedi, köpek olmaz!” dedi babası. Çünkü kedili, köpekli evde yemek yiyemez, su içemezmiş. Bir gün otobüs durağındaki kediyi sevip eve dönerken; “Dede sana bir sır vereyim mi?” dedi. “Ver bir tanem!” dedim. “Her akşam uyumadan önce, Allah’ım, zaman çabucak geçsin, diye dua ediyorum. Rüyalarımda duman renkli güzel kediler görüyorum. Dört yıl iki ayım kaldı kedimin olmasına.” “Yağmurcuğum bu kadar çok istiyorsun ya duan kesinlikle kabul olur. Zaman çabuk geçer, kedine kavuşursun.” “Bu nasıl olur dede?” “Nasıl olacağını bilmiyorum ama olur. Allah; sevgiyle, gönülden isteyenlere mutlaka verir. Bir bakarsın ki duman rengi, güzel bir kediciğin olmuş.” Yağmur, kediciğinin olacağı günün hayaliyle gün saymaya devam etti. “Dede, dört yılım kaldı!” dediği günün akşamında babası aradı. Telefonda Yağmur vardı. En mutlu, en tatlı sesiyle adeta şakıyordu: “Dede, dedeciğim! Haklıymışsın, dualarım kabul oldu. Hatta bir değil dört kedim var şu anda. Üçü siyah, biri duman rengi. Üçünü komşular alacak, duman rengi benim olacak. Babam izin verdi; kedimi evde besleyebileceğim. Şimdi annemle birlikte yuva, kum ve mama almaya gidecekler.” Yağmur’un sevincini paylaşmak için iki sokak ötedeki evlerine gittim. Duman renkli kediciğiyle mutluydu. Anne babası bir yavru kediyi büyütüp beslemek için ne gerekliyse almışlardı. Beş yılın birdenbire nasıl geçtiğini de böylece öğrenmiş oldum: Anne kedi bir haftadır kullanmadıkları arabalarındaki ön tamponun iç kısmına yavrulamış. Bizimkiler aracı çalıştırmadan önce kediyi fark etmiş. Dikkatlerini anne kedi çekince bakmışlar ki yavruları da orada. Köpekler yüzünden sokağa da bırakamamışlar. Hâl böyle olunca bizim Yağmur tez zamanda hayaline kavuşmuştu. Allah gerçekten de gönülden isteyene veriyordu.
Dinle
Görmek
Görmek Yazan: Recep Gür Resimleyen: Betül İlter Bugün parkta Can’ı gördüm. Ali ile bankta oturuyorlardı. Arkalarından usulca yaklaştım. Bir çırpıda ellerimle Can’ın gözlerini kapadım ve sesimi değiştirerek "Bil bakalım, ben kimim?” diye sordum. Can önce, “Demet.” dedi. Ali kıkırdadı. Tabii Can bilemediğini hemen anladı. “Öykü, Öykü!” diye bağırdı bu kez. “Yok!” dedi Ali, “Yine bilemedin.” “Tamam, şimdi buldum: Hale!” dedi Can. Ali, “O da değil.” dedi kahkaha atarak. Can sonunda pes etti, “Söyle bakalım Ali, kimmiş benim gözlerimi kapatan?” “Ayşe tabii ki.” dedi Ali. “Nasıl da her seferinde biliyorsun?” diye şaşkınlıkla sordum Ali’ye. “Ben görme engelliyim ama kulaklarım sapasağlam.” dedi Ali, “Herkesi sesinden tanıyorum. Görme engelli olduğum için işitme duyumu daha çok kullanıyorum, bu da sesleri daha iyi tanımamı sağlıyor.” Tam o anda Can çığlığı bastı. Bir de baktım, bankın üstünde kocaman bir böcek. “Böceeeeek!” diye bağırıp birkaç çığlık da ben attım. Ancak Ali hiç oralı olmadı, “Niye bağırıyorsunuz?” diye kızdı. Böcek uçup gittikten sonra “Aman yani Ali!” dedim, “Sen o böceği görseydin…” “Sahi Ali, hiç üzülmüyor musun görmediğin için?” diye sordu Can, “Hep karanlıkta mı yaşıyorsun sen?” Ali omuzlarını silkti, “Benim dünyam karanlık değil ki sadece farklı.” dedi, “Hem ben sizin görmek dediğiniz şeyin ne olduğunu da tam bilmiyorum. Hem görme engelli olmak bir bez parçasıyla gözlerimizi kapatmak veya akşam evimizde otururken elektriğin gitmesiyle karanlıklar içerisinde kalmak değil ki! Denizleri, ormanları, böcekleri göremediğime biraz olsun üzülüyorum ama sadece biraz. Onları, nasıl desem, şey, onları başka hislerle fark ediyorum. Denizin kokusu, ormanın sesi, meyvelerin lezzeti…” “Vay arkadaş!” dedi Can, “Benim de senin gibi göresim geldi.” “O zaman haydi, körebe oynayalım!” diye bağırdı Ali. “Sen ebe olmazsan olur.” dedim Ali’ye, “İki dakika geçmeden ebelenmek istemiyorum!” Gülüştük. O gün eve dönerken meraklandım. Ali yolda yürürken nasıl görüyordu acaba? Beyaz bastonunu yere vura vura ilerlerken neler hissediyordu? Ben de gözlerimi kapadım, Ali gibi görmeyi denedim. Ayaklarımın dibinde bir kedi miyavladı, miyavlaması karanlığımın içinde sarı sarı ışıldadı. Merdivenlerden çıkarken her basamak gri gri boy verdi… Annem kapıyı açtığında çorbanın mis kokusu, beyaz ince bir duman gibi gözümün önünde kıvrıldı. “Gözüne bir şey mi oldu, niye kapatıyorsun?” diye sordu annem. “Yoo!” dedim, “Sadece gözümü Ali’nin farklı dünyasına açtım. Onun gözüyle gördüm, onun gözüyle duydum…”
Dinle
Ben Nasıl Korsan Kedi Oldum?
