Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Bekler Bizi Arkadaşlar Yolculuk Var
Anasayfa
Bekler Bizi Arkadaşlar Yolculuk Var
Kapak
Bekler Bizi Arkadaşlar Yolculuk Var
Dinle
Editörden
Merhaba sevgili arkadaşlar, Zaman nasıl da hızla geçiyor değil mi? Sonbahar, kış, ilkbahar derken nihayet yaz mevsimine ulaştık. Eylül ayında sizler okula başlayacak olmanın heyecanını yaşarken bizler de dergimizin ilk sayısını okuyucularımızla buluşturmanın heyecanını yaşıyorduk. Şimdi koca bir yılı geride bırakıp karnelerinizi alıyorsunuz, bizler de yayın hayatımızın ilk yılını tamamlıyoruz. Okullar açılırken “Heyecanımızla Merhaba!” diyerek yayımladığımız ilk sayımızla olduğu gibi şimdi de “Bekler Bizi Arkadaşlar Yolculuk Var!” diyerek yaz sevincinize ortak oluyoruz. Sevgili Çocuklar, Pandemi koşulları, koronavirüs tehlikesi, vaka sayılarında yaşanan artış ve azalışlar derken okullarımız bir kapandı, bir açıldı. Derslerinizin büyük bir bölümünü ekranlar karşısında, uzaktan eğitim yoluyla sürdürmek zorunda kaldınız. Biliyoruz ki derslerinizi TRT EBA TV üzerinden takip ederken, canlı derslere katılırken, öğretmenlerinizin verdiği ödevleri, projeleri ve sorumlulukları yerine getirirken çok yoruldunuz. Her zamankinden çok daha fazla çalıştınız. Kısacası yakında başlayacak yaz tatilini her zamankinden çok daha fazla hak ettiniz. Yaz tatili; yıl boyunca yaşadığınız bu yorgunluğu geride bırakmak, dinlenmek için büyük bir fırsat sunuyor size. Artık gönlünüzce eğlenebilir, yetkililerin uyarılarına dikkat etmek koşuluyla gezip dolaşabilir, pandemi koşullarını göz önünde bulundurarak istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz. Tatil bölgelerine veya köylerinize gitmek, müze ve ören yerlerini ziyaret etmek, sanatsal ve sportif etkinliklere katılmak ve yapılabilecek daha pek çok şey yaz boyunca sizleri bekliyor. Ancak tüm bunları yaparken yıl boyunca öğrendiğiniz bilgileri zaman zaman tekrar etmeyi ve gününüzün bir bölümünü okumaya ayırmayı sakın ihmal etmeyin. Sevgili Çocuklar, Çok sevdiğiniz öğretmenlerinizle, biricik arkadaşlarınızla bir arada bulunmayı; okul bahçesinde oynadığınız oyunları, sınıfınızın penceresinden size gülümseyen güneşi kısacası okulunuzla ilgili her şeyi çok özlediğinizi biliyoruz. Umuyoruz ki bir sonraki buluşmamızda bu mutluluğu yine hep birlikte yaşayacak, hiçbir sınırlama olmadan yüz yüze eğitime başlayacağımız o günlerde de birlikte olacağız. Bir sonraki sayımızda görüşünceye kadar sevgiyle kalın.
Dinle
İçindekiler
Kuş Olmak İsteyen Yaprak Yazla Gelen Belis’in Sevgisi Pati ile Yolculuk: Bu Yaz O Yaz İşte Zeynep’in Doğa Güncesi: Kum Zambağı Her Zaman Oyun Bir Soru Binbir Cevap Tatilde Sözlük Okumak Mırnav Dostları Kurbağa Evindeki Balık Hangileri Aynı? Yılın Müzik Sanatçısı: Şevval Koç Çocukların Kahramanı Bir Yazarın Hayat Masalı Mehmet Nezir Gül Küçük Kurbağa Her Gün Herkesin Olsun Atölye Büyüteç B-612 Dışarıda Bahar Olmalı Nasreddin Hoca Gökyüzü Dostluğu İçimdeki Şu Müziği Hangi Çalgılarla Duyursam? Çağan Kuzey Öztürk’ten Üç Şiir Balkız ve Kiraz Fidanı Paylaşmak Balkondaki Şenlik “Bütün Yaz Ne Yapacağım, Can Sıkıntısından Nasıl Kurtulacağım?” Diye Düşünenlere Siz Yeter ki İsteyin! Pamir Anadolu Medeniyetleri Müzesinde Gülümse Neden? Etkinlik Zamanı Eşleştirme Oyunu Eğlenceli Egzersizler Eğlence Zamanı Eğlence Zamanı Bulalım Eğlenelim Aşağıdakilerden Hangisi...
Dinle
KUŞ OLMAK İSTEYEN YAPRAK
Kuş olup uçmak ister Yaprakları O ağacın. Hadi söyleyelim ismini: Salkım söğüt Aramızda kalsın. Konuşurken duymuş Kuşların biri Uçup gitmekmiş Uzaklara Her yaprağın hayali. Annesiz bir kuş Söze karışmış hemen Sen uç, demiş Tak kanatlarımı Ben yaprak olur Beklerim ağacımı.
Dinle
Aramızda Yazla Gelen
Hepinize merhaba çocuklar, Görüşemediğimiz süre içerisinde yine hareketli günler geçti. Özellikle korona tedbirleri sebebiyle hayatımızda neredeyse her gün bir değişiklik oluyor. Uzun süren kapanma günlerinizi nasıl geçirdiğinizi merak ediyorum doğrusu. Evde bulunduğu süreyi yapmak istedikleriyle geçirenler olduğu gibi günleri geçirmekte zorlananlar da olmuştur. Zorlananı da kolay geçireni de normal görmeliyiz çünkü herkesin koşulları birbirinden farklıdır. Günler geçtikçe yaz tatiline de yaklaşıyoruz. Pandemi koşullarının bize nasıl bir yaz tatili hazırladığını bilmemekle birlikte biz her şey daha iyi ve normal olacak umuduyla düşünmeye başlayalım, ne dersiniz? Yaz tatili denince benim aklıma rahat kıyafetler, açık hava, buz gibi karpuz ve geç kararan günler geliyor. Uzun süren gündüzler sanki daha fazla yaşıyormuşuz hissi veriyor bana. Kışın erkenden kararan hava ve insanın içine işleyen soğuktan sonra nasıl da iyi gelir yazın sıcağı, değil mi? Sizler için yaz mevsiminin en güzel taraflarından biri de okulun tatil olması diye düşünüyorum. “Yaşasııın, erken kalkmak yok!” ya da “Yaşasıııın, ödev yapmak yok!” diyorsunuz gibi geliyor kulağıma. Haklısınız, her öğrenci yaz tatilini iple çeker. Ben de dört gözle beklerdim o günleri. Bu yazıdaysa yaz tatilinde neler yapabileceğimizi konuşalım istiyorum. Diğer bir deyişle yaz tatilini değerlendirebilecek seçeneklerden bahsedelim. Bazı anket ya da röportaj sorularından biridir: “Boş zamanlarınızda ne yapmaktan hoşlanırsınız?” Çoğu kişi de kalıp cevaplar verir; kitap okumak, film seyretmek, seyahat etmek gibi. Oysa bu kadar çok kişinin aynı şeylerden hoşlanması, boş vakitlerini aynı şekilde değerlendirmesi pek de inandırıcı gelmiyor bana. Bugünün telaşlı, bir yerlere yetişmeye çalıştığımız dünyasında azıcık boş vaktimiz olduğunda bunu gerçekten zevk aldığımız, bizi heyecanlandıran işlerle geçirmeliyiz, diye düşünüyorum. Herkesin verdiği cevaplardan biraz uzaklaşıp kendi cevaplarımızı bulabilmemiz için önce doğru soruları sorarak başlamak gerekir. Peki, nedir bu doğru sorular? Ne yaparken kendimi tam da bulunmak istediğim hâlde hissediyorum? Bazıları şarkı söylerken, bazıları doğa yürüyüşü yaparken, bazıları futbol oynarken ya da belki garip gelecek ama bazıları hiçbir şey yapmadan sadece oldukları yerde dururken kendilerini bulunmak istedikleri hâlde hissederler. Bu sorunun cevabı aslında neye ihtiyacımız olduğu sorusuyla da ilişkilidir. İhtiyacımızı karşıladığımızda kendimizi daha mutlu hissederiz. Ne yapmaya doyamıyorum? Evet biraz garip bir soru gibi duyuluyor ilk başta. Bu yemek değil ki bununla doyalım, diyebilirsiniz. Öyle değil de duygu olarak doymaktan bahsediyorum aslında. Yaparken hiç sıkılmadığınız işler sizin tutkunuzdur. İnsan sevdiği işi yaparken hem daha çok keyif alır hem de daha iyi öğrenir. Neyi düşünmek beni heyecanlandırıyor? Bu sorunun cevabıysa bizi hayallerimize götürür. Hayallerimize giden yola çıkmak boş zamanlarımızı değerlendirmek için en iyi seçeneklerden biri olabilir. Bu soruların cevaplarını düşünürken yaz tatili için neler yapabileceğinizi bulmak kolaylaşacaktır, diye umuyorum. Fransız yazar, felsefeci Simone de Beauvoir (Simon dö Bovuar)’ın bir sözü geldi aklıma: “MUTLULUK, HERKES GİBİ YAŞARKEN KİMSE GİBİ OLMAMAKTIR.” İşte kendiniz olarak mutluluğa gidebilmek için bu yaz tatili ilk adımınız olsun. Sevgiyle kalın.
Dinle
Belis'in Sevgisi
Belis, okullar tatil olunca annesi Ramila Hanım’la İskenderun’daki teyzesini ziyarete gitmişti. İskenderun, Amanos Dağları’nın etekleriyle tatlı yokuşlu tepelerine kurulan şirin bir körfez şehriydi. Güneş her sabah dağların ardından yükselir, akşam olunca Akdeniz’in sıcak sularında kaybolurdu. Güneşin batışı öylesine güzeldi ki insanlar gün batımını seyretmek için her akşam sahilde gezintiye çıkarlardı. Bir hafta sonu Belis, annesi ve teyzesiyle birlikte hem şehri gezmek hem de o muhteşem gün batımını seyretmek için sahile indi. Sahilin simgesi olan uzun palmiyeler ve sık yapraklı kauçuk ağaçları karşıladı onları. Kauçuk ağaçları yeşil yapraklarını Akdeniz’in maviliğine nispet edercesine cömertçe sunuyordu etrafa. Uzun yürüyüş yolundaki birçok çocuk parkı ve çay bahçesi, sesini duyacak kadar yakınındaydı denizin. Mavi ve yeşil renklerin arasında hiç yorulmadan uzunca bir yürüyüş yapan Belis, Deniz Müzesinin önündeki parka gelince durdu. Parkın ortasındaki ilginç yapıt dikkatini çekmişti. Belis, “Anne, bak dünyanın heykelini dikmişler!” diyerek yapıtın olduğu yöne doğru koşmaya başladı. Gerçekten mermer bir sütunun üstünde dünya heykeli vardı. Belis iyice yaklaştı ve Türkiye’nin olduğu yeri bulmaya çalıştı. Amerika, Afrika, Asya kıtası… “İşte buldum! Güzel ülkem Türkiye!” dedi sevinçle. Türkiye’den sonra annesi Ramila Hanım’ın ana yurdu Azerbaycan’ı aradı ve kısa sürede onu da buldu. Anne ve babasının söylediği “Biz iki devlet, bir milletiz.” sözü geldi aklına. Belis, Azerbaycan’ı annesi, Türkiye’yi babası gibi seviyordu. Ramila Hanım ile kız kardeşi boş bir bank bulup oturmuş, merakla Belis’i izliyorlardı. Belis, kollarını iki yana açıp dünyayı kucakladı, sonra da dünyanın etrafında dönerek kollarıyla ölçmeye başladı. Bir kulaç, iki kulaç, üç kulaç… Bir süre sonra öbür yüzüne geçti ve nihayet başladığı noktaya geldi. Sonra mermer sütunun üstünden indi, koşarak annesinin yanına gitti ve ona sımsıkı sarıldı. Ramila Hanım da Belis’e sarılarak onu yanaklarından öptü. - Hayrola kızım, dünyayı mı ölçtün, ne yaptın orada öyle? - Anneciğim, seni dünyalar kadar seviyorum diyordum ya. - Evet, diyordun. - Artık dünyalar kadar değil gökteki küçük yıldızlar kadar seviyorum. - Niçin küçük yıldızlar kadar seviyorsun, söyle bakalım? - Gökteki yıldızlar sayılamayacak kadar çok olduklarından seni onlar kadar çok seviyorum. Kızının sözlerinden oldukça etkilenen Ramila Hanım, “Canım kızım, ben de seni çok seviyorum!” diyerek onu bağrına bastı. Sonra hep birlikte güneşin batışını seyretmek için yürüyüşlerine devam ettiler.
