Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Bereketli Topraklar Üzerinde
Anasayfa
Bereketli Topraklar Üzerinde
Kapak
Dinle
Ihlamur Ağacı
Aynı okula gidiyoruz anne Ihlamur ağacı ile. O, bahçede yapıyor Derslerini Yaz kış Ben, pencere önünde. Benim Türkçem çok iyi Onun Hayat Bilgisi. Güneş benim omzuma Konuyor anne, Kuşlar, onun dalına. … İçim rahat O bakacak Bundan sonra İpi kopan Uçurtmama.
Dinle
İçindekiler
01 Ihlamur Ağacı Gökhan Akçiçek 04 Bir Elim Yağda, Bir Elim Balda! Gökhan Özcan 06 Dokunmatik Hikâyeler Abdullah Harmancı 08 Topraktan Gelen Sevgi İçigen 12 Biricik Soru Binbir Cevap Varol Yaşaroğlu 14 Toprağı Solucandan Dinle Ayşe Şeker Kılıç 16 Aymaz İle Aybar Mehtap Teker 19 Siyah Altın Ali Öğüt 22 Toprağın Binbir Rengi Ayşegül Sözen Dağ 24 Toprak Bizim Neyimiz Olur? Tolga Erenus 26 Pati İle Yolculuk-Toprak Koleksiyoncusu İsmail Karakurt 28 Zeynep’in Doğa Güncesi-Gökkuşağı Tepeleri Neslihan Saltaş 30 Toprak Canlı mıdır? Ayşenur Gönen 32 Emir’in Isınma Farkındalığı-Kiraz Ağacım Seher Esra AKYOL 34 Tohum Toprak Kütüphanesi Elçin Kuzucu 36 Toprağın Canciğer Dostları Tacettin Şimşek 38 Merhaba! Ben Gül Kokulu Toprak Yusuf Dursun 40 Toprak Gibi Olmak Hüseyin Akın 42 Toprak Dede’yi Tanıyor musunuz? Esra Baytekin 45 Vay Canınaa Doruktan Turan 48 Diriliş Öncüsü Bir Özel İnsan: Sezai Karakoç Mehmet Nezir Gül 50 Efe’nin Güç Kartı Seray Olçay 53 İlkleri Başaran Şampiyon: Esra Bayrak 56 Eğlence Zamanı Elif Naz-Levni Şahin 64 Serçe ile Kırlangıç Yalvaç Ural
Dinle
Editörden
Toprak yağmura hasret kalmasın Kardan adam çocuklara. Kış yine gelsin yine gelsin Bahar, yaz, sonbahardan sonra. Merhaba sevgili arkadaşlar, Kış yine geldi. Kardan adam çocuklara hasret kalmadı. Sonbaharda yayımlanan “su” dosyamızın ardından kış sayısıyla birlikte olmanın sevincini yaşıyoruz. Bu sayıda dosya konumuz “TOPRAK.” Su kattık toprağımıza, onu yoğurduk, sizlere sunduk. Toprakla baktık, toprakla arındık. Üzerinde yalınayak gezinerek kendimize geldik. Toprağı eşeledik, eşeledik ve nice canlar gördük. Karıncalardan solucanlara, bitki köklerinden taşlara, tarihimizden yarına güzellikler desteledik. Sevgili çocuklar, Bitkiler suyunu topraktan alır. Topraksa suyunu yağışlardan... Birçok güzellik bu sudan ve bu topraktan doğar, büyür, gelişir. Toprağın, suyun, çevremizin kıymetini hiç ama hiç unutmayalım. Toprağımız, vatanımız bize emanettir. Emanete sımsıkı sarılalım. Toprakla uyanalım, toprakla büyüyelim, toprakla dirilelim. Sizlerin çevre bilinciniz, büyüklerin yüzüne yansısın. Yine dopdolu bir sayı hazırlamaya çalıştık. Şiirlerden masallara, hikâyelerden denemelere, bilmece bulmacalardan çizgilere sayfalarımız sizi bekliyor. Bir sonraki sayımızın dosya konusu “HAVA.” Çalışmalarınızı bekliyoruz. Baharda, cemreler düştüğü vakit tekrar görüşmeyi umuyoruz. Sevgiyle kalın…
Dinle
Bir Elim Yağda, Bir Elim Balda!
Başıma gelenleri anlatmaya kalksam, bana inanmazsınız! Ama ben yine de anlatacağım; ister inanın ister inanmayın. Bu sabah da her sabah yaptığım gibi yatağımdan kalktım, yüzümü yıkadım ve kendime kahvaltı hazırladım. Çay demlenirken, ben de masanın üzerini kahvaltılık yiyeceklerle bir güzel donattım. Çay demlendikten sonra da hiç vakit geçirmeden masanın başına çöreklendim. Tam ilk birkaç lokmayı mideye indirmiştim ki, birden dışarıdan ani bir KORNA sesi yükseldi. Bunu hiç beklemediğim için korkuyla yerimden fırladım tabii. Bilmem sizin başınıza geldi mi; insan aceleyle yerinden fırlarken genellikle ellerini masanın üzerine dayıyor ve o bir anlık hareket için masadan güç almaya çalışıyor. Benim yaptığım da buna benzer bir şeydi. Ama ben farklı olarak ellerimi masanın üstüne dayayacağıma, bir elimi yağ kâsesinin içine, diğer elimi de bal kâsesinin içine daldırdım yanlışlıkla. Büyüklerimiz bir eli yağda bir eli balda olan insanların keyifleri gıcır insanlar olduğunu söylerlerdi; doğrusu bana pek öyle gelmedi. İnsanın bir eli yağa, bir eli bala bulanmış olunca ne kadar çaresiz kaldığını tahmin bile edemezsiniz. Evde benden başka kimse olmadığı için kimseyi yardıma çağıramadım, ellerim çok bulaşık olduğu için kapıyı açıp dışarıya çıkamadım, telefon edemedim, kafam kaşındı onu bile kaşıyamadım. Saatlerce öyle bir eli yağın, bir eli balın içinde evde mahsur kaldım. Acayip canım sıkıldı ama televizyonu ya da radyoyu açamadım. Gazete, dergi, kitap okuyamadım. Sadece sıkılabildim, çünkü sıkılmak için ellerime ihtiyacım yoktu. Evdekiler gelmese sıkıntıdan patlayabilirdim. Siz siz olun sakın bir elinizin yağda, diğer elinizin balda olması için dua etmeyin. Çünkü bu gerçekten hiç iyi bir fikir değil!
Dinle
Dokunmatik Hikayeler
Ünlü yazar GÜZELANLATIR, evine girmek için anahtarlarını cebinden çıkarır çıkarmaz acayip bir şey oldu. Belki de korkunç bir şey oldu. Belki de şahane bir şey. Ama sıra dışı bir şey olduğu kesin: Anahtarlar konuşmaya başladılar: “Ah efendim ah! Biz göl kıyısına inşa edilmiş bir evin anahtarlarıydık. Öyle güzel, hoş zamanlar geçirirdik ki…” Yazar şaşırdı. Korktu. Elindeki anahtarları fırlattı. Sanki birden bir bilinmeze dokunmuş gibi afallamıştı. Demek anahtar denen varlığın sesi böyle çıkıyordu. Metalik, ince bir ses. Anahtarlarını eline almadan eve giremezdi. Adımladı ve tekrar onlara dokundu. Anahtarlar yeniden konuşmaya başladılar: “Ah biz o göl kıyısındaki evde…” Ünlü yazar bu defa onları daha uzağa fırlattı. Bahçede düşünceli düşünceli adımladı. Gidip havuzun kenarındaki banka oturdu. O sırada çok yorulduğunu fark etti. Sırtını kanepenin arkasına verdi. Elini de oturduğu yere bıraktı. Ama ne bırakış! Bu defa oturduğu kanepe anlatmaya başladı. “O göl kenarında geçen gençlik senelerim… Ne senelerdi birader…” Yazar birden ayağa fırladı. Ödü kopmuştu. Üstünde oturduğu kanepe konuşmaya başlamıştı! Kanepe resmen hikâye anlatıyordu! Acaba yazdığı onca çocuk öyküsü gerçek mi oluyordu? Neydi bu olanlar? Yoksa ailesi kendisine bir şaka mı hazırlamıştı? Göl kenarındaki evinden getirdiği kanepe, göl kenarındaki evinden getirdiği anahtarlar… Bunlar kendisine hikâye anlatıyorlardı. Ellerini ceplerine sokup havuza doğru adımladı. Ama bu defa daha berbat bir şey oldu. Konuşan, pantolonunun cebiydi. “Ah efendim ah! Günyüzü görmedim şunca senedir…” Birden ellerini ceplerinden çıkardı. Sanki ona tabanca tutulmuş gibi kollarını havaya kaldırdı. Dokunduğu her şey dile geliyor, hikâyesini anlatıyordu. Yere çömeldi. Başını ellerinin arasına aldı. Ne yapsam, diye düşünmeye başlayacaktı ki… Bu defa bambaşka bir ses duydu. Konuşan saçlarıydı. “Bir keresinde hiç unutmam, yazar bey şampuan yerine duş jelini üstüme dökünce…” Yazar bey kendini çimlerin üzerine bıraktı. Çaresizdi. Ellerini havada tutarak ne yapacağını düşünmeye başladı. Bu hâliyle dua ediyormuş gibi gözükmekteydi. “Böyle ne kadar durabilirim?” diye düşünürken eşinin bahçe kapısından içeri girişini gördü. Şimdi ayağa kalkmak için ellerini yere koyarsa bu defa yeryüzü konuşmaya başlayacaktı. En iyisi karısının yardımını almaktı. Karısı onu bu hâlde görünce şaşırdı. Neden böyle garip hâlde durduğunu sormak üzereyken bundan vazgeçti ve heyecanını gizleyemeden büyük haberini verdi: “Bak gördün mü hayatım… Eleştirmen Müşkülpesent senin için ne yazmış?” Bunu söyleyip gazeteyi kendisine uzatmıştı. Yazar bir an olanları unutup uzatılan şeyi eline alınca bu defa gazete konuşmaya başladı: “Yahu bir günlük ömrümüz var… Onda da gazete bayilerinin tel vitrinlerinde bekleye bekleye…” Elindekini korkuyla toprağın üzerine fırlattı. Demek gazete denen varlığın sesi böyle kalındı. Ne de olsa gazete kâğıtları ağaçlardan yapılıyordu. Sesinde, uzak ormanların köknarları arasından esen rüzgârların uğultusu hissediliyordu. Şaşkınlıkla bakan karısına “Dokunduğum her şey konuşmaya başlıyor Şadiye… Vallahi ne yapacağımı şaşırdım…” diyebildi. Şadiye gazeteyi eline aldı ve eleştirmen Müşkülpesent’in o gün Güzelanlatır hakkında yazdıklarını okudu. Yazı şöyle bitiyordu: “Sayın Güzelanlatır hakkında diyeceğim son şey şudur: DOKUNDUĞU HER ŞEY HİKÂYE OLUYOR!” Yazar ve karısı, oracıkta birbirlerine bakakaldılar.