BEN NASIL KORSAN KEDİ OLDUM? Yazan: Aysel Koç Resimleyen: Esra İlter Demirbilek Merhaba, benim adım Ponçik. 2019 yılında Burdur’un Bucak ilçesinde doğdum. Hobilerim sineklerle oynamak, sokaktan geçen arabaları ve insanları izlemek ve göbeğimi kaşıtırken mırlamak. Şu an Ayşe'yle Ankara’da yaşıyorum. Ta Burdur’dan Ankara’ya nasıl geldiğimi ve Ayşe'nin kim olduğunu merak mı ettiniz? Şimdi size hepsini anlatacağım. Bucak’ın çok sıcak yaz günlerinden bir gündü. Annem Mırmık ve ben kurumuş otların arasında oyunlar oynuyor, gülüp eğleniyorduk. Bir sabah yine oyunlar oynarken yoldan çok hızlı ve gürültülü bir araba geçiyordu. Havalı bir kornası vardı. Nasıl bir arabaydı merak ettim. Yolu görebilmek için otların arasından kafamı kaldırmıştım ki bir anda sağ gözümde dayanılmaz bir acı hissettim. Meğer yoldan geçen bir kamyonmuş ve hızla geçerken tekerinden fırlayan çakıl taşı gözüme gelmişti. Çok acımıştı, ağlayıp duruyordum. Annemin içi acımıştı. Annem ne kadar gözümü yalasa da acısı bir türlü geçmeyince beni mahallemizde bizimle ilgilenen insan arkadaşımız Ayşe'ye götürdü. Ayşe beni görünce: “Korkma Ponçik’im, geçecek!” diyerek arabasıyla veterinere götürdü. Veteriner amca bana ilaçlar yaptı. En sevdiğim mamadan ikram etti. Birkaç yıl evde tedavi görmem gerekebileceğini söyledi. Ayşe; annem ve bana kendisiyle birlikte yaşamayı teklif etti. Böylece düzenli tedavi olmam mümkün olacaktı. Ancak annem kapalı ortamda kalmak istemiyordu. Bana yakın bir yerde sokakta yaşayacağını, ne zaman ona ihtiyacım olursa hemen gelebileceğini söyledi. Ayşe’ye güveniyordu. Ayşe, “Mırmık Hanım, Ponçik’i ne zaman isterseniz görmeye gelebilirsiniz, fikrinizi değiştirirseniz dilediğiniz zaman gelip evimize yerleşebilirsiniz.” dedi. Ayşe’in evinde bizden başka iki kişi daha yaşıyordu: Biri kardeşi Saniye ve diğeri de benden üç yaş büyük kedisi Minnak abla. Minnak abla beni çok seviyor ve bana bir anne gibi davranıyordu. Ayşe her gün tedavi için beni veterinere götürüyordu. Taş gözüme çarptığından beri sağ gözüm görmüyordu ama en azından artık acımıyordu. Diğer gözümse gün geçtikçe daha net görmeye başladı. Mahalledeki tüm kediler hikâyemi dinlemek için balkonumuzun önüne geliyordu. Ben anlatırken Ayşe veya kardeşi onlara mama ikram ediyordu. Çok şanslıydım; iyi bir ailem ve bana hep yardım eden dostlarım vardı. İnsanların ve hayvanların her zaman birbirine ihtiyacı olabileceğini, dostluğumuzun dünyayı ne kadar güzelleştirdiğini gördüm. Bu arada, sevgili annem haftada bir kaç defa ziyaretime gelmeyi ihmal etmiyordu. Böylece mevsimler geçti ve büyüdüm. Tedavim artık bitmişti. 1 yaş doğum günümde Ayşe bana ne hediye almış dersiniz? Bir korsan göz bandı! Takınca koşup aynada kendime baktım. O güne kadar hiç böyle düşünmemiştim ama ben de büyük bir macerada tek gözümü kaybetmiş bir korsan kediydim. Hiç korsan olup da maceradan maceraya koşmamak olur mu? Ayşe, Saniye ve Mırnak abla ile Türkiye’nin farklı illerini gezip durduk. Şimdi Ankara’da yaşıyoruz. Artık çok gezemiyoruz ama ben yine de maceradan maceraya koşuyorum. Nasıl mı? Kitap okuyarak tabii. Her gece yatmadan önce kitap okuyorum. En çok da macera kitaplarını seviyorum. Okumak beni henüz görmediğim yerlere, oraların güzelliklerini tanımaya götürüyor. Yani anlayacağınız tam bir korsan kedi oldum. Hikâyemi beğendiyseniz siz de arkadaşlarınıza anlatın, o zaman çok sevinirim. Hoşça kalın.
Dinle
Kuşların Sesi
Kuşların Sesi Yazan: Abdullah Harmancı Resimleyen: Şebnem Aydın Cabbar Osman’ı bilir misiniz? Nereden bileceksiniz, henüz anlatmadım ki… Cabbar Osman heybetli biriymiş. Aynı zamanda öfkeli mi öfkeli. Aynı zamanda dev cüsseli. Aynı zamanda upuzun sakallı. Kocaman bıyıklı biri. Üstelik kaşları da alnına doğru sivriliyor. Sağ kaşının tam üzerinde bir bıçak yarası var. Sağ yanağının üzerinde ise bu yaranın bitiş noktası gibi bir çukur… Kalın ve uzun parmakları bir baltanın sapını kavradığı zaman artık gerisini siz düşünün! Nitekim bir sabah gerçekten de Cabbar Osman, iri parmaklarıyla bir balta sapını kavramış veee… Bahçesinin ortasındaki devasa ağacın gövdesineee… Şimdi bu görüntüyü donduralım. Cabbar Osman öyle öfkeli bir yüzle ve baltasını havaya kaldırmışken beklesin bizi. Bu koca cüsseli adamın bahçesinin ortasındaki kurumuş ağaçla ne derdi olabilir? İyi soru! Ama söyledim zaten cevabını. Bu yüksek ve heybetli ağaç kurumuş bir kere. Üstelik bu ağacın gövdesinde yaşayan yüzlerce böcek var. Üstelik sabah ve ikindi saatlerinde kuşlar toplantılarını bu ağacın dalları arasında yapıyorlar. Cır cır da cır cır! Cik cik de cik cik! Cak cak da cak cak! Tak tak da tak tak! Durmadan konuşuyor, konuşuyorlar! Cabbar Osman heyheyli biri. Celalli biri. Huzursuz biri. Biri de biri. İkide bir karısına seslenip “Ben bu ağacı keseceğim.” falan diyor. “Olmaz” diyor merhametli karısı. “Yapma” diyor şefkatli çocukları. “Aman!” diyor ihtiyar annesi. “Eyvah!” diyor ağacın dallarında söyleşen kuşlar. “Haydaaaaa!” diyor ağacın gövdesinin altında eğleşen böcekler. Olmaz, yapma, aman, eyvah, haydaaa!” Bir hafta böyle geçiyor. İki hafta böyle geçiyor. Yaz bitiyor. Cabbar Osman bu dev cüsseli ağacı unutuyor. Herkes sanıyor ki her şey yoluna girdi. Girer mi? Cabbar Osman kafasına koyduğu şeyden vazgeçer mi? Geçmez. Bahar gelip de çiçekler başlarını çayırlıktan dışarı çıkardıklarında… Cabbar Osman artık bu ağacı kesmeye kesin kesin karar veriyor. “Odun yaparım,” diyor. “Kışın rahat eder anam.” diyor. “Kuzine sobayı bu ağacın odunlarıyla yakarım, içine patates atarım.” diyor. Diyor ama bunları kendisine diyor. Annesine, karısına, çocuklarına ve kuşlara demiyor. Onlar duyarsa farfara ederler, biliyor. Farfara etmek mi? Mızmızlanmak diyelim. Anlayacağınız gibi “olay günü” gelip çatıyor. Cabbar Osman harika bir mayıs sabahı evinin önünde oturup da kuru dev ağaca bakarken… Eline baltasını alıyor. “Ya Allah!” deyip ayağa fırlıyor. Yüzünde öfke var. Baltası havada… Görüntü burada donmuştu hatırlarsanız. Şimdi ağır çekim izliyoruz: Cabbar Osman ağaca doğru bir adım atıyor. Kuşlar çığrışıyorlar. İnsanlar bağrışıyorlar. “Ama Osman abi, bir dur, ne olur, bir bekle…” “Bekledim, ne olacak?” diyor Osman. “Ne diyecekseniz hemen diyin!!!” Osman köylü bir adam. Bizim gibi konuşmuyor elbette. “Osman abi, bu ağacı kesme, kurda kuşa kıyma!” Osman celalleniyor. Bakışlarını kuşlara çeviriyor. “Bu ev benim, bu bahça benim, bu ağaç da benim… Siz kim oluyorsunuz?” İşte böyle meydan okuyor kuşlara. Bu arada seslere bütün köy toplanıyor. Annesi, karısı, çocukları Cabbar Osman’ın kollarına sarılıyorlar. "Etme!" diyorlar. "Gitme." diyorlar. Her şey