Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Anasayfa
Dergiler
Sesli Dergi
Türk İşaret Dili
Teşekkürler
İletişim
Ailem Dünyanın En Güzel Ülkesi
Anasayfa
Ailem Dünyanın En Güzel Ülkesi
Bir Denizin Önündeki Çocuklar
Yazan: Gökhan Akçiçek Resimleyen: Tuğba Bozdoğan Bir Denizin Önündeki Çocuklar Bu gülü sana vermeliyim Neden mi Annesini üzmeyen bir çocuğu Sevmeliyiz, diyor kalbim. Senin için büyütmeliyim Bu fesleğeni Annesini seven bir kızın Odasını süslemeli. Şu şarkının melodisi Sözcüklerinin esintisi İlk kardeşi kız olanın Sevgi, seçmeli dersi. Abisi olan bir kızın Çekilmez nazı Küser sebepsiz yere Kaşları eğik yazı. Benim de ablam olsaydı Resmim iyi, kuşlarım pekiyi Üzüldüğümde sarılmak için Aramazdım kimseyi.
Dinle
Serçelerin Öğretmeni Şairlerdir
Yazan: Mustafa Çiftci Resimleyen: Şebnem Aydın Serçelerin Öğretmeni Şairlerdir Serçe Mısdafa uçarken değişik hareketler yapabilmek istiyordu. Hızlıca dalışa geçip alıcı kuşlar gibi olmak… Alıcı kuşlar kimdir? Kartal, şahin, doğan gibi mesela… Ama Mısdafa’nın kanatları henüz o kadar açılmıyordu. Babası sabretmesi gerektiğini söylemişti. BABALAR EN ÇOK SABRETMEYİ ÖĞRENMİŞLER, kim öğrettiyse. Mısdafa uça uça geldi, Mehmet Âkif Ersoy İlkokulunun duvarına kondu. Duvarın üzerinde karıncaları aradı ama sonradan hatırladı, karıncalar kış uykusundaydı. Oh, ne güzel, doyana kadar uyuyorlar. Acaba rüyalarında ne görüyorlar? Bir bilen olsa da sorsam. Sonra bir ağacın dalına hopladı. Mesela şu öğrenciler sabah erkenden kalkıyorlar. Uykularına doyuyorlar mı acaba? Bir kişi az uyusa da çok uyusa da rüya görür. Bu öğrenciler her şeyi öğretmenlerine sorar ama mesela o gece rüyalarında ne gördüklerini de anlatırlar mı öğretmenlerine? Keşke okullarda bir de rüya dersi olsa, her öğrenci rüyasını anlatsa ne güzel olur, dedi kendi kendine... Okul bahçesindeki çocukları seyretti. Çocuk cıvıltısı, su şırıltısı iyi gelirmiş herkese. Çocuk sesi duydukça kalbi genişledi. Sanki dili açıldı. Çocuklarla ötüştüler, vıcır vıcır ettiler. Sonra bir müzik duyuldu, öğrenciler akın akın sınıflara doluştular. Öğretmenlerini beklediler. Öğretmenler de gelince ders başladı. Camlar kapalı, dışarıya ses çıkmıyordu. Mısdafa, ders anlatan öğretmenleri dinlemek istedi ama duyamadı. Pır pır edip uçtu. Sağda solda dolaştı ve merak etti. “Benim öğretmenim kimdir? Bana kim ders anlatır acaba?” Uçtu, annesinin yanına kondu. -Anne, okula gittim. Öğrencileri seyrettim. Biz kuşların öğretmeni kimdir? -Oğlum, biz kuşların öğretmeni şairlerdir, âşıklardır. -Âşıklar kimdir? -Saz çalıp türkü söylerler. Onların başka bir ismi de “ozan”dır. -Şairler ve ozanlar kuşların öğretmenidir, öyle mi? -Evet oğlum. Onlar çalar, söyler, şiir okurlar; okudukları ne varsa havada uçuşur. Biz havada uçtukça o kelimeler göğsümüze dolar. Biz de öttükçe onların söyledikleri, bizim dilimize yerleşir. -Ne kolaymış, o zaman biz şairlere, ozanlara ne çok borçluyuz. -Onlara borcumuzu ötüşerek ödemiş oluruz. -Ben hep uçacağım anne. Uçacağım ve öteceğim. Böylece şairlere, ozanlara borcumu hep ödeyeceğim. Peki, öğrenciler nasıl öderler öğretmenlere borçlarını? -Öğrenciler, öğretmenlerinden öğrendiklerini akıllarına, kalplerine yazarlarsa ve güzel öğrenirlerse o zaman borç ödenmiş olur. Sen merak etme, çalışan kimsenin borcu kalmaz. Haydi, sen de bir güzel uç, cıvıl cıvıl et de kimseye borcumuz kalmasın oğlum…
Dinle
Ben Neyim?