Dinle
Pati ile Yolculuk Bu Yaz O Yaz İşte
Dostum Pati, hadi yine iyisin! - Niye ki? - Ailecek tatile gidiyoruz, tatile. - Nereye, nereye, nereye? - Güzel Atlar ve Balonlar Diyarı’na tatile gidiyoruz. Sevincimiz rüzgârla dans eden buğday başakları. Orada iki kardeş Ceren’le Can bizi bekliyor. Can, halamın oğlu; Ceren de halamın kızı. Geçen yaz, Can ile iyi vakit geçirmiştik. O zamandan bu zamana telefon görüşmelerimizde Can, geleceğimiz günü iple çektiğini söylüyor. Oynayacağımız oyunları ve gezeceğimiz yerleri ballandıra ballandıra anlatıyor. Onunla iyi anlaşıyorum, seviyorum Can’ı. Aramıza giren yedi kocaman aya rağmen aynı yaştayız. Ceren ise, Can’ın küçüğü. Ama büyümüş de küçülmüş bir kız, tuttuğunu koparıyor. Her ikisiyle de ilk kez tanışacak Pati. Gözlerinde biraz korku var sanki. “Ya beni sevmezlerse…” der gibi. Belli ki, ilk karşılaşma anının heyecanı sarmış onu. Pati, daha gitmeden sorulara başladı. Hem Ceren’le Can’ı merak ediyor hem de niye Güzel Atlar ve Balonlar Diyarı deniyormuş, atlar neden başıboş bırakılıyormuş, akşam evlerine dönmüyorlar mıymış, balonlar patlamıyor muymuş, alçaktan uçan uçaklar balona denk gelir miymiş, ben onlara binecek miymişim? Benim adıma çok endişeleniyormuş, mış miş, muş müş. Sorular, peş peşe sorular… Hiçbirini cevaplamadım. Arada, “Bak, şimdiden söylüyorum, ben o balona binmem.” deyiverdi. - Sakin ol dostum, sabret! Oraya varınca bütün sorularının cevabını bulacaksın, dedim. Yolculuğumuz başladı. Cam tarafındaki koltuğu seçen Pati, otobüs içi ikramları pek beğenmedi. Ne bekliyordu, bilmiyorum. Otobüsün camına başını dayamış, dalıp gitmişti. Acaba gideceğimiz yerlerdeki bütün o heyecan verici şeyleri mi hayal ediyordu? Ne zaman uyuduğumuzu hatırlamıyorum. Bir sarsıntıyla gözlerimi açtığımda sabahın ilk ışıkları yüzümün yarısına düşmüştü. Otogardayız. Halam, Ceren ve Can bizi karşılamaya gelmişlerdi. Pati, şaşkın bir vaziyette etrafa bakınıyordu. Bagajdan valizlerimizi ve diğer eşyalarımızı aldık. Ceren, özlemle boynuma atıldı. Ben onun küçük, yaramaz hâllerini daha çok seviyorum. Ceren ve Can’ı Pati’yle tanıştırdım. Pati, bu sıcak karşılamadan mutlu görünüyordu. Halamın arabasına doluşup şarkı söyleye söyleye evlerine gittik. Eve vardığımızda sofra hazırdı. Kahvaltımızı yaptık. Dinlendik. Evlerinin önündeki bahçede oyunlar oynadık. Annem “Haydi çocuklar! Kendinizi fazla yormayın, yarın enerjiye ihtiyacınız olacak, artık eve gelin!” diye çağırdı. Halam, bizi sevindirecek her şeyin planını yapmıştı. Yarın balona bineceğiz. Balon turundan sonra peribacalarını gezeceğiz. Sonrasında da Kızılırmak’ın kıyısında piknik yapacağız. Hafta sonu da atları görmeye gideceğiz. Sabah erkenden kalkıyoruz. Ortalık alacakaranlık ve gözümüzden hâlâ uyku akıyor. Arabayla peribacalarının yakınından geçiyoruz. Hava serin. Gece boyunca içlerinde biriktirdikleri soğuğu bize üflüyorlar sanki. Ama manzara muhteşem. Pati, bu güzellikleri ölümsüzleştirmek için fotoğraflar çekiyor. Güneşin doğuşunu ve peribacalarının o büyüleyici güzelliğini bir de gökyüzünden seyredeceğiz. Pati, daha önceki gün bana söylediğini çoktan unutmuş olmalı ki balona ilk binen o oldu. Şimdi göğe yükselecek bir balondayız. Güneşin doğuşuyla birlikte nehir gibi akmaya başladık. Kuşların göğünde sanki uçan bir attayız da, attaya gidiyormuşuz gibi. Her şeyi kuş bakışı seyrediyoruz: Köyleri, kasabaları, sokakları… “İşte, orda bir kale var!” diye bağırıyor Pati. Ceren, peribacalarını, taş evleri gösteriyor. Can, daha farklı şeylere dikkatimizi çekiyor: “İşte bakın, bakın! Solumuzda Erciyes Dağı; sağımızda, şu uzaktaki de Hasan Dağı. Ya şu vadiden akıp giden Kızılırmak’a ne diyorsunuz?” Tüm bunları gökyüzünden seyretmek bize, bir masal diyarında olduğumuz duygusunu yaşatıyor. Ama hayal değil, hepsi gerçek. Halamın ellerinden, yanaklarından öpüp ona çok çok teşekkür ettik. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız onu da çok memnun etmişti. Bu balon turu hayatımızda hiç unutamayacağımız anlardan biri olarak kalacak. Şimdi sıra yürüyerek peribacalarını gezmeye geldi. Hepsi çok etkileyici. Çok gövdeli ve çok başlı yan yana dizilmiş, gökyüzüne uzanıyorlar. Bazıları Don Kişot’un yel değirmenlerini çağrıştırıyor. Vadiyi gezerken neler görmedik ki? Kayalara oyulan evler, odalar, tapınaklar… Yokuş yukarı tırmandık. Yorulduk. Nefes almak için durduk. Kendimize geldiğimizde aşağıdaki o nefis manzarayı bir daha seyrettik. Şimdi de Kızılırmak’ın kıyısında piknik yapmaya gidiyoruz.
Dinle
Zeynep’in Doğa Güncesi: Kardelen
Zeynep için yaz, mevsimlerin en güzeliydi çünkü herkes tatildeydi. Annesi ve babasıyla birlikte karavanı çeşit çeşit cihazla doldurmuşlar ve okullar kapanır kapanmaz yola koyulmuşlardı. Bazen yüksek dağların eteklerinde bazen de uçsuz bucaksız çayırların orta yerinde konaklamışlardı. Zeynep de bu cennet misali doğanın tadını çıkarmıştı. Annesi rengârenk bitkilerin resimlerini yapmış, babası da türlü türlü hayvanın fotoğrafını çekmişti. Gerçi annesi ve babası çalıştıklarını söyleyip duruyorlardı ama bu geziler Zeynep için kesinlikle tatildi. Bu tatilin sadece denizi eksikti. Nihayet ağustosun ortalarında deniz kıyısına da uğradılar. O gün İztuzu Plajı’na varmışlardı ve Zeynep sevinçten çılgına dönmüştü. Üstüne üstlük babası, plajda bir sürprizle karşılaşacaklarını söylemişti. Hava pırıl pırıldı, Zeynep kıpır kıpırdı, üstelik deniz de ışıl ışıldı. Zeynep’e göre denizin keyfini sürmek için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Ancak annesi uygun zaman gelinceye kadar plaja giremeyeceklerini söyledi. Zeynep şaşırmıştı. Belki de plajın bir açılma saati vardır, diye düşündü içinden. Böylece beklemeye başladı. Sabah kahvaltısı, öğle yemeği, akşam yemeği derken güneş batmaya durdu. Zeynep artık umudunu yitirmişti. Plaja, görevli oldukları belli birkaç kişiden başkasının girdiği de yoktu. Yaz tatili için tuttuğu günlüğü eline aldı. Tüm yazın en talihsiz gününü anlatmayı planlıyordu ama karavan biraz karanlıktı. Işıkları yaktı. Bunu yapar yapmaz, babası içeri fırlayıp hemen kapattı lambaları. “Yine ne oldu?” dedi Zeynep, biraz kızmıştı. “Sürpriz vakti!” dedi babası ve Zeynep’i elinden tutup dışarı çıkardı. Plaja doğru yürümeye başladılar ve o sırada babası gökyüzünü işaret etti. Gökte kocaman bir dolunay vardı. “Güzelmiş!” dedi Zeynep, bir yandan da “Sürpriz dolunay mıymış yani?” diye düşünüyordu. Gündüz denize girmesine izin verseler kesinlikle bundan daha çok sevinirdi. “Etrafına bir bak.” dedi annesi. İztuzu’nda elektrikler kesilmiş gibiydi ama dolunay o kadar çok ışık saçıyordu ki böyle bir gece için lambalar gereksizdi. Zeynep yine de bu sürprize bir anlam veremiyordu. Sabah denize girip akşam da dolunaya bakabilirlerdi. O sırada plajın kapısı açıldı. Zeynep, anne babası ile ilerledi. Deniz kıyısından epey geride durdular. Babası parmağıyla sahilde bir yeri işaret ederek “İşte, sürpriz!” dedi. Zeynep dolunayın aydınlattığı ışıldayan kumlarda tuhaf bir paytaklıkla denize koşturan kaplumbağa yavrularını gördü. “Onlar…” dedi mutlulukla. “Caretta Caretta yavruları!” diye fısıldadı annesi. “Plajı, onları korumak için kapatıyorlar.” diye açıkladı babası, “Işıkları da söndürüyorlar çünkü kaplumbağalar doğal ışıkla yapay ışığı birbirinden ayıramaz.” “Şehir ışıklarına doğru giderlerse denize ulaşamazlar. Oysa onlar için yaşam dalgaların arasında.” dedi annesi. “Bu çok güzel bir sürprizmiş!” dedi Zeynep heyecanla. Bir süre sonra Zeynep çiçeksi, tatlı bir koku almaya başladı. “Kaplumbağalar güzel mi kokar?” diye sordu babasına. “Hımmm!” dedi babası, “Yeni doğmuş yavruların baskın bir kokusu yoktur.” O anda annesi de güzel kokuyu almıştı ve yerinden doğrulup kaynağını aramaya koyulmuştu bile. Çok geçmeden, “Ah, inanamıyorum!” diye fısıldadı, “İkinci sürpriz!” Zeynep’le babası merakla onun yanına gittiler. Annesi bembeyaz bir zambağın başındaydı. Zambak, kumsalın ortasındaydı ve yanına vardıklarında harika kokusu daha da artmıştı. “Kum zambağı bu.” dedi annesi. Zeynep o gece karavanda uykuya dalmadan önce bir karar verdi. Sabah erkenden uyanacak ve yazın en talihli gününü yazacaktı, iki kere farklı, iki kere sürprizli geceyi… Pancratium maritumum Kum zambağı, Akdeniz kumullarında yetişen çok yıllık, soğanlı bir bitki türüdür. Ağustos ve ekim ayları arasında çiçeklenir. Çiçekleri güzel kokuludur ve en çok geceleri koku salar. Türün nesli, kıyıların bilinçsiz bir şekilde kullanımı, kentleşme ve insan tahribatı nedeniyle tehlike altındadır. Kaynak: Elibol, C. Mikrosatellik Belirteçleri ile Doğal Kum Zambağı (Pancratiummatitumum L.) Populasyonlarında Genetik Çeşitliliğin Belirlenmesi, Yüksek Lisans Tezi, 2010
Dinle
Her Zaman Oyun
Dinle
Bir Soru Binbir Cevap Tatilde Sözlük Okumak
Yalvaç amca merhaba. Biz sizi şirin mi şirin, tatlı mı tatlı şiirlerinizden, hikâyelerinizden, masallarınızdan tanıyoruz. Önümüz yaz tatili. Bu sene okula pek gidemedik. Arkadaşlarımızdan, öğretmenlerimizden ayrı düştük. Zorlu bir yılı geride bırakıyoruz. Şimdi yaz tatili geldi çattı. Siz çocukken tatillerde ne yapardınız, ne okurdunuz? Bize anlatır mısınız? Benim çocukluk yıllarımda, okullar tatile girmeden bir gün önce öğretmenimiz, sınıf kitaplığı dediğimiz, içi elli-altmış kitaptan oluşan küçük camlı dolabı açar, her öğrenciye tatilde okuması için bir kitap verirdi. Sonra da herkesin adını kitaplık defterine tek tek yazardı. Amaç bizleri tatilde kitap okumaya özendirmekti. Ama aynı zamanda bu bir tatil ödeviydi. Herkes kitabına gözü gibi bakacak, okul açıldığında da getirip öğretmenine, aldığı kitabı sapasağlam teslim edecekti. Belki de bu yüzden, bugün bile kitap satın alırken kenarında bir çizik, kırık ya da ezik olursa hemen bırakır, yenisini alırım. Bu duygu beni öylesine etkilemiştir ki yıllar sonra yazdığım “Kitaplarım” adlı şiirime bile yansımıştır. Sanırım pek çoğunuz bu şiiri, ilkokul dördüncü sınıf Türkçe kitabınızda okumuşsunuzdur. Ama yine ben size, ondan bir bölüm aktarayım: “Kitaplarım / Sudan korurum sizi / Ölmeyesiniz diye / Çantamda taşırım / Düşmeyesiniz diye / Kaplarım üstünüzü / Üşümeyesiniz diye / Üzerinize adımı yazarım / Kaybolmayasınız diye.” İşte o günden beri kitaplarıma hep böyle davranırım. Karapınar İlkokulu üçüncü sınıftaydım. Yine böyle bir yıl sonuydu. Öğretmenimiz dolabı açmış, hepimize kitap dağıtıyordu. Biz; kitap okumayı sevmeyenler üçlüsü: Ben, Hikmet ve Peker. Kitapların tüm sınıfa yetmeyeceği varsayımından yola çıkarak, kuyruğun en sonunda yerimizi aldık. Aklımızca, tatilde kitap okumaktan kurtulacaktık. Öğretmen de bize tatil ödevi veremeyecekti. Öğretmenin önüne geldiğimizde kitaplar bitmiş ve dolapta yalnız üç tane avuç içi kadar SINIF SÖZLÜĞÜ kalmıştı. Savaşı kazanmış komutanlar gibi sınıftakilere bakarken, öğretmenimiz üçümüzün de eline birer sözlük sıkıştırıverdi. Önce öğretmenimizin bizimle alay ettiğini düşündük. Çünkü bir sözlük nasıl okunurdu? İçinde ne konu vardı, ne de bir kahraman. Üstelik de çok sıkıcı olmalıydı. Ama öğretmenimiz oldukça ciddiydi. Kürsünün üzerine bıraktığımız sözlükleri tekrar bize vererek, “Üçünüzün de tatil ödevi sözlük okumak!” dedi. Bütün sınıf gülmeye başladı. Hatta bir Hüseyin vardı ki, “Öğretmenim, konular çok karışık. Bunlar akıllarında tutamaz o kadar şeyi!..” diyerek bizimle alay etti. Bir ara söylenenlere öğretmenimiz bile güldü. Ama çocuklar işi fazla sulandırınca, “Çocuklar! İçinizde arkadaşlarınızla kitaplarını değiştirmek isteyenler varsa, değiştirebilir.” dedi. Bunun üzerine ortalık birdenbire sessizleşti ve herkes susup yerine oturdu. Biz çok bozulmuştuk. Öğretmenimiz, konuşmasını sürdürerek aynen şöyle söyledi: “Üçünüzün de sözcük dağarcığı biraz kıt. Az sözcükle konuştuğunuz için, ne sözlüde ne de yazılıda bilgilerinizi bana doğru dürüst aktaramıyorsunuz. Sözcük dağarcığınızı geliştirmek, kendinizi daha iyi ifade etmenizi sağlar. Sınıfları geçtiniz ama bu benim için yeterli değil. Aslında yaramazlığınızın kaynağı da bu… Şimdi sözlüklerinizi nasıl okuyacağınıza gelince; birinci sayfadan başlayarak anlamını bildiğiniz sözcüklerin yanına bir nokta koyacaksınız. Bakalım kaç sözcükle kendinizi ifade ediyorsunuz, hep birlikte göreceğiz. Sonra şunu da bilmenizde yarar var. Dünyada bir dilin zenginliği sözcük sayısıyla ölçülür. Bir yazarın dil ustalığı da kullandığı sözcük sayısıyla tartılır.” O gün okuldan sonra üçümüz birlikte bizim eve gittik. Hemen sözlüklerimizi çıkarıp bildiğimiz sözcüklerin yanını kurşunkalemle işaretlemeye başladık. Ne yazık ki iki-üç sayfada bir, üç-beş sözcüğün yanına ancak nokta koyabiliyorduk. Hikmet bir ara, “Çocuklar, yoksa biz Karapınar İlkokulunda yabancı öğrenci miyiz?” dedi. Gülünecek hâlimize ağlamamız gerekiyordu. Durum son derece kötüydü. Demek ki biz her gün, toplasak yüz sözcükle konuşuyorduk… O yaz tatilde her gün sözlük okuduk. Hatta top oynarken bile sözlüklerimiz cebimizdeydi. İşte o günden beri, fırsat buldukça sözlük okurum. Bunun çok yararını gördüm, diyebilirim. Kim bilir belki yazarlığımın kapısını da bu cep sözlüğü açmıştır. Bir fırsat bulursanız siz de bir sözlük okuyun; kaç sözcükle yazıp konuştuğunuzu öğrenmiş olursunuz. “Çok sözcükle konuşursak, belki birbirimizi daha iyi anlayabiliriz.”