ağır çekim ilerliyor. Cabbar Osman bir vücut hareketiyle çocuklarının ellerinden kurtuluyor. Elindeki baltayı omuzlarının üstüne kadar çıkartıyor. Gözlerini yumuyor. Bu sırada ağacın gövdesinin içinde, kabuğunun altında yaşayan böcekler “Bir dakika Osman abi!” diyorlar. “Osman abi, bizi de düşün, biz bu ağacın gövdesinde yaşayan böcekleriz. Şimdi sen ağacı kesersen nereye gideriz?” Osman havada bekleyen baltasını yere bırakıyor. Alnını elinin tersiyle siliyor. İnsanları, böcekleri ve kuşları dinlerse istediklerine hiçbir zaman ulaşamayacağını biliyor. Başını çevirip köylülerine bakıyor. Ardına dönüp ailesine bakıyor. Başını kaldırıp kuşlara bakıyor. Yerden baltasını alıp omzuna atıyor. Yavaşça evine doğru adımlar gibi yapıyor. Herkesin yüzünde bir gülümseme oluştuğu anda… Cabbar Osman bütün öfkesiyle ve bütün gücüyle arkasındaki ağaca doğru dönüp baltasının pırıl pırıl ağzını ağacın gövdesine saplayıveriyor! Şlakkkkk! İşte bu kadar! Osman durmuyor. Şlakkkkk! Şlakkkkk! Osman bıkmıyor. Şlakkkkk! Şlakkkkk! Şlakkkkk! Osman yorulmuyor. Şlakkkkk! Şlakkkkk! Şlakkkkk! Şlakkkkk! İşte böyle. Köylülerin gözlerinde yaş var şimdi. Osman’ın küçük kızı ağlıyor. Kuşlar çığlık çığlık kaçışıyorlar. Böcekler kabuğun altında ağlamaya başlıyorlar. Osman’ın karısı yere yığılıyor. Osman baltasını toprağa bırakıyor. Yorulmuş. Kendini de yere bırakıyor. Dinlenecek. Öyle sanıyor. Ama dinlenemeyecek. Paramparça olan ağacın kökleri arasından bir ses geliyor. Bir ses daha geliyor. Binlerce ses gelmeye başlıyor. On binlerce ses gelmeye başlıyor. Osman ayağa fırlıyor. Herkes kaçışıyor. Ağacın kökleri arasında, toprağın damarlarından gürül gürül sular fışkırıyor. Kimse ne diyeceğini ne yapacağını bilemiyor. Kaçan kaçana… Bağıran bağırana… Ortalıkta kimse kalmıyor. Toprağın damarlarından fışkıran sular giderek büyüyor. Çoğalıyor. Yükseliyor. Yükseliyor. Osman’ın bahçesini ve evini içine alıp köye doğru yöneliyor. Köylüler, Cabbar Osman, ailesi, kuşlar, köydeki hayvanlar… Hepsi hepsi hepsi… Hepsi köyün ufkuna doğru koşup uzaklaşıyorlar. Bütün bir köy yeri kocaman bir göle dönüyor. Her şey büyük bir sessizliğe bürünüyor. Köylüler sular altında kalan topraklarını uzaktan izliyorlar... Seneler geçiyor. Bulutlar geçiyor. Kuşlar geçiyor. Yapraklar soluyor ve çiçekler yeniden açıyor. Sessizliği seven şehirli insanlar buraya piknik yapmaya geliyorlar. Gölün kenarına kuruyorlar çadırlarını. Bir oğlan çocuğu bir kız çocuğuna diyor ki: “Eskiden burada çok güzel bir köy varmış. Ama kuşlara kötü davranan bir adam yüzünden…” Kız gülüyor. “İnanma böyle şeylere." diyor. Yanlarındaki ağaca bir çulha kuşu konuyor. “İnanın inanın, hepsi gerçek!” diye haykırıyor. “Ne güzel ötüyor, değil mi?” diyor kız. “Sanki bize söylemek istediği bir şey var.” Gülüşüyorlar. Anneleri yemeğe çağırınca koşup gidiyorlar. Gölün yüzeyine yansıyan çilli yüzleri de onlarla gidiyor. Öykümüz de burada bitiyor. Cabbar Osman’ın köyünü bilir misiniz? Nerden bileceksiniz? O köy ortadan kalkalı çok zaman oldu!
Dinle
Aşağıdakilerden Hangisi?
Yazan ve Resimleyen Doruktan TURAN Aşağıdakilerden hangisi daha değerlidir? 100 KİLO ALTIN-100 YILLIK CUMHURİYET Aşağıdakilerden hangisi daha eğlencelidir? DANS ETMEK - CUMHURİYET BAYRAMI Aşağıdakilerden hangisi daha güçlüdür? DEV BİR GERGEDAN - ATATÜRK SEVGİSİ Aşağıdakilerden hangisi daha aydınlıktır? YILDIZLAR - CUMHURİYET YOLU
Dinle
100 Yıllardan 100 Yıllara
100 Yıllardan 100 Yıllara Berk ileride doktor olacak. Tıpta yeni keşiflere imza atıp Cumhuriyet'in çocuklarını yaşatacak. Çanakkale Savaşı'nda 14 yaşındaki Salihlili Mehmet’in küçücük elleriyle Gazi Mehmetçikleri hayata bağladığı gibi. Gizem ileride yazılımcı olacak. Cumhuriyet'in teknolojik dönüşümüne katkı sağlayacak. İstiklâl Hârbi'nde 12 yaşında bir kız çocuğu olan Nezahat Onbaşı'nın gönderilmesi gereken telgrafları, şifreli olarak gönderdiği gibi. Ali ise ileride diplomat olacak. Yabancı devletlerle Türkiye Cumhuriyeti'nin iletişimini sağlayacak. Cumhuriyet'e diplomatik zaferler kazandıracak. Tıpkı 15 yaşındaki Gazi Cemal’in İstiklâl Harbi'nde bölükler arasındaki iletişimi sağlayıp savaşın kazanılmasında rol oynadığı gibi. Cumhuriyet sevgisiyle, fikirleriyle, atalarına bağlılığıyla, vatan sevgisiyle… Cumhuriyet'i var eden ve ilelebet yaşatacak olan çocuklar sonsuza dek 29 Ekimleri bayram kılacaklar.
Dinle
Teknoloji Yüzyılı Cumhuriyetimiz 100 Yaşında
Yazan: Ayşe Şeker Kılıç Yüz yıl önce çok zor şartlar altında kuruldu cumhuriyetimiz. Savaştan yeni çıkmış, fakir bir ülkeyken bugün kendi teknolojisini üreten modern bir ülkeyiz. Bir zamanlar insanımız sadece tarım ve hayvancılıkla uğraşıyordu. Bugünse kendi fabrikalarımızda araba, tank, helikopter, insansız hava aracı gibi yüksek teknoloji ürünleri üretiyoruz. Cumhuriyetimizin 100. yaşında daha nice değerli proje hayata geçecek. Ülkemizi teknoloji yarışında dünya devleri listesine ekleyecek projelerden birkaçını öğrenmek ister misin? GÖKBEY Tamamen kendi imkânlarımızla geliştirip ürettiğimiz helikopter T625 GÖKBEY, ilk uçuşunu 2018’de başarıyla gerçekleştirdi. Seri üretimi devam eden helikopterimizin arkasında dev bir mühendis kadrosu var. Taşıma, kargo, hava ambulansı, arama kurtarma ve kıyı ötesi taşıma gibi farklı alanlarda görev yapabilecek şekilde tasarlanan GÖKBEY, üstün performans ve kullanım kalitesine sahip. En zorlu koşullarda bile etkin faaliyet göstermesi beklenen helikopterimiz hem sivil hem de askerî alanda görev yapabilecek. TÜRKSAT 6A TÜRKSAT 6A, ülkemizin ilk yerli haberleşme uydusudur. Haberleşme uydusu; televizyon, radyo, telefon gibi iletişim araçlarını kullanabilmek için uzaya gönderilmiş uydulardır. Daha önceki yıllarda kullandığımız TÜRKSAT 1B, 1C, 2A, 3A, 4A, 5A ve 5B uyduları yurt dışındaki firmalardan temin edilmiştir. TÜRKSAT 6A ise Türkiye’de kendi bilim insanlarımız tarafından geliştirilen bir projedir. TÜRKSAT 6A Uydusu sadece Türkiye’de değil Avrupa, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Asya kıtasının büyük bir bölümünde de hizmet edecektir. Bilim insanlarımız projenin son aşamasına başlamış olup uydunun uzay koşullarına uygunluğunu test etmektedir. Doğu Anadolu Gözlemevi, Erzurum’da kurulmuş astronomik gözlemevidir. Yapımına 2012’de başlanmıştır. Atatürk Üniversitesine bağlı olarak faaliyet gösteren gözlemevi, 4 metre çapıyla Türkiye’nin en büyük ve ilk kızılötesi teleskobuna ev sahipliği yapacaktır. Tamamlandığında dünya çapında önemli bilimsel araştırmalara ev sahipliği yapacak olan gözlemevinin aynı zamanda Türkiye’nin uzay bilimleri konusunda ihtiyacı olan insan gücünü de yetiştirmesi beklenmektedir.