Yazan: Abdullah Harmancı Resimleyen: Şebnem Aydın Ben Neyim? Dikkat ettiniz mi? “BEN KIMIM?” demedim. Mesele daha da derinde. “Ben neyim acaba?” Annem bana yumurtayı nasıl sevdiğimi sorduğunda… Poffff! Kalakalıyorum. Babam bana hangi tür filmlere gitmeyi seversin, dediğinde... Offff! Bakakalıyorum. Arkadaşlarımın her konuda çok net tercihleri var. Dondurma mı? Çilekli olacak! Çanta mı? Turuncu! Yumurta mı? Rafadan! Tatil mi? Denizde olacak! Ben hep düşünüyorum. Benim bu sorulara verecek bir cevabım yok. Tatlı mı severim, tuzlu mu? Roman mı severim, masal mı? Gerçek mi severim, fantastik mi? Kızartma mı severim, haşlama mı? Mavi mi severim, turuncu mu? Spor mu severim, klasik mi? Korku mu, komedi mi? En büyük korkum birinin bana bunları sorması. Cevap vermek yerine karşımdaki kişiye bön bön bakıyorum doğrusu. Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Çünkü maviyi de seviyorum, turuncuyu da… Çünkü tatlı da olabilir tuzlu da… Çünkü fantastik de olur, gerçekçi de… Ben hepsini sevebilirim. Hepsini okuyabilirim. Hepsine kalbimde bir yer verebilirim. İşte bunu fark ettiğimde çok üzüldüm. Neden benim de bir cevabım yoktu? Neden ben de “Korku filmlerine bayılırım.” demiyordum? Neden ben de “Kırmızı çanta asla olmaz!” diye feryat etmiyordum? Bende ne eksikti? Yanlış olan neydi? Böyle böyle düşünürken bir kitapta kendim gibi bir çocuğa rastladım. Hem de benim aynımdı. Aynamdı belki de... Çocuk, hangi tür filmleri sevdiğini veya en çok sevdiği rengin ne olduğunu bilmiyordu. Bunlar kendisine sorulduğunda çok sıkılıyor ve şaşırıyordu. Bendim bu çocuk. Uzun süre kitabın sayfalarına bakakaldım kocaman gözlerle… O zaman anladım ki dünyada böyle tercihlerde bulunamayan tek kişi ben değilim. Benim gibiler var. Maviyi ve sarıyı aynı anda sevebilen, tatlıyı da tuzluyu da yiyebilen... Bu çok normal. Kimileri için çok da doğru. Ben de böyle biriyim ve bu bir eksiklik, yanlışlık değil. Peki, size bir soru: “Yumurtanızı nasıl alırsınız?”