Dinle
Mırnav Dostları
Mırnav Dostları” diye anılmamız aslına bakarsanız zaman içerisinde oldu. Oysa ilkokula başladığım günden beri sokak hayvanları için bir şeyler yaparım. İlkin annemin verdiği yemek artıklarını onlara ikram etmekle başladım. Sonra mahalleden arkadaşlarım Ahmet ve Nesrin’le birlikte onları düzenli şekilde beslemeye başladık. Bugün bizim balkonda toplantımız var. Malum önümüz yaz. Bir tatil planlaması yapacağız. “Okul döneminde daha az zaman ayırdığımız sokak hayvanları için yaz boyu neler yapabiliriz?” sorusunu tartışacağız. Annem misafir ağırlamayı çok sever. Bu nedenle bize her toplantımızda değişik kekler, pastalar yapar. Bugün de kısmetimizde limonlu kek var. Annem sokak hayvanları işine fazla taktığımı, derslerimi ihmal etmemem gerektiğini söyler durur. Yine de engellemeye çalışmaz ve ne zaman toplantımız olsa bizi özenle ağırlar. Sahi, söyledim mi bilmiyorum, bize bu ismi muhtar amca taktı. Muhtarlığın kocaman bir bahçesi var. Ne zaman yavru ya da hasta bir kedi bulsak oraya götürür, ona boş karton kutulardan bir yuva yaparız. Neyse ki muhtar amca da bizim gibi şefkatli bir kedi sever. Sokak hayvanlarının haklarını savunduğumuz için bize “Mırnav Dostları” lakabını taktı. Doğrusu kısa sürede hepimiz bu lakabı benimsedik. Ahmet, “Çok havalı değil mi? Süper güçleri olan bir tayfa gibiyiz.” dedi. “Yaşadığımız zamanda süper güç, merhamet ve iyilik yapmaktır evlatlarım.” dedi muhtar amca. Haksız da sayılmazdı. Bakımını üstlendiğimiz pek çok kedicik merhametsizliğin kurbanıydı. Bile isteye hayvanları inciten insanlar var. Bunun dışında bir de şehirleşmenin getirdiği sorunlar. Ama karşımıza daima bize destek olan ve hayvanları korumak için elinden geleni yapan insanlar çıktı. Geçen gün aşağı mahalleden geçerken kulağıma acı bir miyavlama sesi geldi. Etrafıma bakındım ama hiçbir şey göremedim. Meğer yavru bir kedi, park hâlindeki bir kamyonetin tekerleğinin oraya sıkışmış, çıkamıyor. Onu dikkatlice sıkıştığı yerden çıkardım ve muhtarlığın bahçesine getirdim. Bizim ekip toplandı hemen. Nesrin, “Gözlerinde enfeksiyon var gibi.” dedi. Veteriner Mahmut abi sokak hayvanlarına ücretsiz bakıyor. Koşarak ona gittik. Mahmut abi damla verdi. Uzun lafın kısası kedicik çok zayıftı ve hastaydı. Ona sokakta bakmamız zor olacaktı. Sağlık ocağında hemşirelik yapan Melek ablaya gittik. Durumu anlatınca kediciği sahiplendi. O gün içimiz huzurla evimize döndük. Melek abla olmasa ne yapardık bilmiyorum. Bizim işler böyle işte. Minik kedilerle mahalleli arasındaki güzelliği biz sağlıyoruz bir bakıma. Sokaklara mama ve su bırakıyoruz. Hasta kedilerin tedavilerini yaptırmaya çalışıyoruz. Tabii okul zamanı ödevler, dersler, sınavlar derken bunları yapmamız çok kolay olmuyor. Bu nedenle yaz tatili bizim için önemli. Sahi, sizin yaz tatili için planlarınız neler? Umarım hepimiz için çok güzel geçer tatil. Şimdi gidip toplantı için hazırlık yapmam gerek. Bütün tatilcileri, minik kedicikleri ve kedi severleri kocaman selamlıyorum.
Dinle
Kurbağa Evindeki Balık
Her sene olduğu gibi o yaz da ninemin yanına gitmiştim. Ninemin yaşadığı yer benim için dev bir oyun parkıydı. En güzel tarafı evin karşısındaki dere kenarının oyun kulübem olmasıydı. Ninemle kucaklaşıp karnımı doyurur doyurmaz doğru dereye koşmuştum. Annemle ninemin arkamdan “Dikkatli ol, Akın!” diye seslendiklerini duydum. Tedirgin olmasınlar diye dönüp onlara el salladım. Dereyi görünce mutluluktan uçtum, diyebilirim. Her şey aynıydı. Oyun oynadığım alan bile duruyordu. Taşlarım biraz dağılmıştı ama hepsini yeniden zevkle topladım. O yaz kurbağalarım için iki katlı, bahçeli bir ev yapmayı düşünmüştüm. Cebimdeki planımı çıkartıp ağaç kütüğünün üstüne koydum. Suya yakın yerden çamuru alıp taşlarımı güzelce birbirine yapıştırdım. Suyun hızıyla taşınmış otlarla evin çatısını da tamamladım! Kurbağa evi hazırdı. Kütüğe oturup birkaçının gelmesini beklerken, küçük bir balık evin yanına gelmez mi! Derinlere gitmiyor, eve yaklaşmaya çalışıyordu. “Gel küçük balık, seni kendi evime götüreyim. Benimle yaşa biraz da.” dedim. Beni duymuştu, suda hızla çırpındı. Balığı taşımak için bir poşet aradım sağımda solumda. Geçen yaz gemi yaptığım yoğurt kabını gördüm. Hemen dereden balıkla birlikte biraz da su aldım kabın içine. Balığımı heyecandan ellerim titreyerek eve taşıdım. Minik balığıma nasıl bir yuva kuracağımı düşünüyordum ki kapıda ninemle karşılaştık. Elimdekinin ne olduğunu anlar anlamaz kabı kaptığı gibi dereye yöneldi. “Nine! Ne yapıyorsun? O benim yeni arkadaşım.” diye seslendim arkasından. Ninem, “Üzülme, oğlum. Gel arkadaşını gerçek yuvasına birlikte götürelim. Bu gördüğün dere onun yuvasıdır. Derenin dışına çıkamaz bu minik balık. Arkadaşınla birbirinizi özledikçe burada buluşursunuz. Böylece balığın da doğal ortamından ayrılmamış olur.” diyerek beni kucakladı. Bütün yaz kurbağa evinin pek çok konuğu oldu. Kuşlar, kertenkeleler, helikopter böcekleri, balıklar… Hiçbiri doğal ortamından ayrılmadı ama beni de ziyaretçisiz bırakmadı.
Dinle
Hangileri Aynı?
İki resim arasındaki aynı 7 şekli bakalım bulabilecek misin?
Dinle
Yılın Müzik Sanatçısı: Şevval KOÇ
Merhaba, ben Şevval KOÇ. Eylül 2005’te Afyonkarahisar’da doğmuşum. Doğumumdan hemen sonra da yoğun bakım ünitesinde kuvöze alınmışım. Dokuz saat boyunca kaldığım kuvözde kasılmalarım devam ettiği için epilepsi ilacı vermiş doktorlar. Annem bir şeylerin ters gittiğini anlamış. Gözlerim sürekli hızlı hızlı hareket ediyor, içe ve dışa kayıyormuş. Kırk günlük olduğumda doktorlar beni tekrar muayene etmişler. Görme sinirlerimin gelişmediğini ancak ışık algımın var olduğunu anlamışlar. Ne yazık ki dünyayı çok az görebilecekmişim ve rahatsızlığımın tedavisi yokmuş. Ailem var olan ışık algımı geliştirmek için hemen eğitimlere başlamış. Bana ışıklı oyuncaklar almışlar. Uzun yıllar birlikte karanlıkta el feneri ile ışık takibi yapmışız. Epilepsi rahatsızlığım nedeniyle ayda bir nöbet geçiriyormuşum. Bu nöbetlerim dokuz yıl kadar sürdü. Dokuz yaşımdan sonra nöbetlerim sona erdi ama hastalığı tam olarak yenemediğim için on iki yaşıma kadar ilaç kullanmaya devam ettim. Azmin elinden hiçbir şey kurtulamaz derler ya. Ben de gayret ettim ve en sonunda bu hastalığı yendim. Eğitim öğretim yolculuğuma ise 2009 yılında yarım dönem devam ettiğim Ankara Mitat Enç Görme Engelliler Okulunun ana sınıfında başladım. Daha sonra öğretmenlerimin yönlendirmeleriyle 19 Mayıs İlköğretim Okulunun ana sınıfına geçiş yaptım. İlkokula başlama yaşım geldiğinde Hacı Mustafa Tarman İlkokuluna kayıt yaptırdık. Hani derler ya “Hayatta en büyük şans küçükken iyi bir öğretmene rastlamaktır.” diye. İşte, benim de en büyük şansım Fatma Kaya öğretmenin öğrencisi olmaktı diyebilirim. Öğretmenim sağ olsun, bana görme sorunumu hiç bir zaman hissettirmedi. Diğer öğrencilerden ayırmadı beni. Hepimize eşit davrandı. Benim için özel kalın çizgili defterler hazırladı. Böylece daha kolay yazdım ve yazdıklarımı okudum. Evet, diğer çocuklardan biraz daha büyük yazıyordum ve yavaş okuyordum ama bu bile benim için çok büyük bir başarıydı. Öğrenme yolculuğum daha sonra Yenimahalle Atatürk Ortaokulunda devam etti. Bu okulda da Türkçe öğretmenim Melek Kocakurt, en büyük destekçimdi diyebilirim. Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır. Küçük yaşlardan beri müziğe olan ilgim altıncı sınıfa geldiğimde âdeta bir tutkuya dönüşmüştü. İlk enstrümanım olan gitar ile müzik yolculuğuma gerçek anlamda bu yaşlarda başladım. Güzel Sanatlar Lisesi sınavlarına hazırlanırken tutkum büyük bir aşka dönüştü. İşte o zaman gelecekte ne yapmak istediğime karar verdim. İyi bir müzik öğretmeni olup çocuklara müziğin güzelliklerini göstermek istiyordum. 2019 yılında Ankara Güzel Sanatlar Lisesi tarafından gerçekleştirilen yetenek sınavına girdim ama başarılı olamadım. Ancak pes etmedim. Sınavlara hazırlanmaya devam ettim ve açılan ek sınavda müzik bölümü öğrencisi olmaya hak kazandım. Güzel Sanatlar Lisesinde piyano ve kanun çalmayı öğrendim. Kanun, çalınması en zor müzik aletlerinden biridir ve ben bunu az görmeme rağmen başardım. 10’uncu sınıfta bağlama eğitimine de başladım. Sosyal ve sportif alanlarda da kendimi geliştirmeye devam ediyordum. 2018 yılında Metin Özülkü’nün sunduğu TRT Engelsiz Sahne programında yayın konuğu Feridun Düzağaç ile aynı sahnede gitarım ile canlı performans sergiledim. Böylece ilk canlı yayın deneyimimi yaşamış oldum. 2019 yılında Ankara’da gerçekleşen Görme Engelliler Atletizm İl Şampiyonası’nda 100 metrede 1’inci, 200 metrede 2’nci; Samsun’da gerçekleştirilen Türkiye Görme Engelliler Atletizm Şampiyonası’nda T12 kategorisinde 100 ve 200 metrede 3’üncü oldum. 2020 yılında Engelsiz Sanat Birliği tarafından 6’ncısı düzenlenen Engelsiz Sanat Ödülleri töreninde üstün gayret ve çabalarımdan dolayı “Yılın Müzik Sanatçısı Ödülü”ne layık görüldüm. Aynı zamanda törende gösterilmesi için Nevşehir’in güzide mekânlarında kanunum ile “Cemalım” türküsünü çalarak ilk klip çekimi deneyimimi yaşadım. Bu benim müziğe daha çok bağlanmamı sağladı. 2021 yılı nisan ayı başında Gaziantep’te düzenlenen Türkiye Görme Engelliler Atletizm Şampiyonası’nda T12 kategorisinde; cirit atma ve 400 metrede birinci olarak 2 altın madalya kazandım. Bunların yanı sıra pek çok seminere, çalıştaya ve programa konuşmacı olarak katıldım. Hayat mücadelemde elimden sımsıkı tutan, her zaman yanımda bulunan aileme ve yoluma ışık tutan öğretmenlerime çok teşekkür ederim. BILIYOR MUSUNUZ ARKADAŞLAR! ŞU YAŞIMDA NEYI ÖĞRENDIM: BEN HAYATA GÜLÜNCE HAYAT DA BANA GÜLÜYOR. LÜTFEN, MUCIZELERE INANIN VE KENDINIZE ŞANS VERIN. EKSIKLIKLERINIZE DEĞIL, YETENEKLERINIZE ODAKLANIN. SEVGIYLE KALIN...
Dinle
ÇOCUKLARIN KAHRAMANI BİR YAZARIN HAYAT MASALI Gülten DAYIOĞLU’na ithafen...