Dinle
Hürkuş'la Göklere Çıkmaya Hazır Mısın?
Sizler de benim gibi yemyeşil çimenlere uzanıp uçsuz bucaksız masmavi gökyüzünü izlemeyi seviyor musunuz çocuklar? Peki ya zarif kanatlarıyla üstümüzde kuşlar misali süzülen uçakları izlemeyi? Eveeet dediğinizi duyar gibiyim. Uçakları ve hatta tüm teknolojik araçları çok seven Aslan’ı ve arkadaşlarını da çok seveceksiniz o hâlde. Aslan, evinde küçük bir atölyeye dönüştürdüğü odasında, uçak modelleri çiziyor ve hatta minik ve sevimli robotlar yapıyor. Aslan’ın arkadaşları da en az onun kadar akıllı, meraklı ve sevimliler. Birbirlerine zor anlarında hep yardımcı olan bu sıkı dostlar, bir de sevimli uçak Hürkuş’la tanışınca, tüm kötülüklere karşı mücadele edebilecek güçlü bir takım oluyorlar. Hem de ne takım! Dondurma âşığı ve Kafkas dansı ustası Mehmet, meraklı Zeynep ve her zaman müthiş fikirleri olan Eren. Şimdi hazırsanız kemerlerinizi bağlayın ve onların havalı macerasına katılın. Kayıp Elmas’ın Peşinde Maceranın ilk filmi “Aslan Hürkuş: Kayıp Elmas”, Aslan’ın usta bir pilot olan büyükbabasının mirası, özel bir uçak olan Hürkuş’u merak etmesi ve peşine düşmesiyle başlıyor. Aslan’ın büyük dedesinin kötü niyetli kişilerden sakladığı Hürkuş’u çalıştıracak kayıp elması, ipuçlarını takip ederek aramaya koyuluyor Dört afacan arkadaş. Kötü adamlar boş dururlar mı? Onlar da bu cevval takımın peşine düşüyorlar Hürkuş’a sahip olmak için. Nihayet kırmızı kanatlarıyla, cin bakışlarıyla, akıllı mı akıllı, afacan mı afacan Hürkuş’u çalıştırmayı başarıyor Aslan. Kötü adamlara ne mi oluyor? Bu havalı macerayı izleyerek öğrenmek için hadi hemen bilgisayarlarınızın başına geçin. İkinci Görevimiz Gökbey! Hürkuş’u çalıştırarak göklerimizde özgürce süzülmesini sağlayan Aslan ve arkadaşları, Görevimiz Gökbey’le yepyeni bir macerayla karşımıza çıkıyorlar. Yeni görevleri Hürkuş’un arkadaşı, göklerdeki yeni yerli helikopterimiz Gökbey’i kötü adam Yaralı Yüz’ün elinden kurtarmak. Bu macerada afacan ekibimize bir üye daha katılıyor. Aslan’ın atölyesinde yaptığı sevimli mi sevimli bir robot! Aslan ne derse yapan ve gördüğü her şeyi taklit etmeye çalışan yapay zekâ temelli robot, Mehmet’in Kafkas dansını yapmada zorlansa da ekiple kısa sürede kaynaşıyor. Ekip tamamlanınca Gökbey’in halka tanıtılacağı gösteriye katılmak için Kapadokya’ya doğru yola koyuluyorlar. Ancak Gökbey gösterisini yaparken kötü adamlar gökyüzünde onu yakalayıp belirsiz bir yere kaçırıyorlar. Aslan, Hürkuş ve arkadaşları, Gökbey’i kurtarmak için kötü adamların arkalarında bıraktığı izlerin peşinde, Türkiye’nin dört bir yanını karış karış gezecekleri bir maceraya atılıyorlar. Azmin elinden hiç bir şey kurtulmadığı gibi, Aslan ve arkadaşları da tüm zorluklara rağmen dostluklarından aldıkları güçle Gökbey’i bulup göklerimize yeniden armağan ediyorlar. Yeni Görev Sizlerde! Çocuklar sizler de Aslan gibi teknolojik gelişmeleri takip edip, yeni icatlar yaparak, yüzyılımızın mucitleri arasında yerlerinizi alabilirsiniz. İhtiyacınız olan tek şey kendinize inanmak ve hep Aslan gibi meraklı olmak. Göklerimizde gezecek yeni yerli uçaklarımız sizlerin adını taşıyabilir bunu unutmayın. Haydi, şimdi hemen, geleceğimize kendi ellerimizle ürettiğimiz teknolojiyle daha güçlü yürümek için Aslan gibi kollarımızı sıvamaya var mısınız? Sizler de onun gibi dedelerimizin bıraktığı mirastan esinlenerek ürettiğiniz teknolojiyle ülkemizi çok daha güzel bir geleceğe taşıyabilirsiniz. Not:İLK UÇAĞIMIZ HÜRKUŞ Bu maceradaki Hürkuş’un gerçek bir uçak olduğunu biliyor muydunuz arkadaşlar? Hürkuş, Türk mühendislerimiz tarafından yapılan ve göklerde süzülen ilk Türk eğitim uçağımız. İsmini ise ilk Türk pilot ve uçak tasarımcılarından olan Vecihi Hürkuş’tan alıyor. Türk havacılığına çok büyük katkıları olan bu büyüğümüzün emekleri unutulmuyor ve ölümünün ardından yıllar sonra ilk uçak projemize onun adı veriliyor. Hürkuş uçağımızı yakından görmek isterseniz şehrinizdeki Teknofest etkinliklerini takip edebilir veya ailelerinizle birlikte TUSAŞ’ı ziyaret edebilirsiniz. Not: İSTİKBAL GÖKLERDE Kurucu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “İstikbal göklerdedir. Göklerini koruyamayan uluslar, yarınlarından asla emin olamazlar.” diyerek, havacılığın ve uçak teknolojisinin ülkelerin geleceğinde ne kadar önemli olduğunu işaret ediyordu bizlere. Cumhuriyetimizin 100. yılında onun işaret ettiği hedef doğrultusunda ülkemizi çok daha güçlü bir geleceğe taşımak sizin ellerinizde çocuklar. Sizler de Vecihi Hürkuş ve Nuri Demirağ büyüklerimiz gibi göklerde iz bırakmak için kendinize ve hayallerinize inanmaktan hiç vazgeçmeyin. Unutmayın, her şey bir hayalle başlar.