Dinle
Topraktan Gelen
Dinle
Varol Yaşaroğlu
Sayın Varol Yaşaroğlu, bizler sizi mizah, karikatür ve animasyon çalışmalarınızla özellikle KRAL ŞAKİR isimli çizgi film serileriyle tanıyoruz. Kral Şakir, ülkemizde çok sevildi ve önemli bir boşluğu doldurdu. Şakir karakteri etrafında komik ve macera yüklü olayları işlediniz. Sonra yine sizin elinizden Kral Şakir kitapları ortaya çıktı. Yediden yetmişe severek seyredildi, severek okundu. Sizin ÇEVRE BİLİNCİYLE ilgili çalışmalarınız da takdire şayan. En son hazırladığınız ve merakla beklenen “Kral Şakir Geri Dönüşüm” filmi de buna bir örnek. Bizlere, toprak dosyamızdan hareketle toprağı merkez alarak çevre bilinciyle ilgili neler söylemek istersiniz? Yüzyıllardır mizah, mesajları iletmek için en etkili yöntemlerden biri… Biz de mizahtaki hâkimiyetimizle, hayata dair mesajlarımızı takipçilerimize farklı farklı yapımlarla aktardık. Kral Şakir, bizim çocuk dünyasında yeri bambaşka olan projemiz... Kral Şakir ile çocuklarla güçlü bir bağ kurduk. KRAL ŞAKİR, ÇOCUKLARIN ÖNEMSEDİKLERİ, ÖRNEK ALDIKLARI, DEĞERLERİNİ ÖZÜMSEDİĞİ BİR ARKADAŞ OLDU. Üstelik çocuklarla bu güçlü bağı kuran tek bir karakter de değil. Canan’ın bilgeliği, Şakir’in girişkenliği; bir bütün olarak çocuklarda karşılık buluyor. Üstelik bireyselleşmenin artık alarm veren seviyelere geldiği çağımızda Kral Şakir, ekip çalışmasını; dahası aile ile iş birliği içinde olunmasını yeniden ‘havalı’ bir tutum hâline getirdi. Kral Şakir ile ailelerin de gönüllü olarak yanımızda durduğu bir platform oluşturduk. Mizahta uzmanlaşmış olsak da değerlerle ilgili, çevre ile ilgili hassasiyetlerimiz çok yüksek. Özellikle çevre ve sürdürülebilirlik gibi hepimizin geleceğini ve hatta bugününü etkileyen bir konuda, elimizdeki büyük etki gücünü kullanmayı, yaşadığımız topluma bir sorumluluk olarak görüyoruz. Yetişkinlerin alışkanlıklarını, kanaatlerini değiştirmek inanılmaz derecede zor. Bunu herkes kendi sektörü içinde görüyor… Ancak bu durumun bir istisnası var. Çocuklar… Çocuklar yetişkinlerin alışkanlıklarını değiştirecek güce sahip ve bunu kullanıyorlar. Arabada emniyet kemeri takılmasından, dışarıda sosyal mesafenin korunmasına kadar pek çok konuda doğru davranışların çocuklar tarafından ailelere dayatılabildiğini görüyoruz. Pandemi ile çevre ile ilgili problemlerin, çocuklarımıza bırakacağımız miras konusu olmadığını; doğrudan bugüne etki eden konular olduğunu gördük. Yaşadığımız yaşam döngüsü, yerküre açısından sürdürülebilir değil. Böylesi büyük, aksiyon bekleyen bir problemle ilgili çocukların yardımı ile ailelerin davranışlarına etki etme imkânı bulduk. Kral Şakir’in etki gücüyle çocukların ve ailelerin GERİ DÖNÜŞÜM, TOPRAĞIN DEĞERİ, SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK kavramlarını günlük hayatın içine sokabilmeyi hedefliyoruz. Böylece toprağın, havanın, suyun sonsuz bir kaynak olmadığını, yaşantımızda artık bazı alışkanlıkların değişmesi gerektiğini, nelerin yapılması gerektiğini, nelerden artık kaçınmamız gerektiğini somut olarak anlatabileceğiz. Biz tüm kaynaklarımızı bu amaç için seferber ediyor ve birçok paydaşı yanımızda görmek istiyoruz. Biz bu hedeflerin peşinde koşarken çocuklar çok eğleniyor; biz de yaşadığımız yerküre için somut bir fayda oluşturacak olmaktan dolayı mutluluk duyuruyoruz.
Dinle
Toprağı Solucandan Dinle
Ben küçük bir solucanım. Yağmurdan sonra toprak yüzeyine çıkıp gezinti yapmaya bayılırım. Kıvrak vücudumla büzüle düzele ilerlerken bir uzar bir kısalır, bir genişler bir daralırım. Bacaklarım yoktur ama ince tüylerim toprağı sıkı sıkı kavrar. Boyumun küçüklüğüne aldanma, çıkardığım işe bak. Yerin altında ilerlerken kanallar açar, bu kanallar sayesinde toprağı havalandırırım. Böylece arkadaşlarıma nefes olurum. Yağmur suyunun geçmesi için de yol oluştururum. Bitki ve hayvan artıklarıyla beslenirim. Bu sırada ağzıma kaçan toprak parçalarını dışkımla birlikte vücudumdan atarım. Solucan gübresini araştırırsan bu atığımın ne kadar faydalı olduğunu öğrenirsin. Toprağın zenginleşmesini sağlar, hasat vakti ürünlerin verimini artırırım. Sayemde çiftçilerin yüzü güler. Çeşit çeşit meyve ve sebze çıkar topraktan. Benim gibi birçok canlıya da ev sahipliği yapar. Peki ama toprak nereden gelir, nasıl oluşur, hiç merak ettin mi? Toprağın hikâyesi, tam bir birlikten kuvvet doğar hikâyesidir. Güneş, rüzgâr, yağmur el ele verir ve uzun yıllar sürecek bir etkileşim başlar. Önce güneş kayaları ısıtır. Isınan kayalar rüzgârın etkisiyle aşınır, yağmurla kolayca parçalanacak hâle gelir. Bitki kökleri de ufalanmasına yardımcı olur. Ardından böcekler gelerek daha da küçük parçalara ufalarlar. Böylece kocaman kayalar toprağa dönüşür. Kısacık anlattım diye zannetme ki bu olay iki günlüktür. Bir saksı toprağın oluşması için BİNLERCE YIL gerekir. Yavaş işler ama çok önemli bir süreçtir. Toprak milyonlarca canlıya yuvadır. Sadece ağaçlar, çiçekler, mantarlar değil bakteriler ve mikroorganizmalar gibi gözünle göremediğin canlıların da ev sahibidir. Şimdi sana bir soru: Bir çay kaşığı toprağa kaç hayat sığar? Hayır, hayır, üç beş değil, yüz değil, milyondan bile çok. Dünyadaki tüm insan nüfusundan daha fazla. Yediğin yiyecekler, içtiğin su, aldığın hava… Düşün bakalım nereden geliyor acaba? Hepimiz yaşamımızı devam ettirmek için muhtacız toprağa. Öyleyse onu korumak için elimizden geleni yapmalıyız. “Ben küçük ellerimle ne yapabilirim?” deme asla. Taze bir fidanı toprakla buluşturarak işe başla. Kökleri derinlere indikçe, senin yerine sevdiğini fısıldasın ona.
Dinle
Aymaz ile Aybar
Bir varmış, bir yokmuş. Zamanlardan bir zamanda, uzak memleketlerden birinde bir köy varmış. Bu köyün toprakları öyle verimli, öyle cömertmiş ki baharda çayırlar yeşillerin en güzeline bürünürmüş. Ağaçları bir tohuma bin yemiş verirmiş. Köyün çeşmesinden su içenler yanlarındaki testileri de doldururlarmış. Doyamazlarmış suyun tadına. Onlar bereketin sırrını bilmezlermiş ama toprak bilirmiş. Güneş, kızıllığını tepeye düşürmeden bu köyün insanları sabah yola düşermiş, akşam karanlık çökene kadar çalışırlarmış. Ayın ışığı sırtlarına dokunup da “Eh haydi artık evinize gidin, dinlenin.” Demese orada kalacaklarmış neredeyse. Onlar böyle çalışınca toprak kıyabilir mi onlara? Ne tohum varsa içinde sepet sepet dökermiş meyvesini kucaklarına. Bu köyde yaşayan, birbiriyle çok iyi anlaşan iki komşu varmış. Tarlalarına giderken kazmayı, küreği sabah biri taşısa diğeri akşam dönerken atarmış omzuna. Ağaç yaprağıyla insan dostuyla güzelmiş. Aradan ne kadar zaman geçmiş bilinmez; bir gün ihtiyarlık, bu iki komşunun kapılarını çalmış. Toprak boş bırakılır mı hiç? Oğulları devam etmiş tarlalarını ekip biçmeye. Adları huylarına da geçmiş olacak ki Aymaz etrafına karşı boş vermiş, olanı biteni umursamaz biriymiş. Babasının zoruyla gidiyormuş çalışmaya. Aybar ise heybetli, çalışkan biriymiş. Geçtiği yolda bıraktığı rüzgârla ağaçların yaprakları uzun süre sallanırmış. Günlerden bir gün Aymaz, tarlaya gitmemiş. Sonraki gün ve ondan sonraki gün de gitmemiş. Aybar, merak etmiş. Yan yanaymış tarlaları. Eve giderken Aymaz’ın tarlasındaki ağacın altında kırık bir küp görmüş. Hemen ilerisinde de bir çukur varmış. Küpü kırmak için kullanılan taşın yanında, güneş gibi parlayan bir altın duruyormuş. Aybar, arkadaşı Aymaz’ın artık tarlaya neden gelmediğini anlamış. Koşarak Aymaz’ın evine gitmiş. Heyecanla kapının tokmağını birkaç kez kaldırıp vurmuş. Vakit öğleyi buluyor, güneş tepede mızrak gibi duruyormuş. Uykudan kapının sesiyle uyanan Aymaz, gözünü ovarak açmış kapıyı. Aybar’ı karşısında görünce uykulu ve şaşkın bir sesle, - Hoş geldin Aybar, hayırdır, demiş. İçeri bile davet etmediği arkadaşı, yine de sevecen bi sesle, - Tarlanızda bunu buldum. Toprağınızda hazine çıktı herhâlde, demiş. Aymaz anlatmayı düşünmüyormuş aslında ama başka da çaresi kalmamış. - Evet, bir küp altın buldum tarlada. Ben artık çalışmayacağım. Bu kadar altınım varken hâlen tozun toprağın içinde kalmak yakışır mı bana? Tarlayı da satmayı düşünüyorum. Paran varsa talip olabilirsin. Aybar çok üzülmüş. - Öyle deme Aymaz. Toprağın altındaki hazineler gün gelir tükenir ama toprağın üstündeki hazineler tükenmez. Dedelerin bu toprağın ekmeğini yedi. Yarın da çocukların yiyecek. Asıl hazine bize kapılarını hiç kapatmayan topraktır. Aybar ne dediyse Aymaz umursamamış. - Sözün bittiyse ben uyumaya gidiyorum. Haydi, sana kolay gelsin, deyip kapıyı kapatmış yüzüne. Gel zaman git zaman, geçmiş epeyce bir zaman. Aymaz’ın tarlası kurudukça kurumuş, toprağı çatladıkça çatlamış. Ne bir ot yeşerir ne ağacında bir kuş şarkı söyler olmuş. Aybar toprağın insanın içini sızlatan bu çoraklığına dayanamamış. Çalıştığı ve kazandığı parayla Aymaz’a gidip o tarlayı da satın almış. Gece gündüz çalışmaya devam etmiş. Ambarı, sıra sıra dizilmiş buğdaylarla dolmuş. ÇALIŞTIKÇA GENÇLEŞMİŞ, TOPRAĞI DA KENDİ DE. Yağmurlu bir gecede Aybar’ın kapısı çalınmış. Kapıyı açtığında karşısında sırılsıklam elbiseleriyle, başına geçirdiği şapkasıyla titreyerek duran bir adam varmış. Önce karanlıktan tanıyamamış, gözyaşları yağmura karışmış bu adamın Aymaz olduğunu sonradan fark etmiş. Hemen içeri buyur edip sıcak bir şeyler ikram ettikten sonra sormuş: - Sen köyden ayrıldıktan sonra haber alamadık. Çok merak ettik seni, nerelerdeydin? Aymaz cebinden yalnızca bir tane altın çıkarıp Aybar’a dönmüş ve şöyle demiş: - Bir küp altından geriye sadece bu kaldı. Ne işim var ne toprağım. Çalışmaya devam etseydim toprağımı da kaybetmezdim altınlarımı da. Bir küp altının olacağına bir avuç toprağın olsun. Aybar, Aymaz’ın omzundan tutmuş. Üzülme kardeşim, demiş. Toprağın tohumu altındır ve öyle toprak öyle cömerttir ki tüm insanlara yeter onun meyvesi. Biz kardeşiz. Birlikte eker, birlikte biçeriz, demiş. Aymaz’ın bu hâli, bütün ahaliye ders olmuş. O günden sonra insanlar, toprağın altındaki hazinelere değil, bir tohumu bin yemişe dönüştüren toprağa güvenmiş. Gökten üç elma düşmüş. Biri anlatana, biri dinleyene, biri de toprağın cömertliğine inananlara ...