Bundan yıllar yıllar önce, 15 Mayıs 1935’te, Kütahya’nın Emet ilçesinde, küçük bir kız bebek, neşesini ve sözlerini dünyaya hediye etmek üzere gözlerini açmış hayata. Güneş ışığını bu güzel bebeğin tenine hediye etmiş olacak ki o da parlamaya, sözlerini dünyaya bağışlayarak devam etmiş. Masallarda ne zaman ne de kahraman bilinirmiş ama bizim masalımızın kahramanı sözlerini yedi kıtaya duyurmuş, onu tanımayan yokmuş. Gel zaman git zaman bizim küçük kız büyümüş. Büyümüş büyümesine de içindeki söz ağacı da durmamış, kendi boyunu bile geçmiş. Hayalleri yıldızlara selam vermiş, ay ondan kalbindeki hikâyeleri dinlemiş. Günlerden bir gün onun içindeki bu ağacı Ayşe Öğretmen de fark etmiş. Tutmuş küçük kızın hayallerinin elinden ve onu bir kütüphaneye götürmüş. Görevliye dönüp, - Benim küçük kızım yazar olacak, ona düşlerini büyütecek kitaplar verin, diyerek emanet etmiş öğrencisini. Bizim küçük yazarımız kitapların arasında âdeta büyülenmiş ve başlamış okumaya. Okudukça da masanın altına girip öğrendiklerini kedisi Duman’a anlatmış. Günler günleri kovalamış, gün geceyle buluşmuş. Ay, güneş ile yarışmış ve bizim küçük kız bir akrabası ile trene binerek yolculuğa çıkmış. Oturmuş gönül manzaralı koltuklardan birine ve hayallerini izlemeye başlamış. Camdan dışarı, gönülden içeri düşlerle baş başa kalmış. Vakit uzun olunca sıkılmış biraz. Hayalleri, onun kalbine, o da ele avuca sığmazmış hani. Karşısında oturan adamın elindeki gazeteyi ona belli etmeden okumaya başlamış. Adam gazetenin kenarından bu meraklı bakışları fark edince uzatmış elindeki gazeteyi “oku” diye. Hele bir de onun yazar olmak istediğini öğrenince, tutmuş içindeki söz aşkının elinden, - Gönder bakalım hikâyeni de yayınlayalım o elindeki gazetede, demiş. Meğer bu adamın eli yüzü, kılık kıyafeti kadar, kalbi de temizmiş. Hissetmiş bu küçük kızın içindeki hazineyi. Eskiden gazetelere gönderilen yazılar daktilo ile yazılır ve gönderilirmiş. Bizim küçük kızın, küçük sarı defterinden başka gönlünü döktüğü başka bir şey yokmuş ki… Daktilosu nereden olsun? Okula gidip gelirken yol kenarında gördüğü daktilo başındaki arzuhâlci gelmiş aklına. Arzuhâlci ne de güzel uymuş bizim küçük kızın o anki durumuna. Tüm arzusu yazmak olan bu küçük söz âşığının hâlinden ancak bir arzuhâlci anlarmış. Oturup yazmış küçük kızın hikâyesini. Sonra bir zarfa koyup gazeteye göndermiş bizim kız, DAHA ONLARCA ESER YAZACAK YÜREĞİNİN İLK SESİNİ… Sözleri değil yüreğiymiş ulaşan, nasıl duyulmaz bu ses, nasıl yayınlanmaz bu eser? Bizim kız heyecanla beklemiş adını göreceği ilk eserini. Gazete eline ulaştığında göğsüne bastırmış ağlayarak. Öyle ya, kutsal olan şeyler göğse bastırılarak taşınırmış eskiden. Aradan ne kadar zaman geçmiş bilinmez, bu küçük kız ailesiyle Kütahya’dan İstanbul’a taşınmak zorunda kalmış. Geçim derdi insanı doğduğu yerde bırakmaz, doyduğu yere uçururmuş ya hani… Aile almış yanına en değerli birkaç eşyasını, bizim kız da gazetedeki hikâyesini ve küçük sarı defterini… Onun en kıymetlisi de onlarmış. Binmişler onları yeni memleketlerine götürecek trene. İstanbul’a, yeni evlerine vardıklarında birkaç eşya ile gazetenin ve sarı defterinin de kaybolduğunu görünce, içindeki hüznü Parbat Dağı bile duymuş. Bir trende ona ilk eserini yazdıran hikâye, yine bir trende kaybolmuş. Ama gönlündeki yazma aşkı hiç kaybolmamış. Masal burada bitmemiş. Arttıkça artmış sözü, yazdıkça yazmış kalemi. Derler ki bu kayboluş, ona bir armağan olmuş. O günden sonra yazdıklarını okuyan herkes, mutluluk denizinde kaybolmuş. Bu küçük kız büyümüş ve onun gönlünden sayısız kitap düşmüş çocukların kalbine.
Dinle
Hayatını İlim ve İrfana Adayan Bir Fikir İşçisi: CEMİL MERİÇ
Fevziye, elektrikler mi kesildi?” “Hayır canım, ışıklar yanıyor.” Bir ilkbahar günü Meriç ailesi, akrabaları olan Çipa ailesinde misafirdir. Akşam yemekler yenir, sohbet edilir. Gece vakit ilerleyince müsaade istenir. Eşi Fevziye Hanım’ın kolunda merdivenleri inen Cemil Meriç, boşluğa basar ve yere yuvarlanır. Gözleri ile küçüklüğünden itibaren yaşadığı rahatsızlıklar artmaya başlamıştır. Hemen kaldırırlar. Herkes üzgündür ancak yola devam edilir. Biraz ilerledikten sonra Cemil Meriç birden durur ve yukarıdaki soruyu sorar. Aldığı cevap yeni bir yaşamın işaretidir. Hüzünlü bir mırıldanış ve kızgınlık duyulur: “Ama ben hiçbir şey göremiyorum?..” Yıllardır zayıflayan gözlerinin feri artık sönmüştür. Nasıl kitap okuyacaktır? Nasıl yazacaktır? Rengârenk çiçekleri, masmavi denizleri, güzel desenleriyle gezinen bulutları bir daha göremeyecek midir? Evet, Cemil Meriç, o andan itibaren artık göremeyen bir insandır. Fakat o, gönül gözüyle, ruh gözüyle ve akıl gözüyle görmektedir. Hem iç hem dış gözüyle görmesinde eşinin ve kızı Ümit’in çok büyük destekleri olmuştur. Bugün sosyoloji profesörü olan Ümit Meriç, bir evlat olarak babasına son anına kadar yardımcı olmuştur. 8 yaşından 40 yaşına kadar her şeyi olmuştur. Ona gazete, dergi ve kalın kalın kitaplar okumuş. Yabancı dil de öğrendiği için babasına desteği çok yönlü olarak devam etmiştir. Gelen ziyaretçiler, gidilen programlar hep kızı Ümit Hanım üzerinden gerçekleştir. Tabii talebelerinden, okuyucu ve dostlarından da destek geliyordur. Yeni hayata uyum sağlamaya çalışan Cemil Meriç okuma ve yazma eyleminden hiç geri kalmamış; tarihine, milletine ve özelde de kendisine karşı bir görevi vardır. Hep hak ve hakikat peşinde olmuş, köşesine çekilmemiştir. Sürekli arayış içinde olmuş, bulduğu her aydınlıktan yol almaya çalışmıştır. Farklı kültür ve inanç yapılarını incelemiş, en sonunda bu toprakların düşünürü olarak huzur bulmuş, hakikate ermiştir. Cemil Meriç, engelleri aşan bir can… Son asırda yetişen büyük yazar, düşünür ve aydınlarımızdan… Sürekli okuyan, araştıran, kendini geliştiren bir kişi… Öğrendikleriyle, söylenen ve yazılanlarla yetinmeyen bir araştırmacı… Bilimsel çalışmalar yapan Batı’yı çok iyi anlayan bir filozof… Ve insanlık tarihinde önemli gelişmelere kaynaklık eden Doğu’yu da didik didik eden bir hakbilir… Ne Batı’ya ne de Doğu’ya körü körüne bağlanan, her iki dünyadan da yararlanan bir aydın… Medeniyet, ilim, kültür, edebiyat, felsefe, sosyoloji, Doğu irfanı, Hint düşüncesi, kısacası insanı ilgilendiren her konuda okumalar yapan ve düşünceler üreten bir entelektüel… Yazar, çevirmen, müellif ve mütefekkir… Farklı görüş ve düşüncelere saygılı, olaylara objektif bakan, milletinin değerlerine bağlı bir insan… O, bizim hakikatlere ulaşmamız için yolumuzu açan bir fikir işçisi, öncüsü…
Dinle
Küçük Kurbağa
Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde… Bu sözün önü var arkası yok, gömleğimin yeni var yakası yok… Sabır da bir huydur; suyu var, tası yok. De gel sabreyle, sabreyle… İyi ama susuzla sabırsız ne yapar? Ya bir kuyu kazar ya dolaşır çarşı pazar. Ben de aç karın, yüksek nalın çıktım pazara. Yolum rast geldi garip bir masala… Çok eski zamanlarda, yemyeşil bir ormanın içinde suyu berrak bir dere varmış. Bu deredeki kurbağalar, bu güzel ormanda, şırıl şırıl akan derelerinde günlerini gün ederlermiş. Zamanlarını bazen vırak vırakla, kimi zaman biraz laklakla, çoğu zaman da türlü türlü eğlencelerle, oyunlarla geçirirlermiş. Günler böyle geçip giderken zamanla aralarında bazı anlaşmazlıklar çıkmış. Bu anlaşmazlıkları bir türlü çözememişler. Bir gün kurbağalardan biri, farklı bir fikir atmış ortaya. Arkadaşlarını etrafına toplayıp onlara seslenmiş: - Kıymetli dostlarım, gelin sizinle bir yarış yapalım. Şu karşıdaki dağın zirvesine kim daha önce çıkarsa ustamız o olsun. Bize o liderlik etsin, aramızdaki anlaşmazlıkları o çözsün, demiş. Kurbağaların her birinden önce farklı düşünceler çıkmış fakat sonunda arkadaşlarının teklifini kabul etmişler. Liderlik yarışına girmek isteyenler yarış gününe sıkı sıkı hazırlanmış. Nihayet yarış günü gelip çatmış. Yarışa katılacaklar, yarış saati geldiğinde derenin kenarında toplanmışlar. Bir sürü kurbağa da liderlik yarışına katılacak arkadaşlarını seyretmek için derenin kenarına gelmiş. Ancak küçük bir kurbağanın da yarışa katılacağını gören kurbağalar, başlamışlar onun bu cesaretine gülmeye… Küçük kurbağa gülenlere aldırmadan yarış çizgisinde yerini almış ve yarış başlamış. Aslında hiçbir seyirci yarışmacılardan birinin dağın zirvesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş: - Sen bir küçük kurbağasın, zirve senin neyine! Yarışmaya başlayan kurbağalar, bu zorlu yolculukta arkadaşlarının olumsuz tezahüratıyla birer birer yarışı bırakmışlar. İçlerinden birkaçı yılmadan ilerlese de söylenen sözler onların da inançlarını yitirmelerine neden olmuş. Sonunda, bir tanesi hariç, kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve yarışı bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayretle, arkasına hiç bakmadan zirveye tırmanmaya devam etmiş. Onun azimle tırmandığını gören kurbağalar, hep bir ağızdan bağıra bağıra aynı sözleri söylemişler: - Sen bir küçük kurbağasın, zirve senin neyine! Küçük kurbağa söylenen sözlerden hiç etkilenmeden dağın zirvesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş: - Herkes yarıştan birer birer koparken sen kimsenin sözüne aldırış etmeden zirveye çıkmayı nasıl başardın? Küçük kurbağa, kulaklarındaki pamuğu çıkarmış ve kendisine şaşkın gözlerle bakan arkadaşına şöyle demiş: - Dostum, söylediklerini duymadım ama tahmin edebiliyorum. İnandığın yolda ilerlerken seni yolundan çevirmek, alıkoymak isteyenler her zaman olur. Sen onlara kulaklarını tıkar ve kalbinin sesini dinlersen kimse seni yolundan alıkoyamaz. Küçük Kurbağa, zekâsı ve azmiyle bütün kurbağaların lideri olmuş. Onları adaletle yönetmiş. Gökten üç elma düşmüş. Biri masalı anlatana, biri dinleyene, diğeri de inandığı yoldan hiçbir zaman dönmeyenlere… * Bir anlatıdan ilham alınarak yeniden yazılmıştır.
Dinle
Her Gün Herkesin Olsun
Daha dün çantanı omuzlamış, okula başlamıştın. Parmakların kaleme alışırken nasıl da ağrımıştı. Çizgiler çizmiştin; düz çizgiler, kırık çizgiler, eğri çizgiler... Sonra harfler, sonra heceler, sonra cümleler... Büyüdün artık, kocaman oldun. Bayramları biliyorsun; Cumhuriyet Bayramı’nda, 23 Nisan’da şiirler okudun. Öğretmenler Günü’nü biliyorsun; öğretmenine çiçek verdin, “Öğretmenler Günü’nüz kutlu olsun öğretmenim!” dedin. Anneler Günü’nü de biliyorsun. Bak, ne yapalım bugün? Yalnızca mayıs ayının ikinci pazar gününü değil, bugünü de Anneler Günü ilan edelim; sonraki günü de, daha sonraki günü de. Yılda 365 gün Anneler Günü olsun. Sonra her gün Babalar Günü, Öğretmenler Günü; halalar, amcalar, dayılar, teyzeler, abiler, ablalar, kardeşler günü olsun. Babaannelerimizi, anneannelerimizi, dedelerimizi unutmayalım. 365 gün onların da günü olsun. Okuldan eve geldik. Annemizi çok özledik. Babamız gözümüzde tüttü. Hadi annemize, “Seni çok özledim anneciğim.” diyelim. “Günün nasıl geçti?” diye soralım. Anneler Günü’nü kutlayalım. Haydi, bunu babamıza da söyleyelim. Boynuna sarılıp “Baba, seni çok özledim.” diyelim. “Babam olduğun için çok mutluyum.” “Babalar Günü’n kutlu olsun.” diyelim. Şaşırtalım onu. İşte o zaman, sabahtan akşama kadar dünyaları deviren o yorgun adam bir anda dinçleşir ve yaşama sevinciyle dolar. Yoksa sen bitkin, yüzü asık bir baba mı istersin? Hayır elbette. Öyleyse haydi moral aşısına! Hediye mi? Düşündüğün şeye bak! Bizim varlığımız onlar için en büyük hediyedir. Hepsi bizim annemiz, babamız, büyüğümüz oldukları için kendilerini şanslı bulurlar. Bizim anne babamız oldukları için de Allah’a devamlı şükrederler. Onun için, yanaklarına konduracağımız bir öpücük, onları dünyanın en mutlu insanı yapar. Diyelim ki dedelerimize, babaannelerimize, anneannelerimize bir öpücükle sevgimizi söyledik. Onlara hayatları boyunca verilmiş en büyük armağandır bu. Bu kadar mı? Hayır! Ben diyorum ki her gün herkesin olsun, her şeyin olsun. Mesela, kavaklar, serçeler, gergedanlar, elma kurtları, papatyalar günü olamaz mı? Kangurular, maymunlar, tavuklar günü neden olmasın? Her gün karıncalar günü olsun ki, “karıncayı bile incitmeyen” insanların sayısı çoğalsın. Her gün kediler günü olsun ki kedilere mama veren, yardım eden insanlar daha da çok olsun. Çimler, çimenler, yoncalar gününe ne dersin? Hani “Çimlere basmayınız.” cümlesi var ya! Bütün günler çimler günü olursa bu yazıya gerek kalmaz sanırım. Bitmedi. Her gün yetimler, öksüzler, yoksullar, kimsesizler günü olsun. Göremeyenler, işitemeyenler, yürüyemeyenler, konuşamayanlar için de yılın bütün günleri ayrılsın. Ben şöyle diyorum: 365 günü öyle dolduralım ki değil bir gün, bir dakika bile kalmasın. Bunu başarabiliriz. Öyleyse haydi, iş başına! Kolay gelsin.