Dinle
Türk Kırmızısı
Yazan: Neslihan Saltaş Resimleyen: Ramila Aliyeva Hey, şuna bak ne güzel bir kırmızı! Bayrak kırmızısı mı, al yanak mı, gül kırmızı mı? Nasıl bir kırmızı bu? Sana tanıdık mı geldi? Yok, yok daha önce görmemişsindir bu rengi, Türk kırmızısı bu! Üstelik yeni dirildi. Şaşırma, renkler de dirilebilir. Zaten bizim topraklarımızda dirilmek dünyanın en basit işidir. Her hecede Türkçe dirilir, bataların çağırır gönüller dirilir, o gönüllerde yepyeni bir ülke dirilir. Sonra ülke şahlanır, büyür ve gün gelir renklerini bile diriltir. Türk kırmızısı da diriltildi işte. Şimdi sen “Ölmüş müydü ki?” diye düşünebilirsin. Unutulmuştu diyelim. Türk kırmızısını 250 yıldır hatırlayan yoktu. Bunun nedeni de gelişen teknolojiydi tabii. En iyisi ben sana hikâyeyi baştan anlatayım: Eski zamanlarda boyar madde üretmek çok zordu. İlk insanlar mağara duvarlarını, kil kapları, iplikleri hatta kumaşları boyamak için bitki köklerinden, deniz kabuklarından ve böceklerden yararlanıyorlardı. Çağlar boyunca da bu şekilde boyar madde elde etmeye devam ettiler. Türk kırmızısı da kökboya adı verilen bir bitkinin köklerinden üretiliyordu. Bunun için önce kökler kazılıp çıkarılıyor sonra hem köklere hem de boyanacak kumaşlara çok çeşitli işlemler yapılıyordu. Bu süreç öyle uzun ve zahmetliydi ki kumaşların boyanması tam 40 gün sürüyordu. Ancak Türk kırmızısı da bunca zahmete değiyordu doğrusu. Bu öyle güzel öyle parlak öyle canlı bir kırmızıydı ki görenleri kendisine hayran bırakıyordu. Türk kırmızısına boyanmış pamuklu ve ipekli kumaşlar kısa sürede tüm dünyanın dikkatini çekti. Diğer ülkeler de kumaşlarının Türk kırmızısı renginde olmasını istediler. Rengin üretim tekniğini öğrenmek için de Osmanlı ülkesine geldiler. Ancak Osmanlı padişahı, bu eşsiz değeri başkalarına kaptırmamaya kararlıydı. Bir ferman çıkararak Türk kırmızısının üretim tekniğinin paylaşılmasını yasakladı. Bu olaydan sonra işler heyecanlı bir hâl aldı. İngilizler boyanın formülünü elde etmek için casuslar yolladılar. Fransızlar Türk kırmızısının sırrını bilen ustaları ülkelerine kaçırmak için ellerinden geleni yaptılar. Bu girişimler de sonuç vermeyince binlerce metre kumaşı Osmanlı ülkesine gönderip boyatmak zorunda kaldılar. Böylece renk, Avrupalıların kumaşlarını da süslemeye başladı. Ama bilmelisin ki sevgili arkadaşım, zamanla her şey değişir. Teknoloji geliştikçe doğal yollarla üretilen boyaların yerini laboratuvar ortamında, çeşitli kimyasallarla çabucak ve kolayca üretilen boyalar aldı. Türk kırmızısı gibi renkler de unutulup gitti. Ancak zaman son hızla akmaya devam ediyor ve insanlık bu gelişen çağda eski usullerin bilgeliğini görmekte gecikmedi. Kimyasal boyalar su kaynaklarına, doğal çevreye ve canlılara zarar veriyor. Bunun önüne geçmek içinse unutulan değerlerin yeniden keşfedilmesi önemli. Türk kırmızısı da 250 yıl sonra Türk bilim insanlarının çabası ile yeniden üretildi. Bilim insanlarımız rengin formülüne ulaşmak için eski belgeleri ve tarihî kumaşları inceleyerek dedektif gibi iz sürdü. Nihayet çabaları sonuç verdi. Hem tarihe damga vurmuş kültürel miraslarımızdan biri yeniden canlandı hem de doğal kaynaklarımızın korunmasına yönelik önemli bir adım atılmış oldu. İŞTE BÖYLE MERAKLI ARKADAŞIM, Türk kırmızısının hikâyesi eminim ilgini çekmiştir. Şimdi çabalama sırası sana geldi. Türkiye’mizin yüzüncü yaşında unutulmuş tüm kültürel değerlerimizin gün yüzüne çıkmasını diliyoruz. Bu işi sen yapacaksın ve ülkemizi daha nice yüzyıllara taşıyacaksın. Unutma, biricik vatanımız tüm değerleriyle sana emanet!
Dinle
Ders: Hayat Bilgisi Konu: Ülkemiz
Resimleyen: Sevgi İçigen -Çocuklar, derse başlamadan önce size bir soru soracağım. -Çok güzel özellikleri olan bir ülkede yaşıyoruz. Peki neden güzel? -Çünkü, Türkiye'nin üç tarafı denizlerle çevrilidir. -Tarihi eserler, antik kentler, anıtlar bakımından zengindir. -Tarım arazileri verimli ve geniştir. -Binlerce yıllık şanlı tarihimiz var. -Yemyeşil ormanları ve doğal güzellikleri vardır.
Dinle
Ders: Hayat Bilgisi Konu: Ülkemiz
-Ülkemizde dört mevsim yaşanır ve farklı iklimler görülür. -Masmavi denizlerimiz var. -Öğretmenim, bence Türkiye'mizin en önemli güzelliklerinden biri de babaannemin patatesli böreğidir. -Babaannenin böreğini Türk mutfağının çeşitliliğine gösterebiliriz. biz farklılıklarımızla bir bütünüz. -Yeraltı ve yerüstü kaynakları, hayvancılık, her bölgenin kendine özgü yetişen ürün çeşitliliğini de sayabiliriz. -Genç nüfusu olan ve ekonomisi hızla gelişen ülkemizde, eski mesleklerin yerini yeni dijital meslekler almaya başladı. -İleride meslek seçimi yaparken bu yeni meslekleri de araştırın çocuklar. Mesela yapay zeka uzmanlığı, veri analisti, robotik mühendisi, siber güvenlik uzmanı, genetik mühendisliği, drone pilotluğu gibi. -Vatanımızın güzelliklerini korumak, ülkemizi kalkındırmak, Türkiye'nin geleceği için çalışmak hepimizin görevi. Büyük ve güçlü Türkiye için size güveniyorum çocuklar. -Haydi bakalım şimdi defter ve kitaplarınızı çıkarın. Dersimize Başlayalım.