Dinle
Siyah Altın
Merhaba ben Ali, Otizmli bir bireyim. Konya Meram Melike Hatun Özel Eğitim Meslek Okulu 10. sınıf öğrencisiyim. Sizlere bu mektubu tarım dersi öğretmenimiz Selda Ilgar ile birlikte yazıyoruz. Okulumda birçok meslek atölyesi bulunuyor ama ben toprakla ilgilenmeyi sevdiğim için tarım atölyesini seçtim. Tarım atölyesinde bitkileri nasıl yetiştirmem gerektiğini öğreniyorum. Bir bitkiyi tohumdan yetiştirebilmem için toprağı nasıl hazırlamam gerektiğini öğrendim. Bu arada toprakla ilgili birçok faydalı bilgi de edindim. Meğer toprağın canlıların yaşamında ne kadar önemli bir yeri varmış. Toprak olmadan hiçbir şey yetişmiyormuş. Toprağın üzerinde yaşayan bütün canlıların beslenmesi için toprağa ihtiyacı varmış. Toprak canlılara sadece besin değil su, hava ve mineraller de sağlıyormuş. Canlı ve cansız birçok varlığa ev sahipliği yapıyor, içerisinde milyonlarca canlıyı barındırıyormuş. Toprağın hayatımızdaki önemi bu kadar fazlayken maalesef ona gerekli değeri vermediğimiz için her yıl topraklarımızı kaybediyormuşuz. Kuraklaşma, tuzluluk, aşırı kimyasal gübre kullanımı gibi sebepler toprağın verimsizleşmesine neden oluyormuş. Başta erozyon olmak üzere, ormanların yok edilmesi, düzensiz yapılaşma gibi birçok etmen topraklarımızın yok olma nedenlerindenmiş. Üstüne üstlük hızla kaybolan bu toprakların yeniden oluşabilmesi için binlerce yıl geçmesi gerekiyormuş. Biliyor musunuz, biz okulumuzda KENDİ TOPRAĞIMIZI üretiyoruz. Nasıl mı? Kompost makinemiz sayesinde… Ülkemizde ilk defa gerçekleştirdiğimiz bu uygulamayla okulumuzun bahçesinden topladığımız meyve ve sebze artıklarını, çimleri, sap, saman ve kuru yaprakları, ağaç dallarını toplayarak geri dönüştürüyoruz. Böylece hem çevreye katkıda bulunuyor hem de çok verimli, besince zengin bir toprak elde ediyoruz. Elde ettiğimiz bu toprağı çiçek seramızda değerlendiriyor, aynı zamanda İhtiyaç duyan okullara da gönderiyoruz. Bir gün Millî Eğitim Bakanımız Sayın Mahmut Özer okulumuzu ziyaret etmişti. Kompost makinamızı görünce çok beğendi ve bunun birçok okulda yaygınlaşmasını sağladılar. Böylece 33 tane özel eğitim okulu daha bizim gibi kendi toprağını üretme fırsatı yakaladı. Bunun için çok mutluyum. Komposta siyah altın denildiğini de biliyor musunuz? Çünkü içerisindeki organik madde miktarı fazla olduğu için bitkiler için yüksek miktarda yarar sağlıyor. Toprağın yapısal düzenini ve Ph dengesini koruyor. Topraktaki fazla suyu emiyor, yağmurun oluşturduğu erozyonu da engelliyor. Kompostlama ile çöpe atılan birçok atık gübre hâline gelerek en verimsiz toprak bile verimli hâle dönüşüyor. SİZ DE DOĞANIN KORUNMASINA KATKI SAĞLAMAK İSTER MİSİNİZ? O hâlde evinizde kompost üretebilirsiniz. Bunu nasıl mı yapacaksınız? Hemen anlatayım: Kompost yaparken yeşil ve kahverengi atıklar kullanıyor. İşe mutfaktan çıkan bu atıkları ayrıştırmakla başlamalısınız. Atıkları uygun bir kaba veya kutuya belirli bir oranda yerleştirmelisiniz. Narenciye gibi fazla asitli meyveler, et ve süt ürünleri, fazla yağlı atıklar, hastalıklı bitkiler ve tohumu olan yabancı otlar kompostta kullanılmıyor. Kullandığınız atıkları hava almayan, nemli bir ortamda bir süre bekletirseniz komposta dönüşecektir. Elde ettiğiniz kompostu tek başına veya toprağa karıştırarak kullanabilirsiniz. Umarım anlattıklarım sizler için de faydalı olmuştur. Kendi toprağınızı üreterek kendi bitkilerinizi yetiştirebilirsiniz. Unutmayın! Atıklarımızın bir kısmını bile değerlendirsek doğanın daha az zarar görmesini sağlarız. Dünyanın daha yaşanabilir ve sürdürülebilir olması için herkesin doğa dostu adımlar atması dileğiyle… Sevgiyle kalın.
Dinle
Toprağın Binbir Rengi
Bir varmış, Bir yokmuş, Toprağın bereketi çokmuş… Günlerden bir gün bahçedeki tohumlar dile gelmiş. Biberler, domatesler, fasulyeler derken birçok sebze ve meyvenin minik tohumları kendi aralarında konuşmaya başlamışlar. Hepsi heyecanla anlatıyor, giderek toprağın üstünde uğultular artıyormuş. Gönlü geniş toprak şöyle bir kulak vermiş seslere… Biber yanına acılarını da alarak söz istemiş: Toprağın altında en çok ben sevilirim. Baharda girdiğim bu uzunca yolculuğumu, yaz aylarında sofraları yeşil, sarı ve kırmızı meyvelerimle süsleyerek tamamlarım. Menemen, pide ve daha nice yiyecekler bibersiz olmaz. Hatta sonbahar gelince kıpkırmızı salçalar yaparlar bizden ve kış boyunca her mutfağın baş tacı oluruz. Acımızla tatlımızla nice güzel günlere ortak oluruz. Domates tohumu hemen öne atılmış: Bir dakika biber kardeş, sen az önce menemen mi dedin? İçinde domates olmayan bir menemen düşünebiliyor musunuz? Baharın son demlerinde minicik tüylü tohumlar olarak toprakla buluşuruz. Yaz aylarının ortalarında mis gibi kokumuzla üç öğün yemeklerde eksik olmayız. Bazılarımız sarıdır, bazılarımız mor, bazılarımız uzundur, bazılarımız iri ve yassı, ben diyeyim bin çeşit, siz deyin bin beş yüz çeşit domates vardır dünyada. Şundan eminim ki toprağa en çok yakışan meyve domatestir. Salça konusuna gelince ekmeğin üzerine sürülen domates salçalarını kime sorsan bilir. Domates ile biberin atışmasını dinleyen fasulye ince sesiyle söze girmiş: Domatesin ve biberin kendini bulduğu en güzel yer fasulye yemeğidir elbette. Bizler rengârenk tohumlarımızla çok büyük bir nimetiz aslında. Zeytinyağlı yeşil fasulye yahut etli kuru fasulye deyince tüm çocukların ağzı sulandı bile. Kusura bakmayın dostlar ama bu toprağın altında en çok sevilen biz fasulyeler olduk. TOPRAK ANA bu minik tohumların aralarındaki konuşmaları dinledikçe kabarıp keyifleniyormuş. Âdeta kıkır kıkır gülüyor, toprağını daha bir kabartıyor, neşeleniyormuş. Baharda yemyeşil bitkiler üzerinde renk renk sebzeler, meyveler ve çiçekleri üzerinde barındırmak onun yegâne mutluluk kaynağı oluyormuş. Gönlü büyük toprak, konuşmalar devam ederken boğazını temizlemiş ve usul usul söz alarak başlamış: SEVGİLİ TOHUMLARIM!.. Toprağın anaç sesini duyan tohumlar birdenbire susmuşlar… Anaç toprak âdeta bir anne şefkatiyle devam etmiş: Hepiniz benim için çok kıymetlisiniz. Birinizi diğerinizden üstün tutamam. Ne biber domatesin yerini doldurabilir ne de domatesin yerini biber. Hepiniz farklı ve özelsiniz, bahçeme farklılık ve güzellik katıyorsunuz. Benim kalbim öyle geniş ki aynı toprağa ekilen acı biber tohumu da tatlı bir çilek de lezzetini kaybetmiyor. Aynı toprakta binlerce değişik ürün yetişiyor. Hem de aynı göğün altında… Hepinizi çok seviyorum, iyi ki varsınız… Bütün tohumlar toprağın bu konuşmasını dinledikten sonra biraz utanmışlar ve birbirlerine sarılıp toprağın altında uyumaya başlamışlar. Yaz mevsimi gelince bahçe; renk renk sebzeler, meyveler ve çiçeklerle dolmuş, taşmış. Toprağın bereketi yeri göğü sarmış…
Dinle
Toprak Bizim Neyimiz Olur?
Hayatımızın hemen her anını üstünde geçirdiğimiz toprağa, en son ne zaman dikkatlice baktın? Bu, cevabını bildiğim bir soru aslında... Elbette gökyüzüne bakıp hayal gücüyle bulutlardan resimler oluşturabilen tüm çocuklar, her fırsatta toprağın güzelliklerine de bir oyun gibi dalar gider. Yetişkinlerin çoğu zaman bakıp da göremediği “yer” yüzüne, kendi annemizin yüzünü seyreder gibi merakla bakarız çocukken... Toprağın insanlara sunduğu armağanları, babamızın elinden bayram şekeri alır gibi teşekkürle avuçlarız... Sokakta arkadaşlarımızla oyuna başladığımızda, toprak bizim sınırsız eğlence ülkemize dönüşüverir. Yani toprağın ne kadar derin, ne kadar geniş ve yaşam için ne kadar değerli olduğu en çok çocukluk bakışıyla fark edilir. Fakat şehirleri kuşatıp ayağımızı “yer”den kesen asfaltlar nedeniyle artık pek göremiyoruz toprağı... Bağı bahçesi olan yerlerde yaşayan arkadaşlarımız biraz daha şanslı bu konuda. Onlar toprağın kokusunu, her mevsimde değişen renklerini, bitkilerle fısıldadığı bahar melodilerini daha çok hissedebiliyorlar. HİÇ DÜŞÜNDÜN MÜ, “TOPRAK” NEDİR? Toprağın birçok anlamının kültürümüz ile harmanlandığı bir ülkede yaşıyoruz. Bunları ne kadar çok öğrenip tanırsak, dünyamız o kadar genişliyor. Onlarca atasözü ve deyimle, yüzlerce şarkı ve türküyle, binlerce farklı güzelliğiyle toprağın yeri bir başkadır bizde… Sadece üzerine “basılıp” geçilen değil, içinde ve içimizde yaşattığımız bir varlıktır toprak… İstiklal şairimiz Mehmet Âkif, “Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!” diyerek bize bu anlamlardan birini düşündürmüş değil mi? Anadolu’nun büyük ozanlarından Âşık Veysel, “Benim sadık yârim kara topraktır” türküsüyle ne güzel özetlemiş bu gönül bağını... Türkçenin en berrak pınarı Yunus Emre ise toprağın kundağındaki sarıçiçeğin diliyle “Annem babam topraktır” hatırlatması yapmış hepimize. PEKİ HİÇ DÜŞÜNDÜN MÜ, TOPRAK BİZİM NEYİMİZ OLUR? Yunus Emre’nin söylediği gibi toprak, “ana”dır öncelikle… Tıpkı şefkat dolu bir anne gibi besler büyütür insanlığı... Bağrında yetiştirdiği ormanlarla nefesimiz olur, hiç aralıksız büyütüp sunduğu binbir çeşit meyve ve sebzeyle gıdamız olur, bazen de dokunuşuyla yorgunluğumuzu alıveren ana kucağımız olur. Toprak, okulumuzdur ve hatta bize şaşırtıcı bilgiler öğreten bir öğretmendir. İçindeki veya üstündeki canlılar dünyasıyla derslerimizin konusuna dönüşür, ormanlarıyla masamızdaki defter-kitaba dönüşür, çiçeklerinin sonsuz rengiyle çizdiğimiz resimlere dönüşür. Toprak, ömür boyu yanımızdan ayrılmayan bir arkadaşımız ve en vefalı dostumuzdur. Ona sevgiyle bakarsan, o da hiç yorulmadan sana bakar. Sen ona bir tohum verirsen o, hasatta binlerce başakla karşılığını verir. Harcadığın emeğin hakkını, her mevsim ayrı bir güzellikle avuçlarına cömertçe bırakır. Bütün insanlığı aynı gökyüzü altında buluşturan toprak, gezegen büyüklüğünde bir EVdir. Her odası ayrı bir ülkedir ama onu sevgiyle koruyanlar için kutsal bir VATAN olur toprağımız. Aslında insanın özüdür ve bir özetidir toprak; bu yüzden ona iyi bakmalıyız!