Dinle
Atölye Büyüteç B-612
Bak postacı geliyor, selam veriyor Herkes ona bakıyor, merak ediyor Bu şarkıyı mırıldanıp durduğum o gün, hem sevimli bir mektup hem de tuhaf bir e-posta alacağımı bilebilir miydim? Mektubu küçük bir okuyucumuz yazmıştı. E-posta ise her zamankilerden farklıydı. Elektronik postanın ta kendisinden geliyordu! Bu gerçekten mümkün olabilir miydi? Yazdıklarını ilgiyle okumaya başladım: Kimden: E-posta Kime: Atölye Büyüteç B-612 Konu: Çocuklara Söyleyeceklerim Var Merhaba! Adım “Elektronik posta” yani kısaca “E-posta”. Ne havalı bir isim değil mi? Bu ismi bana Mektup Dedem koymuş. O benim en iyi arkadaşım. Tüm dertlerimi onunla paylaşırım. Öyle çok ortak noktamız var ki… Bizde insanlar arasındaki iletişime aracılık etmek aile mesleği. Faks Teyzem, Telgraf Dayım, Telefon Amcam ve tabii ki Mektup Dedem. Aralarında en hızlıları benim. Gönder tuşuna basıldığı anda göz açıp kapayana kadar alıcının posta kutusuna ulaşıyorum. Hızlı bir dünyaya doğmuşum. Aynı zamanda aceleci bir dünya... İnsanlar beni kullanırken bu acelecilikle o kadar çok hata yapıyorlar ki! Bu hatalar canımı sıkıyor. Kendimi özensiz, umursanmayan, önemsiz biri gibi hissetmeme neden oluyor. Geçen gün Mektup Dedemle biraz dertleştik. Moralimin bozuk olduğunu fark etmişti. Bana kendi zamanını anlattı. Eskiden insanlar mektuplarını göndermeden önce dikkatlice okur, en küçük yazım hatası olmaması için özen gösterirmiş. En güzel kâğıtlara, en güzel kalemlerle ve en güzel yazılarıyla yazarlarmış. Mektubu alacak kişinin onu defalarca okuyacağını, belki de yıllarca saklayacağını bilirlermiş. Dedem dedi ki: - Biz mektuplar güzelliğimize düşkünüz evlat. Hem dış görünüşümüz güzel olsun isteriz hem de içimizde yazılanlar. İnsanlar da bunu bilir ve bizi adım adım, özenle hazırlar. En nazik dil ile yazarlar. Diyelim ki bir çocuk mektup yazacak. Önce tertemiz bir kâğıt alır. Güzel yazan bir kalemiyle sayfanın sağ üst köşesine bulunduğu yerin adını ve o günün tarihini yazar: “Kayseri, 15.06.2021”. Sonra bir satır ara verir. Sol üst köşeden satır başı yapar ve güzel bir hitap ile söze başlar: “Sevgili Anneciğim,” “Değerli Öğretmenim,” “Canım Arkadaşım,”... Bu hitaptaki her kelimenin ilk harfini büyük yazar ve sonuna virgül koyar. Yeniden satır başı yaparak mektubu neden yazdığından bahseder: “Bu mektubu size kuş gözlemciliğim sırasında köyde gördüğüm kuşları anlatmak için yazıyorum.” Mektubu alacak kişi onu tanımıyorsa önce kendini tanıtır tabii: “Ben Yaprak İlköğretim Okulundan 3. sınıf öğrenciniz Ayşe Kaya.” Tekrar satır başı yapar ve söylemek istediklerini tüm içtenliğiyle anlatır. Her yeni paragrafta farklı bir konuya değinir. Anlatmak istediklerini tamamlayınca da mektubuna iyi dileklerle son verir: “Sevgilerimle” “Saygı ve sevgilerimle” “Allah’a ısmarladık”... Son olarak kâğıdın sol alt köşesine adresini, sağ alt köşesine de kendi adını soyadını yazar ve imzasını atar. Sıra gelir zarfa. Zarfın sol üst köşesine kendi adresini, ortasına da alıcının adresini yazınca mektup postaya verilmeye hazır olur. İşte, tüm bunlara özen gösterilince okuması keyifli güzel bir mektup çıkar ortaya. Dedemi dinleyince ona ne kadar çok benzediğimi bir kez daha anladım. Sonuçta ben de dijital bir mektubum. Üstelik insanlar bana fotoğraflar, videolar, belgeler, müzikler ekleyebiliyor. Fakat sadece dosya göndermek için beni kullandıklarında bir cümlecik mesaj bile yazmayı unutabiliyorlar. Benim bir de konu alanım var. Bahsettikleri konuyu kısacık özetlemeleri gereken bir alan. Bazen konu alanımı da bomboş bırakıyorlar! Ayrıca beni yazarken sade ve anlaşılır cümleler kurmalı, imla kurallarına uymalılar ama çok hatalı yazıyorlar. Hâlbuki göndermeden önce bir kez okusalar hiç hata yapmayacaklar. Sevgili Atölye Büyüteç B-612, sizden mesajımı çocuklarla paylaşmanızı rica ediyorum. Bu yazdıklarımı okurlarsa mektuplarını ve e-postalarını özenle hazırlayıp büyüklerine de örnek olacaklarına eminim. İlginize çok teşekkür ederim. Sevgilerimle, E-posta Sıra küçük arkadaşım Neval’in mektubunu okumaya gelmişti. Haydi hep beraber okuyalım. Acaba bize neler anlatmış? Bakalım Mektup Dede’nin anlattığı adımlara dikkat ederek yazmış mı? Sevgili Atölye Büyüteç B-612, Ben Neval Gökşin. Derginizi severek takip ediyorum. Masalları, hikâyeleri heyecanla okuyorum. Bahar sayınızda oyunlar ve oyuncaklar ile ilgili çok güzel yazılar vardı. Okuyunca ben de size bu mektubu yazmaya, çok sevdiğim bir oyuncağımı anlatmaya karar verdim. Hep yumuşak bir ayıcığım olsun istiyordum. Hayallerimde ayıcığımla oyunlar oynuyordum. Dua edenin duasının ya hemen ya da daha sonra kabul olacağını kitaplarımdan öğrenmiştim. Allah’a çok dua ettim. Sonunda, bir akşam aile ziyaretinden dönerken peluş oyuncakların satıldığı bir dükkâna rastladık. Dışarısı çok soğuktu. Annem bana arabada beklememi söyledi. Ben de arabada heyecanla beklemeye başladım. O da ne! Ben küçük bir ayıcık beklerken annem elinde neredeyse benim boyum kadar kocaman bir ayıcıkla geldi. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Dualarım kabul olmuştu. Anneme çok teşekkür ettim. Adını ne koysam diye uzun uzun düşündüm. Sonuçta adı olmayan bir oyuncak olmazdı öyle değil mi? Ayıcık bana o kadar şeker şeker bakıyordu ki acaba ismini Şeker mi koymalıydım? Tüyleri de pespembeydi, pembe bir şeker gibiydi. Bakınca bulut bulut, dokununca pamuk pamuktu. Evet, evet! İsmi Pamuk Şeker olmalıydı! O günden sonra Pamuk Şeker’le sayısız oyun oynadık. Pamuk Şeker’i sadece ben değil bütün ev halkı çok seviyordu. Anneannem bazen yastık yerine Pamuk Şeker’i kullanıyor, boynundaki ağrılara iyi geldiğini söylüyordu. Ah bir de küçük kardeşim Semih’in Pamuk Şeker’e neler yaptığını bilseniz! Onun üstünde zıplıyor, halıya koyuyor ve koltuktan üzerine atlıyordu. Söylemeden geçemem: Kardeşimin öğleyin Pamuk Şeker’in üzerinde uyuduğu günler de oldu. Pamuk Şeker’im! Tatlı ayıcığım! Onunla ne güzel hatıralar biriktirdik. Şimdi gitmeliyim. Kardeşim, Pamuk Şeker ve ben piknik yapacağız. Hepinize oyunlarla dopdolu bir yaz diliyorum. Hoşça kalın. Neval Gökşin Ümitköy Kız İmam Hatip Ortaokulu 5. Sınıf Öğrencisi Sen de sevdiklerine bir mektup veya e-posta yazmak ister misin? Yaz günlerini nasıl geçirdiğini anlatmaya ne dersin? Dergimize de mektup veya e-posta gönderebilirsin. Posta adresimiz: Özel Eğitim Çocuk Dergisi Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü Varlık Mahallesi, Eşref Bitlis Caddesi C Blok No:10 Yenimahalle/ANKARA E-posta adresimiz: oer@meb.gov.tr
Dinle
Dışarıda Bahar Olmalı
Çocuk pencereden bakar. Bir beyaz güvercin konar da yanına, kim bilir hangi güzel haberleri getirir; barıştan, sevgiden yana. Gövdesi kupkuru ağaçta bahar çiçekleri açar. Bir başka dalın gür ve gümrah yaprakları şenlendirir duvarları. Duvarlar Antalya’nın Kaleiçi’nde kim bilir hangi büyük ustanın elleriyle şekillenmiş, kim bilir hangi mübarek adamlar harcını karmıştır? Pencere demirleri başka bir hikâye anlatır elbet. Ustası öylesine dikkatli ve incedir ki, eğip bükerken tek hata yapmak istemez. İş iyi yapılmalı, kalp mal piyasaya çıkmamalıdır. Pencere pervazı Kayseri’deki eski bir yapıdan getirilmeli. Onu yapan taş ustasının da eline sağlık. Madem çocuk pencerede, dışarıda bahar olmalı. Aylardan Nisan... İstanbul’un bütün parklarını, bahçelerini dolduran envaiçeşit laleler yetişmeli duvar diplerinde, sarı kır çiçekleri karışmalı laleler arasına. Akşam olup atlas perdeler örtüldüğünde ve çocuk uykuya daldığında, düşünde kuşlar gibi özgür uçtuğunu görecek mavi gökyüzünde. Bulutlardan bir at yapıp binecek üstüne. Annesinin ellerinden tutup attaya gidecek. Atta uzak değil ki, hemen şuracıkta; Kafdağı’nın ardında... Orada da aylardan nisandır ve deli bir rüzgâr dört bir yana badem çiçekleri savurmaktadır. Bir çiçek yağmuru ki çocuk ve annesini neşeyle koşturmakta bir o yana, bir bu yana. Çocukların rüyasını hiç kimse karartmasın...
Dinle
Nasreddin Hoca
Dinle
Gökyüzü Dostluğu
Bir varmış, bir yokmuş... Kuşlar gökyüzünde uçuşmuş, ağaçlara konmuş. Her masalın içinden bir kuş geçermiş. Masal kuşlarının kanatları rengârenk olurmuş. Bu masalımızın gri kanatlı kuşuysa tüylerinin renginden hiç memnun değilmiş. Kuşlar ülkesindeki arkadaşlarına bir gün şöyle demiş: “Ben nasıl masal kuşuyum böyle? Hiç rengârenk kanatlarım yok. Hâlimden memnun değilim.” Kuş dostları ona gri kanatlarının çok güzel olduğunu ve kendisine çok yakıştığını söylemiş. Gri kuş yine de çok mutsuzmuş. Hatta kendini çiçeklerle bile kıyaslayıp “Neden benim de bu çiçekler gibi renklerim yok?” diye hayıflanır dururmuş. Mor sümbüllere, sarı papatyalara, kırmızı güllere özenirmiş bazen. Bir sabah yağmur sonrası gökyüzünde dolaşırken gökkuşağına takılmış gözleri. “Ah ya, neden daha önce düşünemedim ki?” demiş kendi kendine. Tüm hazırlıklarını yapıp gökkuşağına gitmeye karar vermiş minik gri kuş. Günler boyunca sürecek yolculuğu başlamış. Kanatları çok yorulmuş ve gücü kalmamış. Gördüğü yüksekçe bir dağda bir müddet dinlenmeye karar vermiş. Burada bir grup siyah karga görmüş. Onlara renklerinden memnun olup olmadıklarını sormuş. Hepsi de rengini seviyormuş. Minik gri kuş, kendi kendine niçin bu kadar memnuniyetsiz olduğunu sorup düşünmeye başlamış. Kargaların peşine düşmüş. Tüm kargalar sırayla her gün bir kuşa yardım ediyormuş. Bu onun çok dikkatini çekmiş. İyice meraklanan gri kuş, ağacın kovuğunda tek kanatlı minik bir kuş bulunduğunu görmüş. Buradaki diğer kuşlar her gün onun uçmasına yardım ediyor ve onu gezintiye çıkarıyormuş. Yanına yaklaşıp “Merhaba!” demiş gri kuş. “Merhaba, buralardan değilsin galiba. Seni daha önce hiç görmedim. Hoş geldin!” demiş uçamayan minik kuş. “Hoş bulduk. Evet buraya uzak bir ülkede yaşıyorum. Gökkuşağına giderken kanatlarımın gücü kalmadı ve bir miktar dinlenmek için buraya kondum.” demiş gri kuş. ir varmış, bir yokmuş... Kuşlar gökyüzünde uçuşmuş, ağaçlara konmuş. Her masalın içinden bir kuş geçermiş. Masal kuşlarının kanatları rengârenk olurmuş. Bu masalımızın gri kanatlı kuşuysa tüylerinin renginden hiç memnun değilmiş. Kuşlar ülkesindeki arkadaşlarına bir gün şöyle demiş: “Ben nasıl masal kuşuyum böyle? Hiç rengârenk kanatlarım yok. Hâlimden memnun değilim.” Kuş dostları ona gri kanatlarının çok güzel olduğunu ve kendisine çok yakıştığını söylemiş. Gri kuş yine de çok mutsuzmuş. Hatta kendini çiçeklerle bile kıyaslayıp “Neden benim de bu çiçekler gibi renklerim yok?” diye hayıflanır dururmuş. Mor sümbüllere, sarı papatyalara, kırmızı güllere özenirmiş bazen. Bir sabah yağmur sonrası gökyüzünde dolaşırken gökkuşağına takılmış gözleri. “Ah ya, neden daha önce düşünemedim ki?” demiş kendi kendine. Tüm hazırlıklarını yapıp gökkuşağına gitmeye karar vermiş minik gri kuş. Günler boyunca sürecek yolculuğu başlamış. Kanatları çok yorulmuş ve gücü kalmamış. Gördüğü yüksekçe bir dağda bir müddet dinlenmeye karar vermiş. Burada bir grup siyah karga görmüş. Onlara renklerinden memnun olup olmadıklarını sormuş. Hepsi de rengini seviyormuş. Minik gri kuş, kendi kendine niçin bu kadar memnuniyetsiz olduğunu sorup düşünmeye başlamış. Kargaların peşine düşmüş. Tüm kargalar sırayla her gün bir kuşa yardım ediyormuş. Bu onun çok dikkatini çekmiş. İyice meraklanan gri kuş, ağacın kovuğunda tek kanatlı minik bir kuş bulunduğunu görmüş. Buradaki diğer kuşlar her gün onun uçmasına yardım ediyor ve onu gezintiye çıkarıyormuş. Yanına yaklaşıp “Merhaba!” demiş gri kuş. “Merhaba, buralardan değilsin galiba. Seni daha önce hiç görmedim. Hoş geldin!” demiş uçamayan minik kuş. “Hoş bulduk. Evet buraya uzak bir ülkede yaşıyorum. Gökkuşağına giderken kanatlarımın gücü kalmadı ve bir miktar dinlenmek için buraya kondum.” demiş gri kuş. Tek kanatlı minik kuş şaşkınlıkla “ Ne? Gökkuşağına mı gidiyorsun, neden ki?” diye sormuş. MİNİK GRİ KUŞ, “Benim ülkemde tüm kuşların güzel kanatları var, hepsi farklı renklerde. Ama benim tüylerim gri ve ben bu durumdan hiç memnun değilim. Gökkuşağına giderek ondan bu konuda yardım isteyeceğim.” demiş. TEK KANATLI KUŞ bu cevabı duyunca üzgün bir şekilde kendini incelemiş, kanadının koptuğu tarafa bakmış ve “Bence senin mükemmel tüylerin ve kanatların var. Bana bak, kanadımın biri yok, bu yüzden uçamıyorum. Ancak bu durumum beni mutsuz etmiyor. Senin kanatların eksik değil. Tek başına uçabiliyor, gökyüzüne süzülüyorsun. Kimseye ihtiyacın olmadan yaşamak dünyanın en güzel duygusu bence. Benim gri tüylerim ve sapasağlam iki kanadım olsaydı bundan hiç şikâyet etmezdim.” demiş. Gri kuş bu konuşmadan sonra biraz mahcup bir şekilde “Evet, aslında çok haklısın. Hiç bu açıdan düşünmemiştim. Galiba seni tanımak gökkuşağına gitme fikrimi değiştirdi. Çok teşekkür ederim dostum. Seninle tanıştığıma memnun oldum. Seni sık sık ziyaret edeceğim. Şimdilik hoşça kal..” diyerek oradan ayrılmış. Minik gri kuş gökkuşağına gitmekten vazgeçmiş, evine doğru uçmaya başlamış. Yolculuk boyunca yeni tanıdığı arkadaşı ile konuşmalarını düşünmüş . O günden sonra hâlinden hiç şikâyet etmemiş. Bu masalı tüm kuşlar ve çocuklar okumuş, gökkuşağına anlatmış. Gökkuşağı dünyadaki tüm çocuklara ve kuşlara rengârenk gülümsemiş..