Dinle
Zeynep'in Doğa Güncesi
Yazan: Neslihan Saltaş Resimleyen: Ramila Aliyeva Zeynep'in Doğa Güncesi Gülpapatya, Kum Papatyası ve Digerleri Bahar gelince Zeynep, annesi ve babası yollara düştüler yine. İstikamet Antalya’ydı. Çünkü bitki ressamı annesi, Antalya’nın endemik bitkilerin cenneti olduğunu söylüyordu. Babası bu fikre katılmakla birlikte Antalya’nın aynı zamanda alageyiklerin de cenneti olduğunu iddia ediyordu. Zeynep hem bitkileri hem hayvanları çok sevdiğinden Antalya’nın tastamam bir cennet olduğunu düşünüyordu. Derken deniz kıyısında durdular. Annesi fotoğraf makinesini alarak sahile koştu. Kumların arasında papatyalar açmıştı. “Kum papatyası endemiktir yani sadece Akdeniz sahillerinde yetişir.” diye açıkladı. Papatyalar güzeldi ama Zeynep babasıyla kumlarda koşturmayı daha güzel buldu. Ardından tekrar yol aldılar. Denizden uzaklaşarak çam ağaçlarının hüküm sürdüğü dağlara tırmandılar. Dağlar da çiçeklenmişti. Burada babası, alageyikleri görmek için dürbününü boynuna astı ve ormanın içine doğru ilerledi. Zeynep ve annesi ise yol kenarındaki taşlık arazide papatyaları aradılar. Çok geçmeden Zeynep hayatındaki en ilginç şeylerden birini gördü: Pespembe bir papatya. “Anne!” diye şaşkınlıkla seslendi, “Pembe papatya gördüm.” Annesi gülümseyerek yanına geldi, “Gülpapatya…” dedi, “Endemiktir.” BOYACI PAPATYASI Papatyagiller (Asteraceae) ailesinden bir türdür. Türkiye’de doğal yayılış göstermektedir. 0-1800 m arası yüksekliklerde; toprak yığınları, kuru çayırlıklar, taşlık ve çakıllıklar, yol kenarları, demir yolları ve ekilmemiş tarlalarda görülür. KUM PAPATYASI Antalya’ya özgü olan kum papatyası, deniz kenarındaki kumlu sahillerde baharın müjdecisidir. Lara kumullarında görülen tür, bölgede koruma gerekliliğinin göstergesi niteliğindedir. GÜLPAPATYA Papatyagiller (Asteraceae) ailesine ait, endemik bir türdür. Türkiye’de Antalya ve Adana alt bölgelerinde yayılış göstermektedir. Bilimsel adını pembe renkli çiçeklerinden alır. Gülpapatya ilkbaharda çiçeklenir. Deniz seviyesinden yaklaşık 1700 m’ye kadar olan ormanlık, taşlık ve kayalık alanlarda yetişir. Zeynep şaşırmıştı, kum papatyası endemikti, gülpapatya endemikti… Derken babası işaret parmağını dudaklarına bastırmış bir şekilde göründü. Zeynep bunun anlamını biliyordu, çok sessiz olması gerekecekti. Usulca babasının peşinden ormana yürüdü. İri bir taşın ardına saklanıp beklemeye başladılar. Babası dürbününü Zeynep’e verdi ve hemen önlerindeki açıklığı işaret etti. Zeynep orada küreğe benzeyen boynuzlarıyla kocaman bir geyik gördü. Heyecanla ayağa kalktığında geyik bir sıçrayışta gözden kayboldu. “Gitti.” diye hüzünle söylendi Zeynep. “Alageyikler çok ürkektir.” dedi babası, “En ufak sesi bile duyabilirler.” “Ayağa kalktığımda ufak bir ses çıkardım sanırım.” dedi Zeynep. “Üzülme!” dedi annesi arkalarından, “Geyiğin bizi nereye getirdiğine baksanıza.” Zeynep biraz önce geyiğin durduğu açıklıkta öbek öbek, sapsarı papatyalar gördü. “Beyaz, pembe şimdi de sarı… Hepsi farklı ama hepsi de papatya, nasıl oluyor bu?” “Bitkilerin de aileleri olur.” diye açıkladı babası, “Bunlara genel olarak papatyagiller denir. Hepsi aynı atadan gelir ve senin de dediğin gibi aslında hepsi papatya. Ancak zamanla büyük aileden ayrılıp kendi küçük ailelerini oluşturmuşlar. Bu açıdan da hepsi biraz farklı olmuş. Bu sarı olanlara boyacı papatyası denir.” “Papatya ailesi…” diye tekrarladı Zeynep, “Gülpapatya, kum papatya ve diğerleri!” “Ooo, papatyagiller kalabalık bir ailedir.” dedi annesi, “Sadece Türkiye’de binlerce türü var bu ailenin.” Zeynep gülümsedi. Bitkilerin de kendisininki gibi ailesi olduğunu bilmek güzeldi. Tüm papatyaların mutlu olmasını, korunup kollanmasını ve ülkeyi güzellikleriyle doldurmaya devam etmesini diledi.