Dinle
Toprak Koleksiyoncusu
Toprağa özlemden başka bir şey değildi bu bağırış: “Buldum, buldum!” “Ne buldun Paticiğim?” “Yeni bir fikir...” “Heyecanlandım şimdi, bana anlatacak mısın?” “Bahçeleri, kırları, tarlaları, dere kenarlarını, göl kıyısını benimle gezmeye var mısın? Gezdiğimiz yerlerde bulduğumuz toprak çeşitlerinden bir koleksiyon yapmak istiyorum.” “Aaa, bu çok heyecan verici bir fikirmiş! Hemen annemden izinalıp yolculuğa çıkmaya ne dersin, dostum?” “İyi olur ama önce koleksiyon için şişe gerekiyor.” “Tamam, izin isterken anneme soralım. Bu konuda mutlaka bize yardımcı olacaktır.” Bu düşünceyi annesi ile paylaştılar. Annesi de, “Aferin çocuklar, ne güzel fikirmiş. Vitrinin alt gözünde biriktirdiğim şişeler vardı. Sizin işinize yarayacaklardan ayarlayayım. Akşama kalmadan eve dönün, tamam mı?” dedi. Annemin hazırladığı sandviçleri, şişeleri ve suyumuzu çantamıza koyduk. “Tamam, erken döneriz!” dedikten sonra büyük bir heyecanla yola düştük. Uzun yürüyüşlerle kırlardan tarlalara, yamaçlardan derelere, bahçelerden göl kıyısına kadar birçok yerde dolaştık. Toprak çeşitlerini aradık ve bulduk. Kazı esnasında rastladığımız bitki köklerine ve solucanlara “merhaba” dedik. Yuvalarına kışlık yiyecek taşıyan karıncalara selam verdik. Karınca yuvalarını inceledik. Her biri farklı bir düzende. Uzaktan keçiler geçiyordu. İbibik kuşunun gelip iki armut ağacının arasına tünemesini seyrettik. Ağaçlarda gezen kanatların sesini dinledik. Çimenler üzerinde yuvarlandık. Dere kıyısındaki incirle zeytinlerin yaprakları ışık ve renk dolu… Çalıların hışırtısı belki de yeryüzünün en güzel şarkısı. DOĞADA NE GÖRDÜYSEK BİR DAHA SEVDİK; tarlayı, ağacı, yeşili, yaprakları, kuşları, örümcekleri, böcekleri, yaşlı meşenin palamutlarını... Gördüğümüz toprak çeşitlerinden şişelere doldurduk. Sonra onları bir bir sıraya dizdik. Şişeler öyle güzel gözüküyor ki! Şenlik gibi toprağın renkleri kara, kızıl, beyaz, gri, grimsi mavi, kahverengi, sarı… Sadece rengi mi, kokusu da çeşit çeşit? Bütün kokulardan çektik içimize. Oh, mis! Göl kıyısında otururken acıktığımızı hissettik. Koca bir söğüt ağacının altında çantamızdaki sandviçlerimizi gölün mavisini ve ağaçların yeşilini seyrederek yedik. Karnımızı doyururken bir yandan da yeryüzü, toprak ve toprağın üzerindekilere dair sohbet ettik. TOPRAĞA DOKUNDUK. Otların, ağaçların toprakta nasıl yetiştiğini anlamaya çalıştık. Selam verdik onlara. Böcekleri doğal ortamlarında gördük. Her şeyin toprakla bir bağı olduğunu fark ettikçe heyecanımız arttı. Yaptığımız koleksiyon böylece daha bir anlam kazandı. Anneme verdiğimiz söz aklıma geldi. Onu üzmemek ve hemen eve gitmek için yola koyulduk. Bugün, Pati’nin sevincine ve mutluluğuna diyecek yoktu. Tabii benim de…
Dinle
Gökkuşağı Tepeleri
Zeynep; annesi ve babasıyla birlikte Nallıhan’daydı. Zoolog babası, kış ortası su kuşu sayımı için malzemelerini hazırlamaktaydı. Bitki ressamı olan annesi de defterini ve boyalarını bir çantaya koymaktaydı. Zeynep annesine bakıp “Renkli boya paletini almayacak mısın anne?” diye sordu. Annesi gülümsedi, “Koca soda isimli bir bitkiyi çizeceğim. Kışın kurumuş ve renksiz oluyor, yani o palete ihtiyacım olmayacak.” dedi. “O zaman…” dedi Zeynep. “Evet, renkli paletimi sen alabilirsin!” diyerek Zeynep’in cümlesini tamamladı annesi. Zeynep rengârenk boyalardan gözlerini alamayarak, “Belki yağmur yağar, gökkuşağı çıkar, ben de onun resmini çizerim.” dedi. “Belki de gökkuşağı görmen için yağmurun yağmasına hiç gerek yoktur.” diye söze karıştı babası. Zeynep meraklanmıştı, “Gökkuşağı renklerinde bir kuş mu göreceğiz yoksa?” diye sordu babasına. Babası göz kırptı ve ağzını fermuar gibi kapattı. Böylece Zeynep ve babası Nallıhan Kuş Cenneti’ni keşfe çıktılar. Su kuşlarının yuvalarını arayarak epey zaman harcadılar. Bu sırada Zeynep ilgiyle kuşlara baktı ve gökkuşağı renkleriyle bezenmiş bir kuş görmeyi umdu. Elini sık sık çantasına atıp annesinin renkli boya paletine dokundu, onu kullanmak için sabırsızlanıyordu. Akşama doğru oldukça yorulmuş bir hâlde gölün kıyısına oturdular. “Baba!” dedi Zeynep, “Annemin paletini kullanamadım. Hiç gökkuşağı renkli kuş göremedik.” “Gökkuşakları umulmadık yerlerden çıkabilir!” dedi babası. “Evet.” dedi Zeynep, “Bazen yağmurdan sonra görünüyorlar ama bugün yağmur yağmadı.” Gökkuşağı görmen için yağmura gerek yok demiştim!” diye hatırlattı babası. “Baba!” dedi Zeynep, “Artık ağzının fermuarını açmalısın!” “O zaman şu karşındaki tepelere bir bak.” dedi babası. Zeynep baktı, “Baba, tepeler gökkuşağı gibi!” diye sevinçle haykırdı. Birkaç su kuşu Zeynep’in sesiyle havalandı. “Bu tepeler nasıl böyle renkli olmuş?” diye sesini alçaltarak sordu Zeynep. “Toprak çok mucizevidir!” dedi babası, “Bu tepelerin oluşması için çok özel şartlar lazım. Her renk tabakası içinde bambaşka canlıların ve cansızların kalıntıları var. Her toprak tabakasının oluşumu için milyonlarca yıl gerekmiş. Bunlara çökelti deniyor. Eskiden bu tepelerin olduğu yerde büyükçe bir göl varmış. İşte o gölün dibinde biriken maddeler zamanla bu rengârenk tepeleri oluşturmuş.” diye açıkladı babası. Zeynep büyülenmiş gibi gökkuşağı tepelerine baktı. Çizim defterini çıkarıp tepelerin resmini yaptı. Bu, şimdiye kadar çizdiği en güzel gökkuşağı resmi olmuştu çünkü tepeler kocamandı ve tüm resmi kaplıyorlardı. KIZ TEPESI TABIAT ANITI Nallıhan’da gözlenen gökkuşağı renkli tepeleri oluşturan istif, günümüzden yaklaşık 10 milyon yıl öncesine karşılık gelen ve jeolojide geç miyosen olarak bilinen dönemde oluşmuştur. Bu istifi oluşturan çökeller, eski bir göl dâhilinde çökelmiştir. Gölde o dönemde bulunan sedimanlar göl tabanına çökelerek göl çökellerini meydana getirmiştir. Sonrasında diyajenez dediğimiz kayaçlaşma sürecine uğradıktan sonra istif meydana gelmiştir. İlerleyen evrelerde bölgedeki tektonik etkilerin yanı sıra sonrasında gelişen aşınma ve erozyon süreçleriyle istif, bugünkü görünümüne kavuşmuştur. Nallıhan’ın gökkuşağı tepeleri, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü tarafından 2019 yılında “Kız Tepesi Tabiat Anıtı” adıyla tescil edilerek koruma altına alınmıştır.
Dinle
Toprak Canlı Mıdır?
Yağmurdan sonra toprak nasıl güzel kokar, hiç fark ettin mi? Toprağa kazmayı vurduğunuzda bağırmamasına şaşmak gerek. Neden mi? Çünkü toprak canlıdır. Toprağı kazmaya başladığınızda neler görürsünüz. Mesela solucanlar… Onlar gözle görebileceğiniz canlılar. Ya göremediklerimiz! Bir kaşık dolusu toprakta kaç çeşit canlı barınır, bir bilsen! Parmaklarınla sayamayacağın kadar çok… Belki yüzbinlerce belki de milyonlarca… Hatta bilim insanları diyorlar ki “Bir avuç toprakta yaşayan organizma sayısı, yeryüzünde yaşayan tüm insanlardan fazla olabilir.” Tek bir gram sağlıklı toprak, solucanlar, akarlar, böcekler, mantarlar, bakteriler ve aktinomisetler(ipliksi bakteriler) dâhil olmak üzere milyonlarca canlı içerir. Toprak, canlıların içinde yaşadığı ve birbirini etkilediği bir ekosistemdir. Ve biz insanlar da bu ekosistemin bir üyesiyiz. Tabii bir de cansız bireyleri var bu topluluğun. Yani bitkilerin, hayvanlar ve insanlardan artakalan minik kalıntıları... Belki milyonlarca yıl öncesinden kalma minik partiküller(parçacıklar)… Bunlar bitkilerin ihtiyaç duyduğu mineralleri sağlar. Bitki ve hayvan artıklarını besin maddelerine dönüştüren kim dersiniz? Solucanlar. Evinizdeki bir saksı bitkisinin kökleriyle tutunduğu toprağa baktığınızda bile onları görebilirsiniz. Toprak okuryazarlığı diye bir şey duymuş muydun? Bu kadar canlı barındıran toprağın kendine has bir dili vardır elbette. O dili bilirsen toprağın sana neler söylediğini duyabilir ve anlayabilirsin. Bu dili kendi kendine öğrenebilirsin. Yapman gereken şey toprağı gözlemlemek, belki küçük bir bitki yetiştirmek... Sonra da o bitkinin günbegün gelişimini izlemek… Küçük bir önerim var sana. Var mısın bir gözlem yapmaya? Hiç merak ettin mi? Yetiştirdiğin bitki büyüdükçe saksıdaki toprak miktarı azalıyor mu acaba? Bunu düşünmeni istiyorum senden. Eğer azalıyorsa neden? Bunu da bir düşün, olur mu? Cevabını kendi kendine bulamazsan araştırmak için fen bilgisi öğretmeninden veya büyüklerinden yardım isteyebilirsin. Hatta biraz araştırırsan sorularını cevaplaması için bir toprak analisti bile bulabilirsin. Evet, böyle bir meslek var. Ve toprak analizi laboratuvarları var. Umarım yaşadığın şehirde böyle bir laboratuvar vardır. Peki, var mısın araştırmaya?!.