Dinle
Erişilebilir Müzik Aletleri
Müziği sever misiniz? Ben severim. Özellikle dinlemeye bayılırım. Hayal kurarken, oyun oynarken, dans ederken, eğlenirken hatta bazen ağlarken… Kısacası her an yanımdaki bir arkadaş gibidir. Her ne yapıyorsam yanımda bulunmaktan mutlu olan bir dosttur müzik. Bana dünyanın her köşesinde neler olup bittiğini farklı ritimler, melodiler, armoniler ve çalgılarla anlatır. Ben de sohbet edermiş gibi dinlerim onu. Dinlerim, dinlerim, dinlerim… Ama hep dinlemekle de olmaz, bazen de bir müzik aleti çalayım, herkes beni dinlesin isterim. Bu isteğimin gerçekleşmesi için bazıları “Şöyle yetenekli, böyle yetenekli olman lazım. Elini kolunu böyle tutman lazım. Notaları hızlı okuman lazım...” deyip dururlar. Bu durum canımı sıksa da sakın vazgeçtiğimi düşünmeyin. Hayallerimi yeniden canlandırabilmek için şöyle söylerim içimden: “Bir gün mutlaka bireysel özelliklerime göre yeniden şekil almış; bir bakışla bile şarkılara eşlik edebilecek, sevdiğim müziği yapmak için hayal ettiğim tüm sesleri çıkaracak hatta düşüncelerimi okuyacak ve bunları müzikle dile getirecek (beyin kumandalı ya da beyin bilgisayar arayüzü olarak ifade edilebilir) teknolojik çalgılar mutlaka karşıma çıkacaktır. Umudunu kaybetme!” Meğer benim bu umudum gerçek olmuş. Nereden mi biliyorum? Müzik öğretmenim söyledi. Benim hayal ettiğim bu çalgılar “erişilebilir müzik aletleri” adıyla biliniyormuş. Her yaştan, her yetenekten ve her özel bireyin kolaylıkla çalabilmesi için tasarlanmış bu çalgılar. Mesela sünger gibi sıkılabilir bir çalgı hayal etmiştim. Onun adı, renkli yüzeyleri olan “Skoog”muş. Uzaktan hareketlerimi anlayıp onları sese dönüştüren çalgı ise “Soundbeam”; üstüme giyip şarkılara eşlik edebildiğim çalgı da “HipDisk”miş. İnsan kafasına bir bant gibi takılabilen ve kafanızı salladığınızda müzik yapabileceğiniz çalgının adı da “Rocker Switch”miş. Daha neler varmış neler… Bunlar gibi çok sayıda çalgı, evrensel tasarıma göre tasarlanmış. Öğrenilmesi kolay olan bu çalgıları tek başınıza çalabileceğiniz gibi müzik öğretmeninizle, arkadaşlarınızla ve ailenizle “birlikte çalabilmek” de çok heyecan verici. Belki bir gün özel arkadaşlarımızla birlikte konser bile veririz bu çalgılarla. Ne dersiniz? Erişilebilir müzik aletlerinin, müzik terapisinde yani müzikle tedavide de kullanıldığını öğrendim. Ayrıca bu teknolojik çalgıların farklı ülkelerin özel eğitim okullarında yardımcı müzik teknolojileri olarak kullanıldığını söyledi öğretmenim. Büyülenmiştim. Çünkü bu erişilebilir çalgılar kendimi ve küçük bestelerimi başka insanlara dinletebilmemi sağlayacaktı. Belki de bazı çocukların tedavilerini çok daha eğlenceli hâle getirecekti. Yardımcı ve uyarlanabilir bu çalgılar sayesinde müzik hepimizin olacaktı. Herkesin dostu müzik, bundan sonra sadece dinlediğimiz bir dost değil, kendimizi evrene anlatabileceğimiz yardımcı bir dosttu artık…
Dinle
Çağan Kuzey ÖZTÜRK’ten Üç Şiir
İstanbul Nişancı Şehit Eyüp Beyazıt İlkokulu 4/B Sınıfı Öğrencisi GÖLGE Gölgem Her zaman Beni takip eder Ben de onu Keşke Gölgem insan olsa Ben de gölge Gölgemin insan olmasını Hep hayal ederdim Gölgem hiç yorulmuyor Ama ben yoruluyorum Gölge olmak kolay İnsan olmak zor KEÇİLİ ORMAN Bir gün ormana gittim Ve sadece keçi gördüm Dedim ki Kesin bu Keçili orman Ağaç olarak keçi Yaprak olarak keçi Herşey keçi Ben bile keçiyim FARKLI KUYRUK Her insanın Bir kuyruğu var Ama her kuyruğun da Bir özelliği var Kötü olanların Kuyruğu siyah İyi olanların kuyruğu Rengârenk Nedense benim kuyruğumun Yarısı siyah yarısı rengârenk
Dinle
Balkız ve Kiraz Fidanı
Güzel bir bahar sabahı arılar bal toplamak için son hazırlıklarını yapıyorlarmış. Kovandaki genç arılar, kış boyunca polen toplamak ve bal yapmak için ders almışlar. Balkız, o gün ilk defa kovandan çıkacak ve polen toplayacakmış. İçi heyecandan kıpır kıpırmış. Arkadaşı, “Havanın güneşli olması ne güzel!” demiş. “Evet.” diye cevaplamış Balkız, “Bugün en çok poleni ben toplamak istiyorum.” Arkadaşı da polen toplamaya çok hevesliymiş. “Ben de çok polen toplamak istiyorum.” demiş. Balkız, “O zaman sana iyi şanslar.” demiş ve uçarak kovandan uzaklaşmış. Etrafta gördüğü çiçeklere hayran hayran bakıyor, hepsine konarak polen topluyormuş. Birden karşısına bir meyve bahçesi çıkmış. Meyve ağaçları çiçekler içindeymiş. Rengârenk çiçekleri gören Balkız’ın sevinçten ağzı açık kalmış. Bahçedeki ağaçların içinde, bol çiçekli bir kiraz fidanına vızıldayarak yaklaşmış. Arıyı gören Kiraz Fidanı, “Git başımdan!” diye bağırmış. “Sen de kimsin?” Balkız, “Ben bir bal arısıyım. Bal yapmak için polen topluyorum.” diye cevaplamış. Kiraz Fidanı, kibirli bir sesle, “Git başka yerden topla!” diye bağırmış: “Ben, güzel çiçeklerime kimsenin konmasına izin veremem. O güzel ve narin kelebeklere bile izin vermiyorum. Senin gibi iğneli bir böceği asla yanıma yanaştırmam!” “A, ama!” diye kekelemiş Balkız, “Bana öyle söylemeye hakkın yok. Biz arılar olmasak sizin çiçekleriniz hiçbir işe yaramaz.” Kiraz Fidanı küçümseyen gözlerle Balkız’a bakmış ve “Ne demek istiyorsun?” demiş. “Benim çiçeklerim birkaç gün sonra meyveye dönüşecek. Bu beyaz çiçeklerin yerini sulu, kırmızı kirazlar alacak.” Balkız, “Eğer arıların polen toplamalarına izin vermezsen ne yazık ki o güzelim çiçeklerin meyveye dönüşmeden dökülecek ve yok olacak. Meyve vermeniz için biz arılara ihtiyacınız var.” diye karşılık vermiş. Kiraz Fidanı, “Ha, ha, haaa! Çok komiksin! Sen kim oluyorsun da bizim size muhtaç olduğumuzu söylüyorsun.” demiş. Ardından dallarını sallayarak arıyı uzaklaştırmaya çalışmış. Meyve bahçesindeki başka ağaçlar, “Balkız doğru söylüyor. Çiçeklerimizin meyveye dönüşmesi için tozlaşma olması gerekiyor. Bunun için arılara ihtiyacımız var.” demişler. Kiraz Fidanı, onların sözlerine de aldırmamış. Bu bahar ilk defa açan beyaz çiçeklerine gururla bakarak, “Beni kandıramazsınız, izin vermiyorum!” demiş. Balkız, daha fazla ısrar etmemiş. Meyve bahçesinde, çiçeklerini açmış, onu davet eden bir sürü ağaç varmış. Onlardan polen toplamaya karar vermiş. Günlerce meyve bahçesinde çalışmış ama Kiraz Fidanı’nın çiçeklerine hiç yaklaşmamış. Bir süre sonra meyve ağaçlarının çiçekleri solarak dökülmeye, çiçeklerin yerinde minik meyveler oluşmaya başlamış. Kiraz Fidanı’nın da çiçekleri solmuş ve dökülmüş. Kiraz Fidanı çiçeklerin yerlerinde boş yere minik meyveler aramış. Bal arısının, söylediklerinde haklı olduğunu anlamış ama artık çok geçmiş. Ağlamaya başlamış. Yanındaki elma ağacı, “Üzülme, seneye yeniden çiçek açacaksın. O zaman bal arısının polen toplamasına karşı çıkmazsan senin de meyvelerin olur.” demiş. Polenlerini topladığı ağaçlara teşekkür etmek için bahçeye gelen Balkız bu sözleri duymuş. Kiraz Fidanı’na, “Üzülme Kiraz Fidanı, önümüzdeki bahar arkadaşlarımla senden de polen toplarız.” demiş. O yaz mevsimini bahçedeki bütün meyve ağaçları şen şakrak geçirmişler. Meyvelerinden yemek için kuşlar, böcekler, çocuklar hep onlarla berabermişler. Kiraz Fidanı çok yalnız ve üzgünmüş. Onları izlerken gözleri dolmuş ama ağlamamış. Balkız’ın sözlerini hatırlamış. Umut ve sabırla sonraki baharı bekleyecekmiş.
Dinle
Paylaşmak
İki cevizimiz var Küsmek, darılmak yok Biri sana, biri bana Paylaşalım kardeş kardeş Dört elmamız var Küsmek, darılmak yok İki sana, iki bana Paylaşalım kardeş kardeş Hiç kimse aç kalmasın Ekmeği bölmek gerek Sofrada çoğalır sevinç Paylaşalım kardeş kardeş
Dinle
Balkondaki Şenlik
Çocuk, o akşam çok yorgundu. Çalışma masasında uyuyakalmıştı. Saat dokuza doğru, dışarıdan gelen bir şamatayla uyandı. Büyük bir merakla balkona koştu. Anne babası, kapı komşuları Seyhan teyzeyle Murtaza amca, karşı apartmanlarda oturan bütün komşular balkona çıkmışlardı. Bir yandan ışıklar yanıp sönüyor, bir yandan da alkış sesleri yükseliyordu. Bir festival havası vardı evlerde. İnsanlar sanki görünmez bir kahramanı alkışlıyorlardı. Çocuk, hâlâ merak içindeydi. Balkondan eğilip evin önünden geçen caddeye baktı; bir şey göremedi. Ne fener alayı vardı ortada ne de millî bayramlarda gördüğü asker konvoyu! Vaktiyle, anne babasıyla birlikte, düşmana karşı ülkemizi savunan kahraman askerlerimizi çok alkışlamışlardı. Peki, bu kez alkışlanan neydi? Ya da kimdi? Çocuk, annesinin kolundan çekiştirerek sordu: “Anne, askerler mi geçecek?” “Hayır yavrum.” dedi. Bu kez sağlık ordumuzu; doktorlarımızı, hemşirelerimizi ve diğer sağlık çalışanlarımızı alkışlıyoruz. Onlar da bizim gözbebeğimiz. Üstelik onlar, bizim için, görünmez düşmanlarla savaşıyorlar. Hem de daha tehlikeli düşmanlarla.” “Görünmez düşmanlar mı dedin?” “Evet. Günlerdir bizi ev hapsinde tutan, seni ve arkadaşlarını parklardan mahrum bırakan bir düşmandan, Korona’dan söz ediyorum. Bizler, yeniden eski, neşeli günlerimize dönelim diye sağlık çalışanlarımız canla başla mücadele ediyorlar. Üstelik, bu uğursuz virüsle her an burun burunalar…” Çocuk, meseleyi anlamıştı: Bu alkışlar, kahraman sağlık çalışanlarının böylesi bir savaşta yalnız olmadıklarını göstermek ve milletimizin onlara duyduğu minnettarlığı haykırmak içindi. Çocuk, o andan itibaren, kendisini heyecanlandıran bu coşkun kalabalığın bir parçası oluvermişti... O da annesi, babası, komşuları ve bütün Türkiye ile birlikte sağlık ordusunu alkışlamaya başlamıştı... Ve her akşam, aynı saatte, aynı heyecanla balkona koşuyordu.