Dinle
Düğündeki Bayraklar
Yazan: Bestami Yazgan Resimleyen: Ramila Aliyeva Düğün sözünü duyunca aklıma çocukluğum ve birçok tatlı hatıra gelir. Bir düğün davetiyesi gelince günler öncesinden beni de götürmesi için anneme yalvarmaya başlardım. Beklenen gün geldiğinde en güzel elbiselerimi giyerdim büyük bir heyecanla. Hele davulun sesini duyunca içim bir hoş olurdu. Gelin geldiği zaman arabanın üzerine saçılan kuru yemiş ve paraları kapışmamız ayrı bir neşe kaynağıydı. Gelin indikten sonra başka bir yarış başlardı aramızda: Yüksek bir yere asılan bayrağı alma yarışı. Kim bayrağı alır da damada verirse büyük bir bahşiş kazanırdı. Bir defasında çok merak etmiş ve sormuştum: - Dedeciğim, düğünlerde niçin bayrak asılıyor? Hâlâ unutamam dedemin anlattıklarını. - Hani yavrum “Düşmez kalkmaz bir Allah.” derler ya. Bir zamanlar bütün dünyaya adalet ve insanlık sunan devletimiz gerilemeye başlamış. Sonra da mirasını bölüşmek için başına üşüşmüşler. Milletimiz yıllar süren savaşlar sonucu aç, susuz ve ümitsizmiş. Düşmanın yaptıklarından dolayı da çok üzgünmüş. Üzgün olan sadece millet değilmiş. Asırlarca en yüksek burçlarda şanla, şerefle dalgalanan bayrağımız da hâlinden memnun değilmiş. Her gün yeni bir burçtan indiriliyormuş çünkü. Ben çocuk saflığıyla sormuştum: - Peki dedeciğim, bütün bunlar karşısında bayrak bir şey yapmamış mı? - Hah, ben de tam onu anlatacaktım! Bir ara öyle zor durumda kalmış ki rengini kanından aldığı milletimize âdeta küsmüş. Yüzünü öyle bir asmış ki... Bunu gören şair, “Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl, Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celâl! Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl.” demek zorunda kalmış. Güvence olarak da yurdumuzun üstünde tüten en son ocağı göstermiş. Ben atılırcasına, - Bunu Mehmet Âkif Ersoy söylemiş, değil mi dedeciğim, deyince; dedem derin bir nefes aldıktan sonra gözlerinin içi gülerek şöyle devam etti: - Evet yavrum. İşte o günden beri milletimiz, ne zaman düğün yapıp yeni bir yuva kuracak olsa bayrağın bu mutluluğu görmesi için onu yüksek bir yere asar. Bunu gören bayrağımız da bir zamanki kaygılarının ne kadar yersiz olduğunu anlar ve sevinçle dalgalanır.
Dinle
Yenilenen Oyuncaklar
Yazan: Sevdecan Kutlu Resimleyen: Şebnem Aydın Teneffüse çıktığımızda Duygu Öğretmen okul panosuna bir ilan asıyordu. Mehmet, Emel, ben ve Derin merak edip Duygu Öğretmen'in yanına gittik. Öğretmenimiz bizi görünce panodaki ilanı okumamız için geriye çekildi. Derin, yüksek sesle “Kullanılmayan oyuncağını atma, dönüştür.” başlığını okudu. Hepimizin o an gözleri ışıldadı. Dördümüzün sınıf arkadaşı olmak dışında bir ortak yanı daha vardı: Aynı mahallede oturuyorduk. Dedem oyuncak tamircisiydi ve mahalledeki çocukların tüm bozulan, kırılan ya da eskiyen oyuncaklarını yenilerdi. Duygu Öğretmen aklımdan geçenleri okumuş gibi “Etkinliğimizin en önemli kuralı aile bireylerinden doğrudan yardım almamanız. Kendiniz yapacaksınız.” dedi. Emel “Öğretmenim zaten Doruk’un dedesi oyuncak tamircisi, biliyorsunuz.” diye atıldı. Fakat Duygu Öğretmen çoktan yanımızdan ayrılmıştı. Tekrar panodaki ilana dönüp kuralları okuduk. Kırık, kullanılmayan ya da eskimiş oyuncaklarımızı yenilerken farklı oyuncaklara da dönüştürebilecektik. İlanda yazılanları unutmamak için ödev defterlerimize not aldık. Okuldan çıkar çıkmaz dedemin dükkânına uğradık ve ödevimizi dedemle paylaştık. Dedem, “Aklınızda ne var çocuklar?” diye sordu. Öylece kalakaldık. “Peki, bir hafta süreniz olduğuna göre önce ne yapmak istediğinize karar verin. Sonra size oyuncaklarınızı dönüştürmek için lazım olacak aletleri verebilirim. Sanırım işinize yarar.” dedi ve hepimizi evlerimize uğurladı. Herkes eve gidip oyuncaklarını kurcalayacak, onlardan ne üretebileceğini düşünecekti. Sonraki gün dedemin dükkânında buluşup fikirlerimizi konuşacaktık. Akşam yemeğine kadar oyuncaklarımı tek tek inceledim. Ne yazıkki aklıma tek bir fikir bile gelmedi. Yemekte dedem ülkemizin ürettiği arabadan bahsediyordu. Aniden elimdeki kaşığı bırakıp ayağa kalktım, “Dede! Sen harikasın! Kumandalı arabamın pili bitti. Güneş enerjisiyle çalışan robotumun da kolları çalışmıyor. İkisini birleştirip yeni bir araç yapabilir miyiz sence, ne dersin?” dedim. Dedemin dükkânında dört küçük güneş enerjisi paneli daha vardı. Arkadaşlarıma ertesi gün yanlarına arabalarını almaları için haber verdim. Dedemin verdiği araç gereç ve eski bir robotun kullanma kılavuzuyla arabalarımızı yeniledik. Artık dört tane güneş enerjisiyle çalışan uzaktan kumandalı arabamız vardı. Mehmet, “Haydi, şimdi çalışıp çalışmadıklarını kontrol etmek için oyuncak araba yarışı yapalım.” dedi. Dört arabaya da uyarladığımız paneller birbirine benzediğinden bitiş çizgisine aynı anda ulaştık. Uzaktan bizi izleyen dedem hepimizi alkışladı. Artık okuldaki etkinlik için hazırdık. Dördümüz de arabalarımızı okul bahçesinde çalıştırdık. Duygu Öğretmen ve diğer jüri üyeleri bu fikrin aklımıza nasıl geldiğini diğer arkadaşlarımızla da paylaşmamızı istedi. Arkadaşlarımın önerisiyle sahnede oyuncaklarımızı dönüştürmenin hikâyesini ben anlattım.
Dinle
Türkiye'nin Sesli ve Dokunsal Haritası
Yazan: İbrahim Elibal Resimleyen: Şebnem Aydın Türkiye’nin her köşesinde, sesli ve dokunsal harita eşliğinde unutulmaz anılar biriktiren 9 yaşında görme engelli bir çocuğum. Bu özel harita, hayatımda yeni bir kapı açtı ve harika bir keşif yolculuğuna çıkmamı sağladı. Sesli harita, kulağıma hoş bir melodiyle bilgiler aktarırken dokunsal harita ise parmaklarımla Türkiye’nin coğrafi şekillerini hissetmeme imkân veriyordu. Denizler, ovalar, dağlar ve şehirler parmaklarımın altında canlanıyordu. Öncelikle ilk yolculuğum Ayasofya Camisi'ne oldu. Sesli harita, Ayasofya Camisi'nin tarihi hakkında bilgi verdi ve beni âdeta içindeymiş gibi hissettirdi. Dokunsal harita, minarelerin yüksekliğini ve kubbenin şeklini avucumda hissettirerek tarihî duvarlar arasında adeta bir zaman yolculuğuna çıkmama olanak sağladı. Fatih Sultan Mehmet’in konuşmalarını dinlerken tarihî atmosferin büyüsüne kapıldım. Sonra kendimi Konya’da buldum. Mevlana'nın hayatı, eserleri ve etrafındaki sembolik detaylar hakkında bilgi edinirken, parmaklarımın ucunda dönme hareketini simgeleyen motifler belirdi. Tefçi ve neyzenlerin eşliğinde Mevlana ile semayı düşledim. İç Anadolu Bölgesi’ndeki yolculuğuma Sivas Çifte Minareli Medrese ile devam ettim. Selçuklu dönemine ait bu güzel yapı, benim gibi tarih ve mimari meraklılarını etkileyecek nitelikteydi. Sesli anlatımla medresenin tarihî ve önemi anlatılırken dokunsal harita üzerinde de minarelerin yapısını ve avlu düzenlemesini hissettim. Bu şehirdeki tarihî atmosfer beni büyüledi. Son olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün anıt mezarı olan Anıtkabir’i ziyaret ettim. Millî Mücadele'deki üstün başarılarını, silah arkadaşlarını ve yediden yetmişe memleket için canlarını veren şehitlerimizi düşündüm. Sesli harita, Anıtkabir’in tarihi ve anlamı hakkında bilgi verirken dokunsal harita üzerinde kabartmalar ve anıtın mimari yapısını hissettim. TÜRKIYE’NIN SESLI VE DOKUNSAL HARITASI SAYESINDE GEZERKEN YAŞADIĞIM COŞKU VE KEŞFETME HEYECANI, ENGELLERIN HIÇBIR ZAMAN BIZI DURDURAMAYACAĞINI ORTAYA KOYDU. Bu harika sesli ve dokunsal Türkiye haritası sayesinde her bir dokunuşumda, ülkemin zengin kültürel ve doğal mirasını keşfediyorum. Gelecekte yaşayacağım birçok macerayı sabırsızlıkla bekliyorum!