Dinle
Kiraz Ağacım
Kollarımı yana açmış, aşağı doğru uçarcasına koşuyor, rüzgârla yarışıyordum. Evimizin elli metre aşağısındaki bahçeye girer girmez gördüklerim karşısında feryat edercesine bağırdım. – Kirazlarımıza ne oldu anneanne? Arkamdan bana yetişmeye çalışan anneannem bahçeye nefes nefese girdi. Zorlukla yutkunuyordu. Söyleyecekleri sanki boğazına düğümlenmişti Sesi kesik kesik çıktı: – Çürüdü yavrum! O an, anneannemin cümlesi beynime ok gibi saplandı. Okullar tatil olur olmaz anneannemlere geldiğimde sabah akşam suladığım, gövdesine oturup dalında kiraz yediğim ağacımızın meyveleri bu yıl çürümüştü demek! – Neden böyle oldu anneanne? – Hasat zamanı yaklaşırken aniden bastıran sağanak yağmurlar kirazlarımızın çürümesine neden oldu. – Peki ya bu domatesler? Domateslerin üzerinde neden büyük büyük lekeler var? – Domatesler de yüksek sıcaklıklar yüzünden yanmaya başladı oğlum. Aşırı sıcaklarda güneşin zararlı ışınları sebze ve meyvelerin yanmasına neden oluyor. Bir dersimizde, ilkbaharda havaların birden soğuyarak don vurmasıyla ağaçlardaki bembeyaz çiçeklerin döküldüğünü öğrenmiştik ama sebze ve meyvelerin bu şekilde yanmasına, çürümesine anlam verememiştim. Bahçeye şöyle bir baktım. Bu yıl, anneannemin bahçesindeki ürünlerin yerinde yeller esiyordu. Anneannem durumu daha ayrıntılı bir şekilde açıklamaya çalıştı: – Ani ve dengesiz iklim koşulları, ekilebilir alanlarda erozyon, heyelan, sel felaketi, kuraklık ve çölleşmeyi artırıyor yavrum. Bunlar da tarım alanlarının hızla yok olmasına sebep oluyor. Aşırı sıcaklar çölleşmeye, meyve ve sebzelerin yanmasına neden olurken sağanak yağışlardaki artışsa hem meyveleri çürütüyor hem de toprağın verimliliğini alıp götürüyor. Bunun sonucunda da işte bu şekilde fakirleşen bahçeler ortaya çıkıyor. Canım fena hâlde sıkılmıştı. Sanki bahçe artık nefes almıyordu. Yaşadığım hayal kırıklığı bütün beklentilerimi yerle bir etmişti. Yine de bir umut, ağaca tırmandım. Dallardaki çürük olmayan kirazları, ağacıma teşekkür ede ede topladım. Kirazları iştahlı iştahlı yerken çantama koyup getirdiğim kumbaram aklıma geldi. Biriktirdiğim tüm kâğıt paraları kumbaramdan çıkararak anneannemin yanına, mutfağa gittim. Avcumdaki paraları anneanneme doğru uzatırken şöyle dedim: Anneanne, bu paralarla bahçemize daha çok kiraz fideleri alıp dikelim. – Anneannemin gözleri doldu. Bana sımsıkı sarılırken şunları söyledi: – Olur yavrum, alıp dikelim. Dikelim ki canlıların yaşam kaynağı toprak anamızın yok olmasına fırsat vermeyelim. Gelecek nesillere verimli topraklar bırakalım. Çünkü topraklarımız, geleceğe bırakacağımız en kıymetli emanetlerdir. Anneannemin avcuna paraları bırakırken bahçemize dikeceğimiz fideleri, karnım ağrıyana kadar yiyeceğim kirazları hayal ettim. TOPRAĞA DOKUNMANIN VERECEĞİ RAHATLATICI ETKİ, FİDANI KENDİ ELLERİMLE DİKMENİN MUTLULUĞU VE ONLARA VERECEĞİM CAN SUYUYLA YEŞERECEK HAYALLERİM kim bilir ne kadar büyük olacaktı.
Dinle
Tohum Toprak Kütüphanesi
Her yaz tatilinde olduğu gibi bu sene de halamın yanına gelmiştim. Halamla tatillerde vakit geçirmeyi çok severim. Birlikte çok eğleniriz. Doğayla iç içe bir köyde yaşadığı için doğanın pek çok özelliğini onunla öğrenirim. Birkaç sene önce, ağaçların yapraklarından çıkan hışırtının hangi dilde konuştuğunu anlamaya başlamıştım. Bazen mutluluktan şarkılar söylüyor bazen köklerinin ait olduğu yerlerden hikâyeler anlatıyorlar. SİZ HİÇ AĞAÇLARIN ANLATTIĞI ÖYKÜLERİ DİNLEDİNİZ Mİ? Özellikle sonbahara doğru bazı ağaçlar rüzgârla tohumlarını toprağın farklı yerlerine uçuruyor. İşte o zaman ne kadar neşeli olduklarını duymanızı isterim. O gün halamın bahçesine giderken, “Sana bir sürprizim var kızım!” dedi. “Şimdi doğanın başka bir yönünü daha keşfetmeni istiyorum.” Anlaşılan bir sürpriz beni bekliyordu. Ağaçların hışırtısı, etrafta dolaşan minik hayvanların kıpırtısını hissedebiliyordum. “Nasıl halacığım, nedir?” “Heyecanlanma, bak şimdi görürsün, tohum toprak kütüphanesini hiç duydun mu?” Hiç duymamıştım, neydi acaba tohum toprak kütüphanesi? Koşar adım ilerlerken halam anlatmaya başladı: Tohum toprak kütüphanesi, ata tohumlarından ve farklı toprak türlerinden oluşur. Geçmişten bugüne gelen, farklı bölgelerin tohumlarının saklandığı yerdir. Az sonra kocaman ağaçların kapısını gizlediği o muhteşem bahçeye ve sonra tıpkı bir kutuya benzeyen bahçe evine girdik. Daha önce hiç görmediğim bir odadaydık. Odanın dört bir yanı minik çekmecelerle dolu raflarla donatılmıştı. Halam tüm o minik çekmecelerin içinde ülkemizin farklı bölgelerinde yıllardır yetiştirilen sebze ve meyve tohumlarının bulunduğunu anlattı. Son bir senedir bu odada ata tohumları biriktirmeye başlamış ve bunları bahçesine ekip yetiştiriyormuş. Halam avuçlarımı açmamı istedi. Kısa bir süre sonra ellerimde küçük taneler vardı. Tohumları hiç böyle hayal etmemiştim. Kuru mısır taneleri, minik minik biber çekirdekleri, salatalık, domates, karpuz, maydanoz tohumları…“Evet, toprak bizim en büyük zenginliğimiz. Ancak ona iyi bakmamız gerek. Her tohum toprakla buluşup filizlendiğinde tüm canlıların yaşamı devam ediyor. Nasıl ki kütüphanelerdeki kitaplar düşünceleri, hayalleri, bambaşka karakterleri binlerce yıl ötesine taşıyorsa ben de ATA TOHUMLARInı toprakla buluşturup geleceğe ulaştırmak istiyorum. “Toprak, tohumlarla harmanlanıp canlanıyor. Tohumlar kendi zenginliklerini toprakla birleştirip bizlere ulaştırıyor.” dedi halam. Onu dinlerken tohum toprak kütüphanesinin ilk hikâyesini öğrenmiş gibiydim. Halam, mısır tohumlarını bana verdi ve bahçeye ekmemi söyledi. Sevinçle avcumda sıkıca tuttuğum tohumları toprakla buluşturdum. Artık sadece ağaçların konuştuğu dili anlamakla kalmıyor, tohum toprak kütüphanesinin değerini de biliyordum. Tohumu ektikten sonra toprağa dokunup “Sen olmasaydın, belki de doğanın bana bugünümüzün ve geleceğimizin zenginliğini anlatmak istediğini asla anlamayacaktım.” dedim. Toprak da bana cevap verircesine tohumları ektiğim yerden çıkan minik bir solucanla selam verdi.