Dinle
Ailem: En Sevimli Sığınak
Yazan: Bestami Yazgan Resimleyen: Bengisu Bayram Ailem: En Sevimli Sığınak Kucağında uyuduğum, kollarında büyüdüğüm ANNEMDİR. Hep el ele yürüdüğüm, canımdan bir parça olan, kalbim sevgisiyle dolan annemdir. Beni sevgiyle besleyen ve şefkatiyle süsleyen, nerede olsam “Yavrum!” diye seslenen annemdir. Candan öte can bildiğim hem yediren hem içiren, zorlu yollardan geçiren annemdir. Etrafımda pervane gibi dönen, gökten melek gibi inen, başımın tacı ve gönlümün ilacı annemdir. Yuvamızın güven kaynağı, kalbi sevgi ırmağı BABAMDIR. Evimizin direği hem de onurlu beyi; gece gündüz çalışan, iyilikte yarışan, karlı dağları aşan babamdır. Dağlar gibi dayandığım, şefkatiyle uyandığım, her sözüne inandığım babamdır. Bizim için yorulan, ekmeğini yediğim, varım yoğum dediğim babamdır. Sabah akşam oynadığım, pınar gibi kaynadığım KARDEŞİMDİR. Yüreğimi bölüştüğüm, her hâline alıştığım; küsüp küsüp barıştığım kardeşimdir. Gülen yüzü güneş gibi, gözleri yıldız gibi parlayan; her hâlimi paylaştığım, dere tepe dolaştığım kardeşimdir. Beraber gülüp beraber ağladığımız, seller gibi çağladığımız, her acıyı sevgiyle bağladığımız kardeşimdir. Mutluluk sağanak sağanak, bize sevimli sığınak; sevgiye liman, dertliye derman ailemdir. Huzurla gönlü saran; neşeyi, hüznü paylaştığımız, gülüp oynaştığımız; samimiyetle bir olup kaynaştığımız ailemdir. Annem, babam, kardeşlerimle el ele; hep iyiye hep güzele koştuğumuz, sevgi ile neşe ile coştuğumuz ve sonunda huzura ulaştığımız ailemdir. Sevinci bölüşerek çoğalttığımız, üzüntüyü azalttığımız; mutluluğun kaynağı, merhametin kaymağı ailemdir. Görmesin elem, yıkılmaz kalem; aziz milletim, büyük ailem. Var olsun, birbirine yâr olsun, her dem bahtiyar olsun…
Dinle
Aile: Çoğalan Mutluluğumuz
Resimleyen: Sevgi İÇİGEN
Dinle
BİRİCİK SORU BİNBİR CEVAP Yusuf Tekin Millî Eğitim Bakanı
BİRİCİK SORU BİNBİR CEVAP Yusuf Tekin Millî Eğitim Bakanı Sevgili Bakanımız! Bu sayıda dergimiz “Ailemiz: Dünyanın En Güzel Ülkesi” başlığıyla yayımlanacak. Sizi televizyonda ve sosyal medyada sık sık görüyoruz, okulları ziyaret ediyorsunuz. Çocukların okula mutlu ve isteyerek gelmesi için ailelere önerilerde bulunuyorsunuz. Okulumuzun ve biricik vatanımızın büyük bir aile olduğunu söylüyorsunuz. Biz de bu büyük ailenin bir parçası olarak ülkemizi, okulumuzu ve ailemizi çok seviyoruz. Peki, biz çocuklar olarak ailelerimize daha iyi destek verebilmek için neler yapabiliriz? Sizce bizim küçük ama önemli katkılarımız neler olabilir? Bu konuda bize rehberlik ederseniz çok mutlu oluruz. Sevgili Çocuklar, Öncelikle sizleri en içten duygularımla selamlıyorum. Dergimizin bu sayısında yer almanın benim