Dinle
Özel Sporcular Yüzümüzü Güldürüyor
Yazan: Birol Aydın Spor… Hayatın her alanında yer alması gereken bir disiplin, bir eğitim ortamı… Spor, çocukların kendilerini geliştirmelerini sağlayan hem eğlenceli hem de öğretici bir etkinlik. Çocuklar spor yaparak farkında olmadan temizlik, beslenme, matematik, müzik gibi pek çok alanda eğitim alıyor, iletişim becerilerini geliştiriyor, sosyalleşiyor, beden ve ruh sağlığı açısından güçlü bireyler olarak yetişiyorlar. Özel eğitim ihtiyacı olan öğrenciler açısından bakıldığında ise sporun ne kadar gerekli olduğu ilk bakışta bile görülebiliyor. Sporcularımız spor aracılığıyla hijyen konusunun ne kadar önemli olduğunu fark ediyorlar. Turnuvalara katılarak çeşitli sosyal ortamlara giriyor; toplumsal uyum, iletişim gibi becerilerini geliştiriyorlar. Ritimle hareket ederek bir nevi müzik dersi alıyorlar. Saniye, skor, tabela, forma numaraları gibi unsurları kullana- rak matematik öğreniyorlar. Elde ettikleri başarılarla kendilerine olan güven duygularını geliştiriyor, akranlarına umut oluyorlar. Kazandıkları madalyalarla bayrağımızı uluslararası organizasyonlarda dalgalandırıyor, bu gururu sadece ailelerine değil tüm Türkiye’ye yaşatıyorlar. Özel çocuklarımızla ilgili yapılan çalışmalara bakıldığında özellikle son 20 yılda çok büyük bir gelişme kaydedildiği görülüyor. Bundan yıllar önce evlerinden dışarı çıkmayan, potansiyellerinin farkında olmayan çocuklar bugün bayrağımızı en ileriye taşıyor. Dünya şampiyonu olup İstiklâl Marşımızı tüm dünyaya dinlettiriyor. Bugün Kars’ta, Erzurum’da ya da Van’da özel gereksinimli çocuğu bulunan bir aile: “Benim çocuğum da bugün Riva'da, Arda Turan'ın kaldığı yerde kalıyor, top oynadığı yerde top oynuyor, dünya şampiyonu olup ülkemi gururla temsil ediyor.” diyebilmenin mutluluğunu yaşıyor. Bu mutluluğu düşünebiliyor musunuz? CUMHURIYETIMIZIN KURULUŞUNUN YÜZÜNCÜ YILINDA özel gereksinimli sporcular altın çağını yaşıyor. Özellikle Sayın Cumhurbaşkanımızın özel gereksinimli çocukları kucaklaması, desteklemesi; belediyelerin, valiliklerin, bakanlıkların kapılarını özel çocuklarımıza sonuna kadar açması çalışma koşullarımızı son derece iyileştirdi. İmkân sağlandıkça engeller ortadan kalktı ve başarılar üst üste gelmeye başladı. DOWN Sendromlu Futsal Millî Takımı’mız İtalya’da Avrupa şampiyonu oldu. Atletizm Millî Takımı’mız ikinci, Judo Millî Takımı’mız ise üçüncü oldu. Sporcularımız bireysel müsabakalarda 27 altın, 19 gümüş, 14 bronz olmak üzere toplam 60 madalya kazandı. Masa tenisinde dünya şampiyonu olan Ebru ACER, Paris 2024 olimpiyat kotası alan ilk sporcumuz oldu. Şükürler olsun ki Türkiye Yüzyılı'nda yüzümüz güldü. Bu güzel dergiden, Türkiye Özel Sporcular Spor Federasyonu (TÖSSFED) Başkanı ve bir eğitimci olarak herkese şöyle seslenmek isterim: Unutmamak gerekir ki asıl engel yüreklerdedir. Yüreklerdeki engelleri hep birlikte, el ele aşacağız. Özel gereksinimli bireylerimiz bilsinler ki yetenekleri doğrultusunda, düzenli bir çalışmayla her spor dalında başarıya ulaşabilecek gücü içlerinde taşıyorlar. Devletimiz her zaman yanlarında ve tüm imkânlarını onlar için seferber etmiş durumda. Yapmaları gereken tek şey inanarak adım atmak. Cumhuriyetimizin yeni yüzyıllarında yeni gülen yüzlerle buluşmak dileğiyle.
Dinle
Okçuluk
Yazan: Cenk Temel Okçuluk; ahşap, metal veya birkaç farklı malzemenin birleşiminden yapılan ve yay adı verilen araç ile hedeflere ok fırlatma sporu veya becerisi olarak tanımlanabilir. İnsanlar tarih boyunca avcılık, savaş ve rekabet amaçlarıyla yay ve oklar kullanmışlardır. Günümüzde okçuluk daha çok yarışma amacıyla yapılan ve çok sevilen bir spor dalıdır. Okçuluk sporu, hem bireysel hem de takım olarak yapılabilir ve fiziksel dayanıklılık, keskin nişan alma yetenekleri ve üst düzey dikkat ve odaklanma gerektirir. Okçuluk sporunun ulusal ve uluslararası düzeyde yarışmaları bulunmaktadır. Ayrıca ülkemiz okçuluk sporunda dünyada başarılı olan ülkelerden biridir. Ülkemizde okçuluk modern okçuluk ve geleneksel okçuluk olarak iki biçimde yapılmaktadır. MODERN OKÇULUK, geleneksel okçuluktan türetilmiş olsa da daha çok spor ve rekabet amaçlı olarak icra edilen bir okçuluk türüdür. Günümüzde uluslararası düzeyde bilinen ve dünya çapında birçok kişi tarafından yapılan bir spor dalıdır. Modern okçuluk, özel olarak tasarlanmış yaylar ve oklar kullanarak hedeflere ok atmaya dayanır. Belirli kurallar ve standartlar doğrultusunda yürütülür. GELENEKSEL OKÇULUK ise kökleri tarihimize ve kültürümüze dayanan okçuluk yöntemlerini ve uygulamalarını sürdüren bir türdür. Geleneksel okçuluk, tarihî ve kültürel değerlerimizi yansıttığı için bu türün korunması ve yaşatılması önemlidir. Modern okçuluk daha çok hedef okçuluğu olarak yapılmaktadır. Geleneksel okçuluk ise hedef okçuluğunun yanı sıra menzil okçuluğunu da kapsamaktadır. HEDEF OKÇULUĞU: En yaygın okçuluk türüdür. Okçular, sabit hedeflere (genellikle hedef tahtaları) ok fırlatırlar. Hedef tahtaları farklı renkli halkalardan oluşur ve okçular, oklarını mümkün olduğunca merkeze yakın bir yere atmaya çalışırlar. Hem günümüzde hem de geçmişte ülkemizin yetiştirdiği çok önemli okçular bulunmaktadır. 2020 Tokyo Olimpiyatları’nda altın madalya kazanan Mete Gazoz ve Türkiye’ye Paralimpik Oyunlar'da altın madalya kazandıran ilk Türk kadın sporcu olan Gizem Girişmen bunlardan sadece ikisidir. Tarihimizde ismi bilinmeyen birçok önemli okçunun yanında menzil taşı günümüze kadar ulaşan Tozkoparan İskender gibi menzil rekortmeni okçular da bulunmakta ve geçmişte okçuluğun ne kadar ihtişamlı olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. MENZIL OKÇULUĞU: Bu türde okçular, normalden daha uzak mesafelere ok atma becerisini geliştirirler. Genellikle büyük, açık alanlarda ve uzun menzillerde gerçekleştirilir. Bir okun mümkün olan en uzak mesafeye gönderilmesi ilkesine bağlı olan menzil okçuluğunda tüm diğer spor dallarında olduğu gibi çok fazla çaba gerektirir. Ayrıca tarihte bazı şehirlerimizde menzil okçuluğu yapılması için ok meydanları kurulmuştur. Bu meydanlarda menzil okçuluğunun en değerli mirası, okun düştüğü yerde yükselen ve mihrabı atışın yapıldığı yere doğru bakan menzil taşlarıdır. Gelin isterseniz bir sonraki sayfada yer alan Yahya Kemal Beyatlı'nın OK şiiri ile sizleri baş başa bırakalım ve daha sonraki sayılarda "Ata Sporlarımız"ı anlatmaya devam edelim.