Dinle
Toprağın Canciğer Dostları
Bir avuç toprak bulalım bir yerden, bir saksıya koyalım. İçine birkaç ayşekadın fasulye tohumu atalım, üstünü toprakla örtelim. Can suyunu verelim. Arada bir sulayalım. Bütün bunları yaptık mı? Yaptık. Neyi görmek istiyoruz, arkadaşlar? Toprağın bize dost olduğunu... Biz karşılık bekleyerek tohum vereceğiz ona ama o hiçbir karşılık beklemeden fasulye verecek bize. Bir bağırmada su, bir çağırmada süt isteyen bebekler gibiyiz. Topraksa annemiz gibi… Bencil değil, cimri hiç değil. Yağmur toprağın kalbine dokundu mu, güneş toprağın alnını okşadı mı değmeyin toprağın keyfine. Toprağın etekleri zil çalar o zaman. Mutludur. Her zamankinden daha cömerttir. Güzel Türkçemizde “Al gülüm ver gülüm” diye bir deyim var. Yapılan yardımın karşılığını beklemeyi anlatır. Toprağın sözlüğünde bu deyimin ilk yarısı var: “Al gülüm.” Toprak öğretmenimiz olur bazen; bize her şeyin karşılıklı olmadığını söyler. O verir, biz alırız. Ona teşekkür etmek aklımızdan geçmez. Ama o alınmaz, kırılmaz, gücenmez, darılmaz, küsmez. Yine verir. Gül, sümbül, lale, karanfil, leylak, kasımpatı... Elma, armut, üzüm, incir, kavun, karpuz... İlle de buğday! Boşuna dememiş Âşık Veysel, “Benim sadık yârim kara topraktır.” diye. Ah be âşık! Toprağın yüzü kara olabilir ama kalbi bembeyazdır. Sevmeyi bilir çünkü. Verdiğini yüreğinden verir, karşılık beklemeden. Toprak pazarlık bilmez, şart koşmaz. Böyle yaratılmıştır. Görevi budur. Ayakları altına serilmiştir insanoğlunun. Yalnız insanoğlunun mu? Bütün canlıların... Halımız, kilimimiz, yolluğumuz, seccademiz olmuştur. “Toprağı işleyen, ekmeği dişler.” atasözümüzü de hatırlayalım mı şimdi? “Emek veren çalışan, yemeye hak kazanır.” anlamına geliyor. Bir başka atasözünü de analım ki üzülmesin; “Beni neden hatırlamadılar?” demesin: “Bir avuç altının olacağına bir avuç toprağın olsun.” Ne demek peki? Altın harcanır biter ama toprak her zaman ürün verir. Yeter ki sen toprağın dilini öğren, onunla nasıl konuşulacağını bil. Ondan ne isteyeceğine, nasıl isteyeceğine karar ver. SEV TOPRAĞI! Bırakın, anneler babalar bizi, dokunalım toprağa. Kirlenir miyiz? Olsun. Kirlenirsek temizleniriz. Hem kim demiş toprak kirlidir diye? Aksine toprağı kirleten biziz. Tarım ilaçlarıyla, çevreye rastgele attığımız çöplerle, ev ve sanayi atıklarıyla… Biz kirletmediğimiz sürece toprak hep temizdir. Yoksa su bulamadığımız zaman avuçlarımızı toprağa sürdükten sonra yüzümüzde, kollarımızda gezdirip arınabilir miydik? Toprağın canciğer dostlarıyız biz. Keşke hep öyle olabilsek ve hep öyle kalabilsek…
Dinle
Merhaba! Ben Gül Kokulu Toprak
Biliyor musunuz, ben dünyada her şeyin bir canı olduğunu düşünüyorum. Dağın, taşın, havanın, suyun, her şeyin ama her şeyin bir canı olduğuna inanıyorum. Yok, öyle insanların canı gibi değil ama mutlaka bir canı var onların da. Nereden mi biliyorum? Bir “toprak” olarak kendimden biliyorum. Evet, ben bir toprağım ve üstümde olan biten her şeyden haberim var. Her türlü ürün benim bağrımdan çıkıyor, her türlü fidan bende ağaç oluyor, her türlü çiçek benim üstümden yayıyor güzelim kokularını. Sadece üstümdeki değil, altımdaki dünyadan da haberim var benim. Zengin maden yataklarını ben saklarım mesela. Cana can katan suların kaynağı da bendedir. Anlatmakla bitmez gizli hazinelerim. Bir cana sahip olduğum için insan gibi sevinmeyi de üzülmeyi de bilirim. En çok ne zaman üzülürüm, biliyor musunuz? Aziz vatanın bir parçası olduğum unutulduğu zaman. Evet, az da olsa böyle düşünenler çok üzüyor beni hatta kızdırıyor. Kendi kendime diyorum ki alayım şunları kollarımın arasına, şöyle birkaç saniye nefessiz kalsınlar, sonra bırakayım! Kendilerine gelince belki anlarlar, aziz vatanın bir parçası olduğumu. Bir toprak olarak çok sevindiğim hatta mutluluktan uçacak gibi olduğum zamanlar da oluyor. Beni en çok kim sevindiriyor biliyor musunuz? Çocuklar… Evet, o tatlı çocuklar bazen benim bağrıma fidan dikiyorlar ya işte o zaman keyfime diyecek olmuyor. Düşünsenize, minicik eller, sağa sola savrulup gitmeyeyim diye fidan dikiyorlar üstüme. Geçenlerde sevinçten ne yapacağımı bilemedim. Bir grup çocuk, başlarında öğretmenleriyle geldiler fidan dikmeye. O güzelim kazma kürek seslerinin arasından bir türkü sesi yankılandı. Çocuklar hep bir ağızdan, Âşık Veysel’den bir türkü tutturdular ki sormayın gitsin: “Dost dost diye nicesine sarıldım, Benim sadık yârim kara topraktır. Beyhude dolandım, boşa yoruldum; Benim sadık yârim kara topraktır.” Anladınız değil mi? Dost dost diye nicesine sarılanlar, sadık yâr olarak beni seçiyor. Bu güzellik karşısında sevinçten havalara uçulmaz da ne yapılır? Bir de ne dediler biliyor musunuz benim için? “Karnın yardım kazmayınan, belinen; Yüzün yırttım tırnağınan, elinen; Yine beni karşıladı gülünen; Benim sadık yârim kara topraktır.” Bunun böyle olduğunu ben biliyordum da, sevgili çocuklardan duymak harika bir şey oldu. Eminim o güzel çocukların gönüllerinden taşan sevgi günün birinde dünyayı gül bahçesine çevirecek. Belki bana da “gül kokulu toprak” diyecekler o zaman. O günler yakın. İnanıyorum buna.
Dinle
Toprak Gibi Olmak
İnsan her şeyden evvel topraktır. Hem beden hem ruh olarak insanı toprak yoğurur. Onu var eden kudret, bileşenine biraz da su ilave etmiştir. Balçık, varlığını suya borçludur. İnsan tabiat sofrasına oturduğu günden beri toprağa yaslamıştır sırtını. Her ne varsa insanın karnını doyuran, topraktan çarşıya pazara taşınmıştır. Âşık Veysel “Benim sadık yârim kara topraktır.” derken, Necip Fazıl “Toprak post Allah dost.” diye meseleye son noktayı koyarken insana kendisi kadar yakın bir şeyden bahsetmektedir. Çocukken öğrendiğim bir tekerlemede “Yağ yağ yağmur/ Tarlada çamur/Teknede hamur…” diyerek yağmuru çağırırdık. Büyüdükçe şunu fark etmiştim, yağmurun yağması tarladaki toprağı çamur yapar, tarla şenlenir ve buğday olur, buğdaylar öğütülüp una dönüşür ve un teknede hamur hâline getirilir. Hepsi toprağın yağmur ile yani su ile anlaşıp çamurlaşarak bereketlenmesi sonucudur. Toprakla canlıların ilişkisi üç yönlüdür: Birincisi, toprağın üstündekiler; ikincisi, toprağın içindekiler ve üçüncüsü; toprağın altındakilerdir. İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Akif’in “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı/ Düşün altında binlerce kefensiz yatanı” veya “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda.” dizelerinde geçen “toprak” kelimesi vatanı simgeler. Bu toprakların kolay vatan hâline gelmediğini ve her karışının şehit kanı ile sulandığını anlarız. Karıncadan zürafaya, insandan çam ağacına kadar bütün canlıların dolaşım ve yaşam alanıdır toprak. İnsan bir sırrı, bir umudu, bir müjdeyi içerisinde nasıl taşıyorsa toprak da içinde bir tohumu öyle taşır. Mademki topraktan gelip toprağa döneceğiz, öyleyse toprağı gözümüz gibi korumalı ve onu sevdiklerine kavuşturmalıyız. Boşuna söylememiş Necip Fazıl “Tohum saç, bitmezse toprak utansın!” diye. Toprak kendine verileni reddetmez. Ayağımızın altında dolaşır. Alçak gönüllüdür. Mevlâna topraktan yana yapar öğütlerinden birini: “Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol” der ve toprağa yönelenin eli boş dönmeyeceğini hatırlatır: “Toprağa ne ekildi de bitmedi. Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi?” Çıplak ayaklarınızı toprakla buluşturun, göreceksiniz betonun beyninize çöken ağırlığı gitgide yok olacaktır. Toprak topraktan geleni anlamaz mı hiç? Onun da kalbi vardır. İlk toprakla tanışan insanın tabiatın yeterince hırpalandığı bir yüzyılda yine ilk barışması gereken toprak olmalıdır. Her bir yağmur tanesini gökten toprağa selam diye gönderelim. Selam olsun “Bana rahmet yerden yağar.” diyen Yunus’a, selam olsun toprağa!
Dinle
Toprak Dedeyi Tanıyor Musunuz?
Hayrettin Karaca ile daha önce tanıştınız mı? Onu tanıyor musunuz? Biz ona Toprak Dede diyoruz. Toprak Dede, doğayı korumak için hayatı boyunca hiç yorulmadan çalışmış bir doğasever. Toprak Dede doğadaki tüm canlıları çok sever ve merak edermiş. Doğayı keşfetmek için uzun yıllar boyunca tüm Türkiye’yi gezerek bitkileri incelemiş. Elleriyle bitki örnekleri ve tohumları toplamış. Bu işi yapmayı o kadar çok severmiş ki her gittiği yerin doğasını hatırlar, hangi taşın altında hangi böcek, hangi yamaçta hangi bitki var bilirmiş. Öyle ki bitkileri hiç unutmaz ve tekrar gittiğinde hemen gidip o bitkiyi yerinde bulurmuş. Bir gün yine çok sevdiği bir köyün yakınlarından geçerken orayı yeniden ziyaret etmek istemiş. Ama bu ziyareti Toprak Dede’yi çok üzmüş. Çünkü köy hiç de bıraktığı gibi değilmiş. Kuraklaşan toprak, kaybolan bitkiler, azalan su, göremediği böcekler, çiçekler… Çok endişelenmiş ve hemen bir şeyler yapmalıyım, diye düşünmüş. Hem toprak hem de toprağın altındaki yaşam onun için çok ama çok kıymetliymiş. Toprak Dede, bu durum karşısında topraklarımızı erozyonlardan korumak için mücadele etmeliyiz, diye düşünmüş…Erozyon nedir? Toprağın üzerindeki bitki örtüsü yok olur veya tahrip edilirse toprak, koruyucusunu kaybetmiş olur. Eğer toprak üzerindeki bitkiler olmazsa rüzgârların ya da yağmur damlalarının şiddetiyle toprak taneleri yerinden kopar, toz bulutu olup etrafa savrulabilir ya da suya karışabilir. Buna “erozyon” adı verilir. Erozyon, önemli toprak kayıplarına neden olur. Toprak Dede, yakın arkadaşı olan Yaprak Dede Ali Nihat Gökyiğit ile buluşup ona gördüklerini anlatmış. Böylece kendisi gibi büyük bir doğasever olan Yaprak Dede ile birlikte erozyonla mücadele etmek için TEMA Vakfını kurmuşlar. • Toprak, yeryüzünü tıpkı bir battaniye gibi saran sihirli bir örtüdür. İçinde sayamayacağımız kadar çok canlı yaşar. Toprak böceklerin ve bitkilerin yuvasıdır, yediğimiz sebzeler ve meyveler topraktan gelir. Tüm ağaçlar, rengârenk çiçek açan bitkiler toprağa tutunur, topraktan beslenir. Bitkiler de toprağı kökleri ile tutarak korur. • Toprağa uzaktan baktığımızda genellikle onu sadece tanelerden oluşan bir madde gibi görürüz. Oysa toprakta ufalanmış kaya taneciklerinin oluşturduğu minerallerin dışında bitki kökleri, hayvan dışkıları, çürümüş yapraklar ve ölmüş böcekler ile ayrıca su ve hava vardır. Tüm bu maddeler farklı toprak çeşitlerinde farklı miktarlarda bulunur. • Toprağa düşen yağmur taneleri, toprağın derinliklerine doğru süzülür, buralarda birikir. Yeteri kadar biriktiğinde tıpkı dolu bir sürahiden taşan su gibi toprağın içinden yüzeye çıkar ve kaynak suyu olur. Kaynak suları dereleri, nehirleri oluşturur, içinde balıklardan kurbağalara kadar birçok canlıyı yaşatır. Kuşlar böcekler hatta hepimiz, topraktan gelen kaynak sularını içeriz. • Toprak, dev bir hazine sandığı gibidir. İçinde çok eski zamanlardan kalan tabakları, çanakları, aletleri, fosilleri saklar.
Dinle
Vay Canına
Bir denizanasının %95'i sudan oluşmaktadır. Bende diyorum neden susamıyorum. Yetişkin bir panda günün 12 saatini bambu yiyerek geçirir. Ben obur değilim, bambular çok lezzetli. Bir bukalemunun dili vücudu kadar uzayabilir. Boyun kaç ona göre yaklaşcam. Erkek imparator penguenleri, iki ay boyunca hiçbir şey yemeden dişisinin yemek getirmesini beklerler. Keşke internetten yemek söyleseymişiz. Karıncalar iki haftaya kadar suyun altında hayatta kalabilirler. İki haftalık tatil yapayım dedim.