Dinle
"Bütün Yaz Ne Yapacağım, Can Sıkıntısından Nasıl Kurtulacağım?" Diye Düşünenlere
Bırakın yazları, tüm günler benim için çok sıkıcıydı. Ancak bir gün her şey birden değişti. Nasıl mı? İşte anlatıyorum: Yaklaşık üç yıl önceydi. Ben çok aktif bir çocuk değildim. Arkadaş desen... Nerede? Hiç kimse yoktu. Zaten Türkiye’ye sonradan gelmiştim. Okuldan eve, evden okula sepet gibi taşınıp duruyordum. Sonra bir gün annem, “Seni bir yere götüreceğim. Bir sivil toplum kuruluşu, yaşıtın çocuklar da var.” dedi. Neymiş, dilimi geliştirip arkadaş edinecekmişim. Nasıl yani? Okulda öğrenemediğim dili başka yerde mi öğrenecektim! Duyunca bana da mantıksız geldi ama annemin beni çekiştirerek götürmesine engel olamadım. Gittim. Sıradan bir yer gibiydi. Birkaç çocuk sandalyesi, masa ve bir iki oyuncak… Çocukların yanına yerleştirdiler beni. O kadar garip hissetmiştim ki sıra sıra dizilmiş bir yumurta kolisinde “Beni kurtarın” diye bağıran kaktüs tanesiydim sanki. Dokunsalar iğnelerimi fırlatacak, onları püskürtecektim. Ben bunları düşünürken bir ses “Merhaba, alanımıza hoş geldin.” dedi. O an iğnelerimi fırlatmak yerine, kaktüs olmayı bir kenara bırakarak yumuşacık pamuk gibi oldum. “Gel!” dedi, “Senin yaşın bu yaş grubuna uygun değil. Onlar senden çok küçük, burada sıkılabilirsin. Bizim bir gönüllü programımız var seni oraya kaydedelim, ister misin? Sen de gönüllü arkadaşların gibi hem kendini geliştirir hem de diğer çocuklara yardımcı olursun, ne dersin?” Başka çocuklar mı? Başka arkadaşlar mı? İçimden, bu kişi kesinlikle beni yanlış tanıdı, diye geçirdim. Ama içimden geçirdiğimle uyguladığım bir olmadı. O kadar kapılmışım ki kendimi gönüllü eğitimlerini alırken buldum. Tam tamına 14 etkinlik yaptık gönüllü olabilmek için. 14-17 yaş grubundan 15 kişi ile aldık bu eğitimleri. Grup çalışmaları, iletişim ve etkinlik eğitimleri gibi birçok eğitim aldık. O kadar eğlenceli ve faydalıydı ki zaman nasıl akıp geçiyordu anlamıyordum. Sonra eğitim bitti ve artık bir GÖNÜLLÜYDÜM. Bu cümleyi duymak bile oturduğum yerden heyecan veriyor bana. Neden mi? Çünkü bu cümleden sonra hayata bakış açım değişti. Sıkıcı ve yalnız bir kaktüs değildim artık. Yüzlerce gelişimsel, sanat, spor, müzik ve sosyal içerikli etkinliklere katıldım. Bizden küçüklere hikâyeler okuyup kukla gösterileri yaptım. Çünkü oradaki hocalarım ses tonumun hikâye okumaya çok uygun olduğunu söylediler. Artık kendimi yalnız hissetmiyorum. Aksine çok faydalı işler yapıyorum. Özellikle o gönüllü eğitiminden sonra bana öğrettikleri etkinliklerle, kendimi güneş gibi ışık saçar hissediyorum. Artık bir grup önünde değil çekinmek, kitlelerle konuşup onlara fikrimi söyleyebiliyorum. Sizlere buradan seslendiğim gibi... Eğer bütün bu yazdıklarımdan sonra hâlâ kaktüsün, ışık saçan güneşe dönme hikâyesini ve bu değişimin nasıl bir ortamda gerçekleştiğini merak ettiyseniz siz de acilen anne babanıza gönüllü olabileceğiniz bir kurum sorun. Hem koca yaz başka nasıl geçer sıkılmadan! Eminim, sıcak bir “Merhaba!” diyerek, güler yüzle karşılayacak bir çift mutlu göz bulursunuz.
Dinle
Siz Yeter ki İsteyin!
Sevgili çocuklar; Her çocuk dünyaya çeşitli farklılıklarla gelir. Her birinin farklı yönleri farklı özellikleri farklı yetenekleri vardır. Sizlere yine farklı bir özelliği olan bir arkadaşınızın kısa yaşam hikâyesinden ve başarılarından bahsedeceğim. Onun adı: Elçin GEVANCİ. Elçin, Elazığ’da yaşayan özel bir çocuk. Aslında şimdi 18 yaşına girmiş bir genç de diyebiliriz. Doğduktan hemen sonra, bir buçuk aylıkken anne ve babası Elçin’in davranışlarında farklılık olduğunu gözlemlemiş. Elçin, daha 4 aylıkken gözlerindeki hareketlerin farklılığı ve boynunu tutmakta zorlanması üzerine ailesi onu doktora götürmeye karar vermiş. Ankara’da gittikleri hastanedeki doktorlar Elçin’de doğuştan gelen ve kalıtımsal bir durum olan “Joubert Sendromu” olduğunu söylemiş. Bu özellik Türkiye’de ve dünyada çok nadir görülen bir durummuş. Doktorların anlattıklarına göre bu özel duruma sahip çocukların bedensel gelişimi, yürüme, konuşma, denge sağlama, öğrenme gibi bazı özellikleri yaşıtlarından farklılık gösterebilmekteymiş. İşte özel bir çocuk olarak dünyaya gelen Elçin’in zorlu yolculuğu o gün, orada başlamış. Ayrıca hem kendisinin hem de ailesinin yaşam mücadelesi de… Annesi ve babası ilk başta büyük bir tedirginlik yaşamış. Ancak kısa sürede bu tedirginliği atlatıp hemen 6 aylıkken Elçin’e fizik tedavi uygulatmaya ve 1,5 yaşından itibaren de özel eğitim aldırmaya başlamışlar. Elçin, okul öncesi eğitimini, ilkokulu ve ortaokulu diğer özel çocuklar gibi kaynaştırma eğitimi ve özel eğitim alarak geçirmiş. Ayrıca rehabilitasyon merkezinden de destek eğitimi almış. Elçin şu anda Elazığ’daki Abdullah Hakan Tangülü Özel Eğitim Meslek Okulunda 11. sınıfta okuyor ve E-KPSS sınavına hazırlanıyor. Okulunu çok seviyor ve de derslerinde çok başarılı. Hayatı boyunca tüm zorlukları aşma konusunda da çok başarılı bir çocuk Elçin. Burada annesi Gönül Hanım’a ve babası Ahmet Bey’e de teşekkür etmemiz gerekiyor. Çünkü bu başarılarının arkasında onlar var. Elçin’in gelişimi ve eğitimi için zorluklar karşısında pes etmeden, azim ve kararlılıkla hep mücadele etmişler. Gerek günlük yaşamında gerekse okul hayatında Elçin’e yıllar boyunca özel ilgi ve destek sunmuşlar. Eğitimine önem vermişler. Tabii ki Elçin’e okul hayatı boyunca destek veren öğretmenlerinin çabasını, ilgisini ve onu özel bir çocuk olarak kabul etmelerini unutmadan onlara da teşekkür etmek gerekiyor… Elçin özel bir çocuk olarak gelişmeye, öğrenmeye devam ediyor. Şu anda okulunda el sanatları ve nakış atölyesine gidiyor. El becerilerini çok geliştirmiş durumda. Ve bilin bakalım Elçin son bir yıl içinde neyi başardı? Joubert Sendromu olan özel çocuklar için çok zor ama imkânsız olmayan bir şeyi yapmayı başardı Elçin... Yani bisiklet sürmeyi... Bu özellikteki çocuklarımızın denge sağlamada güçlük yaşadıkları biliniyor. Bu nedenle bisiklet sürmeyi öğrenmek çok zor bir süreç olmuş onun için. Ancak Elçin azmi, ısrarı ve yoğun çabaları sonucu bunu da başarmış. Elçin’in yapabildikleri bunlarla sınırlı değil tabii ki. Org çalabiliyor, ata biniyor. Bu konularda da oldukça yetenekli. Düzenli olarak kitap okuyor. Yaptıkları, azim ve çaba ile her güçlüğün aşılabileceğini öğretiyor bize. “Siz yeter ki isteyin. Her şey mümkün.” diyor. Sevgili çocuklar, Sizler de hayatın her alanında zorlukları aşabilir, ilgi ve yetenekleriniz doğrultusunda birçok şeyi başarabilirsiniz, bunu sakın unutmayın. Elçin’in başarılarının hepimize örnek olmasını diliyorum. Sevgiyle kalın.
Dinle
Pamir Anadolu Medeniyetleri Müzesinde
Burada ne yazıyor?” diye sormuştu Pamir babasına; okuyabilmenin ve yazabilmenin ne kadar büyük bir ayrıcalık olduğunu düşünürken. Anadolu Medeniyetleri Müzesinin loş ışıkları altında yürüyorlardı. Bir saattir müzedeydiler ancak daha müzenin yarısını bile gezememişlerdi. “O bilgi levhasında...” demişti babası “Bu gördüğümüz şeyin tunçtan yapılmış bir Güneş Kursu olduğu yazıyor.” Babasını ilgiyle dinleyen Pamir yazıyı tekrar okumaya çalışıp “Güneş kelimesini okuyabildim baba!” diye heyecanla bağırmıştı, “güneş” kelimesini gösterirken. Pamir, okula başlayalı birkaç ay olmuştu ve onun okumaya olan ilgisi babasını çok memnun ediyordu. Müzeyi gezerken Pamir birden siyah bir taşın önünde durdu. Taşın üzerinde çeşitli girintiler vardı. Büyük bir merakla annesi ile babasına seslenerek onlardan önünde durduğu taşın yanına gelmelerini istedi ve annesine bu taşın ne olduğunu sordu. Annesi, “Pamir, merak ettiğin bu taş kilden yapılmış bir tablet. Eskiden insanlar bu tabletleri kâğıt gibi kullanır, üzerlerine yazılar yazarmış. Bu taşın yani aslında tabletin üzerinde gördüğün girintiler de Akad diline ait kelimeler.” dedi. Pamir annesinin bu cevabı karşısında daha da çok şaşırmıştı. Kâğıt üzerinde veya ekranlarda gördüğü yazılara alışkındı ancak bu şekilde, taş bir tabletin üzerinde bulunan yazıyı ilk defa görüyordu. Annesine ve babasına dönerek gözlerini kocaman açtı ve, “Tablet mi? Hani öğretmenim etkileşimli tahtadan bir uygulama göstermişti; ben o uygulamayı tabletten açıp okuma yazma alıştırmaları yapıyorum ya, onun gibi mi?” deyip güldü. Babası da gülerek “Bu senin tabletinden ve oradaki Ses Temelli Okuyorum Yazıyorum dijital etkinliklerinden biraz daha farklı bir şey.” dedi ve ekledi: “Aslında bu gördüğün yazı bir mektup; dostluk mektubu... Milattan önce 13. yüzyılda yazılmış. Mısır kralının eşi, Hitit kralının eşine yazmış.” dedi. Pamir yazı sayesinde geçmişten günümüze gelen bu bilgilerden etkilenmişti. Yazının çok güçlü bir şey olduğunu düşündü. Pamir, müzede gezmeye devam ettikçe birbirinden farklı yazılar görüyor ve onların aktardığı bilgiler karşısında her defasında yeniden heyecanlanıyordu. Müzeden çıkarken kendi kendine bir karar verdi. Okuma ve yazmayı bir an önce öğrenecek ve bu müzeye tekrar gelecekti. Böylelikle bilgilendirme notlarını tek başına okuyabilecek, merak ettiği tüm konular hakkında kendisi okuyarak bilgiler edinecekti. *** Ve son ders zili çaldı. Yaz tatili gelmişti. Zilin sesini duyan Pamir heyecanla sırasından kalktı. Elinde baştan sona “Çok İyi” olan karnesini tutuyordu. Bütün bir yıl boyunca okulda öğretmenleri ve arkadaşlarıyla çok güzel zamanlar geçirmiş, okuma yazmayı da tamamen öğrenmişti. Öğretmenle ve arkadaşlarıyla yaptıkları etkinlikleri, oyunları, Ses Temelli Okuyorum Yazıyorum Dijital İnteraktif Set ile yaptıkları alıştırmaları düşününce yüzünde bir gülümseme belirdi. Babası okuma yazmayı öğrenince yaz tatilinde Anadolu Medeniyetleri Müzesine tekrar gideceklerine dair söz vermişti. Bu aklına gelince daha da keyiflendi. Mutlulukla koşarak arkadaşlarına katıldı. *** Pamir o gün çok heyecanlıydı. Anadolu Medeniyetleri Müzesine tekrar gidiyorlardı. Arabanın camından dışarıyı seyrediyor ve gördüğü tüm yazıları kolayca okuyabiliyordu. Müzenin kapsından içeri girdiklerinde hemen sergilenen nesnelere doğru yöneldi. Bir kâşifin yarım kalan macerasını tamamlaması gibi Pamir de müzede bulunan tüm nesneleri dikkatle inceliyordu. Taş tabletlere, Güneş Kursu’na, birçok heykelciğe, altın taçlara ve diğer eserlere ait tüm bilgi notlarını okuyor ve okuduklarını ailesine büyük bir heyecanla anlatıyordu. Pamir’in annesi ve babası bu durumdan çok mutluydular. Pamir’le birlikte müzeyi yeniden keşfediyorlardı. Bütün nesneleri incelemeyi bitiren Pamir, okuma ve yazmanın gücüne sahip olduğu için kendini çok şanslı hissediyordu. Müzeden çıkarken Pamir bir karar daha verdi. Okuma ve yazmanın gücünü herkese anlatacak, tıpkı kil tabletleri yazanlar gibi o da yazarak geleceğe eserler bırakacaktı.