Dinle
Ok
Yazan: YAHYA KEMAL BEYATLI Resimleyen: Mustafa Afşin Gürler YAVUZ... SULTAN... SELİM HAN'IN... ÖNÜNDE OK ATAN... İHTİYAR BEKTAŞ ŞUBAŞI... BU YÜKSEK TEPEYE DİKTİ BU TAŞI... O, GAZİ HÜNKARIN... MUTLU GÜNÜNDE... VEZİR... AĞA... MOLLA... BEY, TAKIM TAKIM... GÜNEŞLİ BİR NİSAN GÜNÜ OK ATTI. KİMİ YAYI ÖPTÜ... KİMİ FIRLATTI. EN ER KEMANKEŞ YETTİ ÜÇ ATIM. EN SON BEKTAŞ AĞA ÇÖKTÜ DİZÜSTÜ... TÜTREK ELLERİYLE GERERKEN YAYI... HER YANDAN BİR MERAK SARDI ALAYI... OK UÇTU... HEDEFİN KALBİNE DÜŞTÜ... HÜNKAR DEDİ: KOCA PEK YAMAN SALDIN! EĞERÇİ BELLİSİN BENİM KATIMDA... BİR SIR OLSA GEREK... BU İLK ATIMDA... BU SİHİRLİ OKU NERDEN ALDIN? İHTİYAR ELİNİ BAĞRINA SOKTU. DEDİ Kİ: İSTANBUL MUHASARASI... BAŞLARKEN ALDIĞIM GAZA YARASI... İÇİNDEN ÇEKTİĞİM BU ALTIN OKTU.
Dinle
Bulutlar
Yazan: Hüseyin KAYA adam ve çocuk her adımda küçük taşları ve kesek parçalarını arkalarına yuvarlayarak, nefes nefese dağın zirvesine ulaştılar. Yaramaz bir kedi gibi rüzgâr, birkaç kez dolandı ikisinin de bacaklarının etrafında. Birkaç gelincik ve papatya sessizce selamladı suskun yolcuları. Geriye dönüp geldikleri patikaya baktılar, uzaklarda kalan kutu gibi evlere, yılan gibi kıvrılan yollara. Bulutlara daha yakındılar, insanlara uzak. Rüzgârdan, yağmurdan, güneşten ve daha kim bilir hangi sebeplerden üzeri aşınmış kocaman düz bir kaya parçası vardı birkaç adım ötede. Bir çekirge sıçradı, bir kertenkele bilinmezliğe aktı, hızlıca ayak çıtırtılarından. Bir yaban arısı önce hücum etti gürültülü kanatlarıyla bu iki yolcuya sonra uzaklaştı yakınlarından. Odasındaki halıya uzanır gibi çocuk uzandı kayalara sırtüstü, sonra adam uzandı yanına. İkisi de ellerini başlarının ardından bağlayarak yastık yaptı kendisine. Arada bir kollarını, paçalarını, saçlarını okşayan rüzgârda uzak okyanusların, ırmakların, ovaların, tarlaların, bahçelerin, ormanların ve her çiçeğin, her mevsimin kokusu var gibiydi. İkisinin de kalp atışları yavaşladı, kuş ve böcek sesleri çoğaldı. Adam, epeydir unutmuştu göğe bakmayı, unutmuştu bulutların süzülüşünü. Bulutları bir şeylere benzetmeyi unutmuştu. Bir süre izledikten sonra başını yana çevirmeden, ne kadar hızlı hareket ediyor bulutlar değil mi, dedi. Çocuk kısa bir süre sustu. Hayır, dedi. Onlar aslında hareket etmiyor. Dünya döndüğü için biz onları hareket ediyor gibi görüyoruz. O günden sonra bulutlar hep yerinde kaldı, dünya döndü adam için.
Dinle
Dikkat, Burada Şiir Var!
ÇİÇEKLİ HAYAL Akın Eliş / 6. Sınıf Bazı geceler uyumadan önce Ödevlerim bitince Boş bir kâğıt alıyorum elime Çiçek resimleri çiziyorum gönlümce Su veremiyorum ama Çiçeklerimi koyuyorum pencereye Büyüsün Ağaç olsunlar diye YASTIK İdil Karaman / 6. sınıf Bu sabah sarılma yastığıma sarılırken Ona sordum: Alarmın sesi sence de çok iğrenç, değil mi? Yastığım bana daha sıkı sarıldı: O zaman gitme bugün okula, dedi. KARINCAYA İYİLİK Ömer Ali Çamcı / 3. sınıf Bazı arkadaşlarım Korkuyor senden nedense Oysa ekmeğinin derdinde Gariban bir karıncasın işte Her gün çalışıyorsun durmadan Üzülüyorum senin bu hâline Karınca kardeş Sana bir senelik yiyeceğin benden Biraz da sen dinlenesin diye. KARGADA Abdullah Akkuş / 3. Sınıf Her sabah beni bekliyor Okulumuzun bahçesindeki kargalar Teneffüslerde göstermeden kimseye Bazen simit bazen ekmek veriyorum onlara Benimle arkadaş olsunlar diye Beni görür görmez Gaak gak, diye Selam veriyorlar sabahları Kimse bilmiyor
Dinle
Vay Canınaa!
Yazan ve Resimleyen: Doruktan Turan Kelebeklerin tat alma duyuları ayaklarındadır. Of çok iyi doydum cidden. Su aygırları üzüldükleri zaman terlerler ve terleri kırmızı renk olur. Bir daha duygusal film izlemiycem, her yerim battı. Yılanlar duyamazlar. Vay be, demek duyamıyoruz! Nee? Karıncayiyenler günde 30.000 bin kadar karınca yiyebilir. Diyet vaktin gelmedi mi sence de? Kirpiler suda batmaz. Yüzme dersi verilir. Sana kolay tabii...
Dinle
Dergi Dokümanlarını indir
Sesli dergideki ses dosyalarını buradan indirebilirsiniz
Dokümanlar