Dinle
ORMANIN SAVUNUCUSU DR. SEUSS THE LORAX
ORMANIN SAVUNUCUSU DR. SEUSS THE LORAX Sevgili Arkadaşlar, Haydi, şimdi hepiniz gözlerinizi kapatın ve hiçbir ağacın olmadığı, dokunduğunuz her şeyin plastikten yapıldığı bir dünya hayal edin. Bu dünya, en büyük oksijen kaynağımız ağaçlardan yoksun. O yüzden de burada yaşayan insanlar temiz havaya hasretler. Hatta bazı fırsatçı insanlar, bu durumdan faydalanıp insanlara pet şişeler içinde “temiz hava” satmaya çalışıyor. Hepinizin âdeta kâbusa dönüşen bu hayalden bir an önce uyanmak istediğinizi duyar gibiyim. Bu hayalde size anlattıklarımın hepsi, bu sayımızda sizinle tanıştıracağım “Loraks” filmindeki Thneed-Ville adlı küçük şehirde maalesef gerçek oluyor. Üstelik Thneed-Ville sakinleri, bu plastik hapishaneye o kadar alışmış ki, sizler gibi ağaçsız bir dünyanın bir kâbus olduğunu fark edemiyorlar bile. Şehrin kötü kalpli iş adamı “Bay O’Tava” tarafından, bu dünyada yanlış giden bir şeyler olduğunu fark etmesinler diye, ağacın ve bitkilerin pis ve dünya için gereksiz olduğuna inandırılmışlar çünkü. Bir gün bu şehirde yaşayan 12 yaşındaki Ted, tek hayali bahçesine güzel mi güzel bir “Püskül Ağacı” dikmek olan Audrey isimli arkadaşının, bu hayalini gerçekleştirerek sevgisini kazanmak istiyor ve Thneed-Ville’in hikâyesi bir anda değişmeye başlıyor. RENGÂRENK PÜSKÜL AĞAÇLARININ ÜZÜCÜ ÖYKÜSÜ Ted, büyükannesinin tavsiyesiyle, Püskül ağacını bilen tek kişi olan ve şehrin dışında yaşayan “Tektek”i ziyaret ediyor ve ondan Thneed-Ville şehrinin geçmişiyle ilgili tüm gerçekleri öğreniyor. Meğerse Thneed-Ville önceden dört bir yanı rengârenk püskül ağaçlarıyla dolu, tüm canlıların neşe ve mutlulukla yaşadığı bir yermiş. Kocaman turuncu bıyıklarıyla sevimli mi sevimli orman yaratığı Loraks’ın tüm itirazlarına rağmen, Tektek püskül ağaçlarını daha fazla para kazanmak için birer birer kesmeye başlamış. Ağaçlar yok olunca Thneed-Ville, temiz havanın bile olmadığı korkunç bir yere dönüşmüş. Bu hikâyeyi dinledikçe Ted, artık sadece arkadaşı Audrey’yi mutlu etmek için değil, içinde yaşadığı şehri yeniden eski mutlu günlerine döndürmek için de kolları sıvamaya karar veriyor. Tektek’ten aldığı son püskül ağacı tohumunu dikmek için şehre dönen Ted’i, kötü niyetli O’Tava ve adamlarına karşı zorlu bir mücadele bekliyor. NOT: Ağaçların havadaki kötü gazları emerek bizim için zararsız hâle getirdiğini, her bir ağacın iki insanın tüm bir yıl boyunca ihtiyaç duyduğu oksijeni ürettiğini biliyor muydunuz sevgili arkadaşlar? Tıpkı Loraks gibi, biz de dünyamızın en büyük oksijen üreticisi olan ağaçların kıymetini bilelim ve onları korumayı, yeni fidanlar dikerek çevremizi ağaçlandırmayı unutmayalım. NOT: Loraks filmi, tam 46 tane çocuk kitabı yazmış Dr. Seuss’un yine çok sevilen bir hikâyesinden esinlenerek yapılmış. Çoraplı Tilki ve Şapkalı Kedi gibi birbirinden renkli ve komik karakterlerin hikâyelerini kaleme alan Dr. Seuss yaşasaydı bugün tam 117 yaşında olacakmış. Filmin adı: Loraks Yönetmeni kim: Chris Renaud, Kyle Balda Kaç dakika: 1 saat 27 dakika Yapım yılı ne zaman: 2012 Türü ne: Animasyon Nerede yapıldı: ABD Orijinal adı ne: Dr. Seuss’ The Lorax
Dinle
Sezai Karakoç
DİRİLİŞ ÖNCÜSÜ BİR ÖZEL İNSAN: SEZAİ KARAKOÇ 1933-2021 “O çocuğu bekliyoruz. Dünyayı değiştirecek, yenileyecek meşhur kelimemizle söyleyelim, diriltecek çocuğu. O çocuğu ki, görüntüye değil, öze, dışa değil, içe baksın. O çocuğu ki, ön planı değil, arka planı görsün. O çocuğu ki, reklâm ve propaganda edilenleri değil, edilmeyenleri bilsin.” Sezai Karakoç” Bir özel insan düşünün… Diyarbakır Ergani’de dünyaya geldi. Ortaokulu tüm sevdiklerinden uzak bir diyarda, yatılı olarak Kahramanmaraş’ta, liseyi Gaziantep’te, üniversiteyi Ankara’da okudu zorluklarla. Her bir ayrılık, zorluk, mahrumiyet, yalnızlık onu olgunlaştırdı, pişirdi, yetiştirdi. Önemli bir yazar, şair ve düşünür oldu. Sezai Karakoç… Dergiler insanların yetişmesine önemli bir katkı sağlar. O da dergilerle tanıştı, yazıları ve şiirleri gazete ve dergilerde yayımlandı. Kendisi de gazete ve dergi yayımlayarak halkımızı aydınlatmaya devam etti. İnsanların bilinçli olması, okuması, düşünmesi ve çalışması gerektiğini söyledi. Kitaplar yazdı. Konferanslar verdi. Sohbetleri hiç eksilmedi. Tarih, kültür ve medeniyetimizden kopmamak, ona yabancı olmamak gerektiğini anlattı. Ne kadar zorluklar yaşasak da umudumuzu hep canlı tutmamızı istedi. Ruhumuzun, bedenimizin, zihnimizin capcanlı olmasını önemsedi. İnsanlığı dirilişe çağırdı. Mevlâna, Yunus Emre ve Mehmet Âkif gibi dirilişin öncülerine işaret etti. Monna Rosa’da saf sevgiyi gösterdi. Hep düşündü, üretti, konuştu, yazdı, çalıştı gençler için, milletimiz için, insanlık için. Sade yaşadı, şöhret peşinde koşmadı, kimsenin gözüne girmek için çabalamadı. Devletin verdiği kültür ödülünü kabul etti ama ödül olarak verilecek paranın milletimiz için harcanmasını istedi. Batı’yı da Doğu’yu da tüm yönleriyle tanıdı, kavradı, yorumladı. Her bir gencimizin Taha temsiliyle bir diriliş eri olmasını istedi. Ülkemiz için, insanlık için böylesine özel ve değerli olan yazar, şair, düşünür ve duruş insanı Sezai Karakoç 16 Kasım 2021’de aramızdan ayrıldı. Seksen sekiz yıllık ömrü hep diriliş sevdasıyla geçti. “Çocuk benim ülkemdir.” diyerek onları; geleceğin kahramanı, ideal çocuk, inci gibi çocuklar, seher çocukları ve Tanrı armağanı şeklinde niteleyen Sezai Karakoç vefat ettiyse de eserleriyle aramızdadır. Onu okumalı, anlamalı ve hayırla anmalıyız. Rabbim mekânını cennet eylesin. ÇOCUKLUĞUMUZ Annemin bana öğrettiği ilk kelime Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde Annem bana gülü şöyle öğretti Gül, O’nun, O sonsuz iyilik güneşinin teriydi Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde Binmiş gelirdi Ali bir kırata Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından Asya’da, Afrika’da, geçmişte gelecekte Biz o atın tozuna kapanır ağlardık Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman Ali olmaktan bir sedef her çocukta Babam lâmbanın ışığında okurdu Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık Fetihlerde bayram yapardık İslam bir sevinçti kaplardı içimizi Peygamber’in günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık Bedir’i, Hayber’i, Mekke’yi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık Mekke’nin derin kuyularından iniltisi gelirdi Kediler mangalın altında uyurdu Biz küllenmiş ekmekler yerdik razı İnanmış adamların övüncüyle Sabırla beklerdik geceleri Şimdi hiç birinden eser yok Gitti o geceler o cenk kitapları Dağıldı kalelerin önündeki askerler Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi (1960) *Gün Doğmadan, sayfa 97-98
Dinle
Efe'nin Güç Kartı
EFE’NİN GÜÇ KARTI Güç kartları, gelişimsel yetersizliği olan çocuklarda etkili bir şekilde kullanılan öykü-temelli uygulamalardan biridir. GÜÇ KARTLARI; bireyselleştirilebilmesi, uygulama süresinin kısa olması, kolayca uygulanabilmesi ve maliyetsiz olması nedeniyle verimli bir uygulamadır. Merhaba! Ben Efe. 9 yaşındayım ve Ankara’da yaşıyorum. 4. sınıfa gidiyorum. Okulumu ve arkadaşlarımı çok seviyorum. Arkadaşlarım da beni çok seviyor. Ama biliyor musunuz? Ben eskiden okula gitmek ve arkadaşlarımla zaman geçirmek yerine evde olmayı ve oyuncak tavşanım Ton Ton ile zaman geçirmeyi daha çok severdim. Evde hep televizyon izlemek, Ton Ton’la oynamak ya da resim çizmek isterdim. Ev daha eğlenceli ve tabii ki daha rahat gelirdi. Üstelik evde uymam gereken kurallar da daha azdı. Okuldaysa yerine getirmem gereken daha fazla görev ve uymam gereken daha fazla kural vardı. Bu kurallar yüzünden kafam çok karışırdı ve kimi zaman kurallara uymayı unuturdum. Peki kurallara uymayı unuttuğumda ne mi olurdu? Öğretmenim ve arkadaşlarım beni uyarırdı. Bu da beni çok üzerdi. Bu gibi durumlarda okuldan eve gittiğimi ve Ton Ton’a sarıldığımı hayal ederdim. Peki nasıl oldu da birden her şey değişti? Nasıl oldu da ben okulda kalmayı ve arkadaşlarımla oynamayı bu kadar sevmeye başladım? Öğretmenimin verdiği bir kartla! Evet, sadece küçük bir kartla! Gelin size küçük kartımı tanıtayım ve kartımın ilginç hikâyesini anlatayım. Öğrenmeye hazır mısınız? Birgün eve gidince anneme okulda yaşadığım, hissettiğim her şeyi anlattım. Annem beni anladığını ve bu problemi öğretmenimle de paylaşmamı istedi. Ben de annemi dinledim ve öğretmenime de durumu anlattım. Birkaç gün sonra, odamda Ton Ton’la oynarken annem geldi. Benimle biraz sohbet ettikten sonra Ton Ton’un fotoğraflarını çekmek için benden izin istedi. Anneme Ton Ton’un fotoğraflarını neden çektiğini sordum. Annem de öğretmenimin benim en sevdiğim oyuncağımı sorduğunu söyledi. Annem için bu sorunun yanıtını bulmak çok kolaydı. Çünkü benim tüm gün oyunlar oynadığım, konuştuğum hatta birlikte uyuduğum Ton Ton’um vardı. Peki ama öğretmenim neden benim en sevdiğim oyuncağımı sormuştu? Sanırım beni bir sürpriz bekliyordu. Giderek daha fazla meraklanmaya başlamıştım. O kadar heyecanlanmıştım ki anneme, “Anne yarın okula gitmek için sabırsızlanıyorum!” dedim. Bütün gece meraktan uyuyamadım ve sabahı iple çektim. Sabah okulun bahçe kapsında öğretmenimle karşılaştım ve öğretmenime “Benim için hazırladığınız sürpriz nerede diye sordum?” Öğretmenim üzerinde Ton Ton’un resminin ve bazı yazıların olduğu bir kâğıt ve bir kart ile bana gülümseyerek “Bak burada neler varmış? Ton Ton’a ‘Günaydın.’ de.” dedi. Ardından birlikte sınıfımıza geçtik ve öğretmenim bana “Ton Ton’un Okul Günlüğü” isimli öyküyü okudu. Öyküde Ton Ton’un okulda kurallara uyduğu ve bu nedenle çok mutlu olduğu yazıyordu. Bir de Ton Ton benden de bazı kurallara uymamı bekliyormuş. Öyküyü merak ettiniz mi? Gelin size de okuyayım: “Ton Ton okulunu, öğretmenini ve arkadaşlarını çok sever. Okul kurallarına uymanın çok önemli olduğunun farkındadır. Ton Ton, zil çaldığında koridorda koşmadan sınıfına gider, öğretmeninin sorduğu soruları yanıtlamak için parmak kaldırır ve arkadaşlarının eşyalarını almadan önce onlardan izin ister. Ton Ton sınıfta ve teneffüste uyması gereken kuralları biliyor ve senden de şu üç kuralı hatırlamanı istiyor: Ders zili çaldığında koridorda koşmadan, yürüyerek sınıfına git. Öğretmeninin sorduğu soruları yanıtlamak için parmak kaldır. Arkadaşlarının eşyalarını almadan önce onlardan izin iste. Sen de Ton Ton gibi kurallara uy ve okulda çok mutlu ol!” Öğretmenim öyküyü bana okuduktan hemen sonra küçük kartın üzerinde yazanları da okudu. Aslında kartta yazanlar öyküde de yazıyordu ama daha kısaydı. Kartta da şunlar yazıyordu: “Ton Ton sınıfta ve teneffüste uyması gereken kuralları biliyor ve senden de şu üç kuralı hatırlamanı istiyor: Ders zili çaldığında koridorda koşmadan, yürüyerek sınıfına git. Öğretmeninin sorduğu soruları yanıtlamak için parmak kaldır. Arkadaşlarının eşyalarını almadan önce onlardan izin iste. Sen de Ton Ton gibi kurallara uy ve okulda çok mutlu ol!” Öğretmenim kartı da okuduktan sonra bana 3 tane soru sordu. 2 tanesini doğru yanıtladım ama 1 tanesinin yanıtını hatırlayamadım. Hatırlayamadığım soru için öğretmenim “Haydi bu kısmı tekrar okuyalım. Dikkatlice dinle.” dedi ve öyküdeki ilgili cümleyi tekrar okudu. Soruları doğru yanıtladığımda “Aferin sana, çok güzel dinlemişsin.” dedi ve bana gülümsedi. Bu beni çok mutlu etti. Soruları bittikten sonra öğretmenim kartı cebime koydu ve kuralları hatırlamaya ihtiyaç duyduğum her zaman bu karta bakmam gerektiğini bana söyledi, ardından “Haydi dersimize başlayalım.” diyerek benden sırama oturmamı istedi. Okulda Ton Ton’un, en iyi arkadaşımın, yanımda olduğunu bilmek çok güzeldi. Ara sıra Ton Ton’un bana söylediği kuralları unutsam da öğretmenim parmaklarıyla tavşan kulağı yaptığında hemen kartı okumam gerektiğini hatırlıyor, kartımı cebimden çıkararak okuyor ve hemen uymam gereken kuralları hatırlıyorum. Öğretmenimin benim için hazırladığı bu kartın okulda bana güç verdiğini düşünüyorum ve o yüzden onun adını GÜÇ KARTI koymaya karar verdim. Öğretmenim de kartımın adını çok beğendi. Artık güç kartım sayesinde okulda olmayı ve arkadaşlarımla zaman geçirmeyi her zamankinden daha çok seviyorum!
Dinle
Esra Bayrak
Merhaba, ben Esra BAYRAK. Samsun’un Çarşamba ilçesinde dünyaya geldim. Ortaokula başladığımda antrenörüm beni köyümden alarak Samsun’a getirmek istedi. Bu şekilde hem eğitim hayatımı sürdürebileceğimi hem de yeteneğimi geliştirebileceğimi söyledi. Benim köyümde spor yapan bir kız çocuğu yoktu. Bu, ilçemiz ve köyümüz için çok sıra dışı bir durumdu. Bu yüzden hem ailemi hem akrabalarımı hem de bütün köyümüzü ikna etmesi gerekiyordu. Bir dizi zorlu sürecin ardından ailem evden ayrılmama razı oldu ve ben 13 yaşında atletizme başladım. 14 yaşıma geldiğimde Türkiye Özel Sporcular Federasyonu ile tanıştım. İl birincisi olmamın ardından 15 yaşımda Millî Takım’ımıza çağrıldım. Bu benim hem aileme hem de kendime verdiğim sözün ilk aşamasıydı. Burada kalmayacaktım elbette. Doğup büyüdüğüm yerin adı olan Umut Mahallesi gibi benimle aynı kaderi paylaşan tüm kız çocuklarının umudu olacaktım. Uluslararası düzeydeki ilk deneyimim 2017 yılında Çek Cumhuriyeti’nde gerçekleştirilen Avrupa Para Atletizm Şampiyonası’ydı. Şampiyonada 60 metre stilinde yarıştım ve sonuncu oldum. Bu durum bende büyük bir burukluk yarattı. Antrenörüm ve ailem bu zor günlerimde bir an olsun yanımdan ayrılmadılar. O zaman kendime bir söz verdim: “Her gün kaybedebilirim ama bir gün mutlaka kazanacağım.” Yılmadan çalışmaya devam ettim. Aynı yıl gerçekleştiren IPC Dünya Gençler Şampiyonası’nda dünya rekoru kırarak şampiyon oldum. Bu ülkemiz tarihinde özel sporcular adına bir ilkti. Mutluluğumu ve sevinç gözyaşlarımı dün gibi hatırlıyorum. Bir yıl sonra Avrupa Şampiyonası’nda beni geçen rakiplerimle Fransa’da düzenlenen Dünya Atletizm Şampiyonası’nda tekrar karşılaştım. Dünya Şampiyonluğu daha önce ülkemiz adına özel sporcular tarafından kazanılmamış bir madalyaydı. Sahadaysa paralimpik oyunlara defalarca katılmış, kazanmış rakiplerim vardı. Takoza oturduğum zaman hayat sanki durmuştu. Bir anda gelen çıkış sesiyle sanki köyümün dağlarında koşuyormuşum gibi özgür hissettim kendimi. Tüm yorgunluğum bir anda yok olmuştu. Hiçbir şeyden korkmadan doğruca bitiş çizgisine doğru koştum. Hiç kimsenin o güne kadar ihtimal bile vermediği bir ilk gerçekleşti ve ben Dünya Şampiyonu oldum. Bize destek olan vatandaşlarımızın mutluluğu, sevinç gözyaşları görülmeye değerdi gerçekten. Ve ben o an başka bir şeyi fark ettim: Ben ve arkadaşlarım sadece kendi hayallerimiz için değil bir ülkenin gururu ve umudu olmak için yarışıyorduk. 2018 Dünya şampiyonluğundan bu yana 60 metre stilinde henüz geçilmedim. Üst üste üç Dünya, iki de Avrupa Şampiyonluğu kazandım. Şu anda biri Dünya, diğeri Avrupa Şampiyonu olan iki arkadaşımla birlikte yaşıyorum. Bu arkadaşlarımdan Fatma Damla Aydın’la Tokyo’da düzenlenen Paralimpik Oyunlarına birlikte katıldık. Bana bunun nasıl mümkün olduğunu soruyorlar: Olimpiyatlara tarih boyunca sadece bir kişiyle katılabilmiştik. Siz aynı evden iki kişi katılmayı başardınız. Bu bir tesadüf mü? Elbette değil. Başarımın adı Vildan GÖZ yani antrenörümün annesi. Bize sekiz yıldır hem annelik hem ablalık ediyor. Bazı kahramanların pelerine ihtiyacı yoktur. Bizim de Vildan Anne’miz öyle işte. Benim gibi sekiz özel sporcunun bakımını üstleniyor. Mücadelem henüz bitmedi. Ülkeme tarihteki ilk kadın atletizm madalyalarını getirmek ve benim gibi kapılar arkasında kalan tüm özel çocuklara ve ailelerine, inanıldığında nelerin başarılabileceğini göstermek istiyorum. UNUTMAYIN! Siz çocuklarınızı özgür kıldığınız ve onlara destek olduğunuz sürece, onlar da kendi hayallerini özgür kılacak ve kendi zaferlerini kazanacaklardır.
Dinle
Eğlence Zamanı
Rekortmen Sebzeler Yemek olarak soframıza lezzet katan bazı sebzelerin de rekorlar kırdığını biliyor muydunuz? Sıra dışı büyüklükleriyle Guinness Rekorlar Kitabı'na geçen birkaç bitkiyi tanıyalım. • İngiltere'de Peter Glazebrook adlı çiftçinin yetiştirdiği dünyanın en büyük karnabaharı tam 27,5 kg ağırlığındaydı. • Birçok sebze rekorunun sahibi Peter Glazebrook, 9,1 kg ile dünyanın en ağır havucunu da yetiştirmiştir. Dünyanın en uzun havucunu yetiştiren ise 6.2 metrelik havuçla bu rekora ulaşan Joe Atherton'dur. İngiliz çiftçi Tony Glover 9 kg ağırlığındaki dev soğanla Guinnes Rekorlar Kitabı'na girerken, ABD'de yaşayan Dan Sutherland ise 3,9 kg ile dünyanın en ağır domatesi ile rekora ulaşmıştır. • Alaska'dan Scott A. Robb'un yetiştirdiği dünyanın en ağır lahanası ise 62, 7 kg ağırlığındaydı. Biliyor muydunuz? Camın üretiminde ana madde olan toprak türü (kum) öğütülür ve 1.000-1.500 derece sıcaklıktaki fırınlarda eritilir. Kumun erime noktası yüksek olduğu için içine soda ve kireç eklenir. Bu maddeler camın kırılganlık özelliğini de azaltır. Renkli cam üretiminde buna ek olarak kobalt, uranyum, altın gibi maddeler eklenir. Bu karışımlar yeterli derecedeki sıcaklıkta eriyerek akışkan bir hal alır. Bu aşamada maddeye presleme ve üfleme gibi yöntemlerle şekil verilerek cam kullanıma hazır hale getirilir. Tuhaf Bilmeceler 1) İçi boşaldıkça büyüyen şey nedir? 2) Kaplumbağalar neden başka kıtalara göç etmez? 3) Yırtıcı bir hayvana nasıl bakılır? 4) Bir elmanın yarısı neye benzer? 5) En çok kardeşi olan meyve hangisidir? 6) Hayvanlar hangi mevsimi sevmez? 7) Hangi gül kokmaz? 8) Hangi maymunlar ağaca çıkamaz? 9) Uyumayı çok seven hayvan hangisidir? 10) Karanlıkta neyimizi göremeyiz?
Dinle
Serçe ile Kırlangıç
SERÇE İLE KIRLANGIÇ BENZEMEZ KIRLANGIÇLARA KÜÇÜK SERÇE YURDUNU ÇOK SEVER YAZI DA BİZİMLE GEÇİRİR KIŞI DA HELE KAR YAĞINCA PENCERE ÖNÜNDE TİR TİR TİTRERKEN SERÇELER KIRLANGIÇLAR BİR DE YUVALARININ KAPISINI SIVAYIP GİDERLER
Dinle
Dergi Dokümanlarını indir
Sesli dergideki ses dosyalarını buradan indirebilirsiniz
Dokümanlar