Dinle
Gülümse
Dinle
Neden?
SAÇ VE TIRNAKLARIMIZ KESİLİRKEN NEDEN HİÇ ACI DUYMAYIZ? Acıyı sinirlerimiz yardımıyla hissederiz. Vücudumuzun herhangi bir yerindeki problemi, bir telefona benzetebileceğimiz sinirlerimiz beynimize ulaştırır. Acıyla birlikte sorunu da algılayan beynimiz, çözüm için gerekli mekanizmayı hemen çalıştırır. Saçlarımız ve tırnaklarımızın köklerinde sinir olmasına rağmen gövdelerinde yoktur. Bu nedenle kestiğimiz tırnak ya da saç bize acı vermez. DÜNYA DÖNDÜĞÜNE GÖRE NEDEN ÜZERİNDEN DÜŞMÜYORUZ? Dünyamız dev bir mıknatıs gibi herşeyi kendi merkezine doğru çeker. Bu çekme gücüne yer çekimi denir. Atmosferin varlığını da düşünürsek düşmek bir yana, bizim için yeryüzü sürekli aşağıda, gökyüzü de her zaman yukarıdadır. UÇAK GÜRÜLTÜSÜ NEDEN EVİMİZİ TİTREŞTİRİR? Ses havayı titreştirerek uzaklara ulaşır. Titreşen hava molekülleri çarptıkları yeri de titreştirirler. Uçaklar büyük gürültü çıkardıkları için, oluşturdukları titreşim de fazla olur. Bu titreşimler evimizi, pencerelerimizi sallayabilir. DENİZ NEDEN TUZLUDUR? Yüzbinlerce yıldan beri, yağmur suları kayaları yıkayıp aşındırmaktadır. Kayaların yapısındaki tuzların bir kısmı bu nedenle çözünüp denizlere taşınmıştır. Denizlerdeki su buharlaşırken tuz sabit kalmakta ve tuzluluk oranı artmaktadır. DENİZ NEDEN TUZLUDUR? Yüzbinlerce yıldan beri, yağmur suları kayaları yıkayıp aşındırmaktadır. Kayaların yapısındaki tuzların bir kısmı bu nedenle çözünüp denizlere taşınmıştır. Denizlerdeki su buharlaşırken tuz sabit kalmakta ve tuzluluk oranı artmaktadır. GEMİLER UZAKTAYKEN NEDEN İLK ÖNCE DİREKLERİ GÖZÜKÜR? Gemiler ufuk çizgisine ulaşınca, suya gömülüyormuş hissini uyandırarak yavaş yavaş gözden kaybolurlar. Bunun sebebi, dünyamızın yuvarlak olmasıdır. Yaklaşan bir geminin önce direğini, daha sonra da diğer bölümlerini görürüz. Eğer dünyamız düz olsaydı, uzaktaki gemiyi batıyormuş ya da bir tepenin arkasından çıkıyormuş gibi değil, bir nokta hâline gelinceye kadar görebilirdik.
Dinle
Etkinlik Zamanı
Fincan Oyunu • İki gruba ayrılalım. • Fincanları ters çevirerek masaya sıralayalım. • Bir gruptaki oyuncudan bir fincanın altına düğme saklamasını isteyelim. • Fincanları sürükleyerek yerlerini değiştirelim. • Diğer gruptaki bir oyuncudan düğmenin olduğu fincanı bulmasını isteyelim. • Oyunu bu şekilde davam ettirelim. • En çok düğmeyi bulan oyunu kazanır Top Bardakta • Bir masanın ucuna plastik bardak yapıştıralım. • Elimize havlu kâğıt rulosunu alalım. • Masa üzerine pinpon topunu koyalım. • Pinpon topunu rulo ile üfleyerek plastik bardakların içerisine düşürmeye çalışalım. • Pinpon topunu bardağa en hızlı düşüren oyunu kazanır. Ellerimiz ve Ayaklarımız • Renkli fon kartonlarına ellerimizi ve ayaklarımızı çizelim. • Çizdiğimiz el ve ayak şekillerini keselim. • Kestiğimiz el ve ayak şekillerini belirlediğimiz bir zemin üzerine dağıtalım. • Bir ebe belirleyelim. • Ebenin bize söylediği yönergelere göre el ve ayak şekilleri üzerinde ilerleyelim. Örneğin “Sağ elini kırmızı renkli el şeklinin üzerine koy. Sol ayağınla turuncu renkli ayak şeklinin üzerine bas.” • Tüm yönergeleri gerçekleştirdiğimizde ebe ile yer değiştirelim. Atış Oyunu • Duvarda belirlediğimiz alana büyük bir naylon yapıştıralım. • Duvarın altındaki yere de bir naylon serelim. • Büyük bir kâğıda daire çizelim. • Çizdiğimiz kâğıdı duvardaki naylonun üzerine yapıştıralım. • Elimize bir sünger alalım ve süngeri boyayalım. (Her oyuncunun süngeri farklı renkte olmalıdır) • Boyadığımız sünger ile duvardaki hedefe atış yapalım. • Kimin hedefe atış yapabildiğini sünger renginden bulabiliriz. Labirent Oyunu • Evimizin bir odasındaki halıyı kaldıralım. • Renkli elektrik bantlarını kullanarak yerde geometrik şekiller oluşturalım. (Her şekli farklı renkte bir bant ile oluşturalım.) • Elektrik bantlarını kullanarak şekillere doğru labirent çizgiler oluşturalım. (Her çizginin rengini geometrik şeklin rengi ile aynı yapalım.) • Her oyuncu bir renk seçecektir. • Sırası ile çizgiler üzerinden önce çift ayak sonra tek ayak ilerleyerek seçtiğimiz geometrik şekle ulaşmaya çalışalım. • Geometrik şekle önce ulaşan oyuncu kazanır
Dinle
Eşleştirme Oyunu
Merhaba Arkadaşlar! Uzun ve yorucu bir dönemin ardından hepimiz güzel bir yaz tatilini hak ettik. Umarım, yeryüzündeki tüm çocuklar faydalı bir tatil geçirirler. Öyleyse gelin yaz aylarında da haklarımızı unutmayalım. Bir eşleştirme oyunu oynayalım. Aşağıda yer alan şiirdeki her bir dörtlük çocuk haklarından birini anlatıyor. Bakalım kimler bu hakları bulup dörtlüklerle eşleştirebilecek? BENIM HAKLARIM EŞLEŞTİRME OYUNU Mazlum Tanlık Bir çatı yeter bize Dört duvarı öreriz, Ailemiz ile birlikte Mutlu yaşam süreriz. Birçok şekli bulunur Çocukluğun ruhudur, En sevdiği ise, Seksek ile futboldur. Anne karnında başlar, Maceralı çocukluk Sevgi, mutluluk olsun, Ömür boyu yolculuk. Hiç istemeyiz aslında, Ah o ağrılar ağrılar, İyi ki hayatımızdadır, Hemşireler, doktorlar. Çok bilgiler içerir Resmiyetin belgesi, Her doğana verilir Bebeklik hediyesi. Zamanında her çocuk Hissetmeli heyecanı, Kalem tutmakla başlar Serüvenin ilk adımı. BARINMA HAKKI EĞITIM HAKKI KIMLIK HAKKI OYUN OYNAMA HAKKI SAĞLIK HAKKI YAŞAMA HAKKI
Dinle
Eğlenceli Egzersizler
Nefes ve beden egzersizleri, duygularımızı daha iyi kontrol etmemize, dikkatimizi arttırmaya ve odaklanmamıza yardımcı olur. Kendimizi gergin ya da öfkeli hissettiğimizde bu egzersizler sayesinde rahatlayabiliriz. İster tek başımıza ister arkadaşlarımızla istersek de ailemizle birlikte olalım hiçbir malzeme gerekmeden, sadece hayal gücümüzü kullanarak bu egzersizleri yapabiliriz. 1. Balon Şişirme Egzersizi Ağzımız kapalıyken burnumuzdan çok yavaş nefes alıp, karnımızın alt kısmında bir balon patlatmaya çalıştığımızı düşünelim. Nefes alırken karnımızın yükseldiğini hissedelim. Nefesimizi bir veya iki saniye tutalım. Daha sonra çok yavaş bir şekilde, sanki pipetten nefes veriyormuş gibi havayı ağzımızdan dışarıya üfleyelim. Vücudumuzda hiç hava kalmamış gibi hissedene kadar nefes vermeye devam edelim. Bu egzersizi 5 veya en fazla 10 kez tekrarlayalım. 2. Esneme Egzersizi Bir ağaç olduğumuzu düşünelim. Ayağa kalkalım. İstersek gözlerimizi kapatabiliriz. Ayaklarımız birbirine paralel olacak şekilde, köklenmiş bir ağaç gibi güçlü şekilde yere basalım. Ayağımızın altındaki zemini hissedelim ve ayağımızla birkaç defa yere vuralım. Sonra kollarımızı yavaşça başımızın üzerine kaldıralım ve mümkün olduğunca gerelim. Dallarımızı (kollarımızı) güneşe dokundurmak ister gibi esneyelim. Tepeden tırnağa kadar vücudumuzdaki esnemeyi hissedelim. Vücudumuz esnedikçe rahatlayabilir ve sakinleşebiliriz. 3. Limon Egzersizi Kaslarımızı ve vücudumuzu gergin hissettiğimizde eğlenceli bazı hareketler yaparak rahatlayalım mı? • Bir limon ağacının altında olduğumuzu hayal edelim. • Hayal ettiğimiz ağacın dallarına doğru uzanalım ve her elimizle bir limon alalım. • Elimizde bir limon varmış gibi hayal edelim. • Limonun tüm suyunu çıkarmak için limonları sertçe sıkalım. Limonu sıkalım, bırakalım; sıkalım, bırakalım. • Limonları yere bırakalım ve ellerimizi gevşetelim. • Son olarak rahatlamak için ellerimizi sallayalım! 4. Çiçek Nefesi Etrafta çok güzel kokan çiçekler olduğunu hayal edelim, burnumuzdan nefes alıp ağzımızdan verelim. Gülleri, nergisleri, papatyaları veya sevdiğimiz diğer çiçekleri kokladığımızı hayal edelim. Çiçeklerin güzel kokusunu yavaşça içimize çekelim ve yine yavaşça bırakalım. Nefes verirken de herhangi bir gerginliği serbest bıraktığımızı düşünüp rahatlayalım. 5. Kaslarımızı Sıkalım Ayak parmaklarımızdan başlayarak, bir kas seçelim, o kası gerginleştirelim ve sıkalım. Mesela, elimizi yumruk yapıp sıkalım, beşe kadar sayıp bırakalım. Vücudumuzun nasıl değiştiğine dikkat edelim. Egzersizi yorulana kadar tekrarlayabiliriz.
Dinle
Eğlence Zamanı
Bil Bakalım İz eder dizi dizi, alır götürür bizi Kolu var bacağı yok, dikdörtgeni var karesi yok Hiç ağırlığı olmayan fakat gemiyi batıran şey nedir? Dört ayağı var ama yürüyemez Küçük kare kutu, içi insan dolu İki yuvarlak. Biri büyük biri küçük. Onlar olmasa bize dünya kapkara Kıvrım kıvrım kıvrılır çizgisi, ayırır kara ile denizi Bir kapaklı çok yapraklı, içinde bilgi saklı GARİP AMA GERÇEK √ Albert Einstein 9 yaşına kadar düzgün konuşamamıştır. √ Beethoven, en önemli eserlerini duyma yeteneğini tamamen kaybettikten sonra ortaya çıkarmıştır. √ Baykuş, mavi rengi görebilen tek kuş türüdür. √ Bir arının yarım kilo bal üretebilmek için 2 milyon çiçeğe konması gerekir. KİMDİR? √ 20 Aralık 1873’te İstanbul’da doğdu. √ Ulusal marşımız olan İstiklâl Marşı’nı yazdı. √ ‘‘Millî Şairimiz’’ unvanıyla anılır. √ Asıl mesleği veterinerliktir. Bunun dışında Türkçe öğretmenliği ve Burdur milletvekilliği de yaptı. √ 27 Aralık 1936’da İstanbul’da öldü. Mezarı, İstanbul Edirnekapı Şehitliği’ndedir. HEPSİNİN TADI AYNI HEPSİNİN TADI AYNI Hoca, bağdan üzüm toplamış eve dönüyormuş. Tam eve yaklaşmış ki çocuklar Hoca’nın peşine takılmışlar. - Hocam, bizim göz hakkımız yok mu, demişler. Hoca çocukları saymış ve hepsine biraz üzüm vermiş. Çocuklar üzümleri afiyetle yemişler. Sonra tekrar istemişler: - Hocam, bu çok azdı. Biraz daha, biraz daha… Hoca bakmış eve götürmeye üzüm kalmayacak. Demiş ki: - İlahi çocuklar! Ne yapacaksınız daha fazla üzümü? Ha bir tane, ha on tane… Hepsinin tadı aynı değil mi? BEN SÖZÜMÜN ERİYİM Bir gün Hoca ile komşusu bahçede oturuyor ve sohbet ediyorlarmış. Komşusu Hoca’ya sormuş: - Hocam, sen kaç yaşındasın? Nasreddin Hoca ak sakallarını sıvazlayarak, - Kırk yaşındayım, demiş. Komşusu şaşkın bir şekilde, - Nasıl olur bu Hoca? Beş yıl önce de sorduğumda aynı cevabı vermiştin, demiş. Hoca sakin sakin gülümseyerek, – Eee, Ben sözümün eriyim. Sözümden dönmem, demiş. O GELİNCE KALKARIM Mustafa ile ailesi yaz tatilinde bir müzeyi ziyaret etmişler. Mustafa müzeyi gezerken çok yorulmuş ve orada gördüğü bir koltuğun üzerine oturmuş. Güvenlik görevlisi gelerek Mustafa’yı uyarmış. - Evladım, oraya oturamazsın. O padişahın tahtıdır. Mustafa cevap vermiş: - Ziyanı yok amca. O gelince kalkarım! TATLI KOYARKEN Çocuk; - Nine, senin gözlüklerin herşeyi büyütüyormuş, doğru mu nine? -Evet yavrum, Neden sordun? -Ne olursun nineciğim, tabağıma tatlı koyarken gözlüğünü çıkar olur mu? KONUŞMAYANLAR Hayat bilgisi dersinde öğretmen sordu: -Balıklar neden konuşmaz? Funda parmak kaldırdı: -Öğretmenim siz de başınızı suya soksanız konuşamazsınız.
Dinle
Aşağıdakilerden hangisi
daha hızlı biter? daha sıcaktır? daha zordur? bulması daha zordur?
Dinle
Dergi Dokümanlarını indir
Sesli dergideki ses dosyalarını buradan indirebilirsiniz
Dokümanlar