için büyük bir sevinç kaynağı olduğunu söylemek istiyorum. “Ailemiz: Dünyanın En Güzel Ülkesi” başlığı hem yüreğime dokundu hem de yüzümde umut dolu bir tebessüm bıraktı. Evet, okullarımızı sık sık ziyaret ediyor, sizlerle bir araya gelmeye gayret ediyorum. Çünkü en güzel fikirler, en içten sorular, en sıcak kalpler sizlerde. Sizlerin gözlerindeki ışık, bize daima daha güzel bir gelecek kurma azmi veriyor. Bana soruyorsunuz: “Biz çocuklar olarak ailelerimize daha iyi destek olmak için neler yapabiliriz?” İnanın bu sorunuzun içinde kocaman bir sevgi, merhamet ve sorumluluk var. Aile, bir insanın hayata ilk adım attığı; sevgiyi, saygıyı, sabrı ve paylaşmayı öğrendiği yerdir. Tıpkı bir ağacın kökleri gibi, aile de bireyin karakterini ve değerlerini besler. Güçlü bir aile ortamında yetişen çocuklar kendine güvenen, sorumluluk sahibi ve başkalarına karşı duyarlı bireyler olurlar. Ailede kurulan sevgi ve güven bağı, toplumun da temelini oluşturur. Çünkü iyi yetişmiş bir birey, sadece kendi çevresine değil, ülkesine de katkı sunar. Bu yüzden aileyi korumak, desteklemek ve içindeki her sesi duymak, hepimiz için çok kıymetlidir. Unutmayın, aile sadece kan bağıyla değil, kalp bağıyla da kurulur. Sevgiyle, saygıyla, birlikte geçirilen güzel zamanlarla büyür. Birlikte oturulan şen sofralarda güçlenir. Sizler, ailelerinizin kıymetli çiçeklerisiniz. İşte bu yüzden, küçük gibi görünen bazı davranışlarınız aslında çok büyük etkiler oluşturabilir: SORU SORUN. Merak etmekten, öğrenmekten çekinmeyin. Sizin sorularınız, büyüklerin düşünmesine ve gelişmesine katkı sağlar. DİNLEYİN. Aile büyüklerinizin, öğretmenlerinizin, kardeşlerinizin sözlerine kulak vermek, onları anladığınızı ve önemsediğinizi gösterir. PAYLAŞIN. Kaleminizi, defterinizi, duygularınızı, oyunlarınızı… Paylaşmak aile olmanın en güzel göstergesidir. TEŞEKKÜR EDIN. “Teşekkür ederim”, “seni seviyorum”, “iyi ki varsın” gibi küçük cümleler, bir evin havasını değiştirir, kalpleri yumuşatır. SORUMLULUK ALIN. Odasını toplayan, ödevlerini zamanında yapan, büyüklerine ve arkadaşlarına yardım eden bir çocuk hem ailesine hem ülkesine destek veriyor demektir. Sevgili çocuklar, sizler sadece kendi ailenizin değil, 81 ildeki milyonlarca öğrencinin yani Türkiye’nin büyük eğitim ailesinin de birer parçasısınız. Biz bu büyük ailenin gücüne, sevincine ve birlikte başarma iradesine yürekten inanıyoruz. Siz yeter ki sevgiyle büyüyün, iyiliği çoğaltın, yüreğinizdeki güzellikleri koruyun. O zaman hem kendi aileniz güçlenir hem okulumuz bir yuva olur hem de ülkemiz dünyanın en güzel ülkesi olarak kalır. Yolunuz açık, kalbiniz hep aydınlık olsun. Sevgiyle kucaklıyorum her birinizi.
Dinle
Ailemin Oyun Parkı
Yazan: Elçin Çetinkale Resimleyen: Şebnem Aydın Ailemin Oyun Parkı Anneannemin bahçesi, kaç kuşaktır ailenin tüm çocukları için dünyanın en eğlenceli oyun parkıydı. Elma, armut, erik ağaçlarına çıkarak, ağacın en kalın dalına oturup meyve yerken bağı o yükseklikten görmek çok keyifliydi. Üzümlerin arasına girip kertenkelelerin kaçışmasını izlemek en komik filmleri aratmazdı. Bağın girişindeki dev dut ağacı, salıncağımızın ev sahibiydi. Önce yere dökülen dutlar süpürülür sonra en kuvvetli dala salıncak ipi atılırdı. Bayramlarda, yaz tatillerinde aile bireylerini ağırlayan bu şenlikli bağı çok severdim. Bağ; anneannemi, dedemi, anneannemin kardeşlerini bile kapının girişinden itibaren çocukluğuna döndürebilen bir yerdi. Anılar orada canlanırdı. Bir bayram, bütün aile -neredeyse otuz kişi kadar- yine bağda toplanmıştık. Sabahtan dut ağacının altı temizlenmiş, yanındaki eriğin gölgesine savanlar serilmiş, bostanlar sulanmış, bağ bayrama hazırlanmıştı. Kapıdan giren dayım, teyzem, halam, anneannemin yeğenleri, kardeşleri “Salıncağı ne zaman kuracağız?” diyerek neşeyle ellerindeki yemekleri mutfağa yerleştirmişlerdi. “Dutlar toprağı iyice ıslattı, dikkatli basın.” diyordu anneannem. Kardeşim, ben ve teyzemin çocukları elimize birer meyve sepeti alıp bağda dolaşmaya çıkmıştık. O sırada teyzemin sesini duyduk, “Önüm, arkam, sağım, solum sobe, saklanmayan ebe!” Aile büyüklerimizin neşeyle ve heyecanla koşturarak saklambaç oynayışlarını izlemek çok güzeldi. Dedem, üzüm bağlarının arasına saklanırken “Haydi, siz de saklanın, haydi!” diye fısıldadı. Bağın gizli köşelerini en iyi bilen anneannem saklambacın kazananı oldu. Kimse onu sobeleyemedi. Bizler nereden, nasıl çıktığını anlayamadan dut ağacına ulaşıverdi. Karnımız açlıktan zil çalana kadar oynadık. Sonra hep beraber sofrayı kurduk. Meyve ağaçlarının gölgesinde bayram yemeğimizi yedik. Sonra bizleri toplayıp bir sürü oyun öğrettiler. Annem çelik çomağı, dayım sıcak soğuğu, teyzem çamurdan şehirler kurmayı… Bir yandan bizim oyunlarımıza katıldılar diğer yandan kayısıları kurutmak için tepsilere serdiler. Onların etrafında koştururken kayısıların üstüne düştüm. Taze taze açılmış kayısılar her yerime yapıştı. Canım da yanmıştı. Kalkmaya çalışırken ayağım kaydı, yeniden düştüm. Dedem beni kucakladığı gibi kaldırdı. Kayısılar dağılmıştı. Ağlamak üzereydim. Anneannem “Üzülme yavrum. Şimdi o kayısıları yıkarız, yeniden sereriz hep birlikte. Önce üstünü başını temizleyelim.” diyerek yanağıma bir öpücük kondurdu. AİLEM: Yere düşünce ayağa kaldıran, neşeyi artıran, üzüntüyü azaltan ailem, en sevdiğim oyun arkadaşlarım... Birlikte geçirdiğimiz her anı çok seviyorum, en çok da onlardan öğrendiğim oyunları…
Dinle
Göç Yolunda Akça Leylek
Yazan: Volkan Arslan Resimleyen: Tuğba Bozdoğan Göç Yolunda Akça Leylek Sonbaharın serin rüzgârları bozkırda esmeye başlamıştı. Göçmen kuşlar, uzun ve zorlu yolculuk için hazırdı. Biraz sonra bir toz bulutu gibi yükseldiler havaya. Kadim göç yollarını takip ederek güneye kanat açtılar. Binlerce kanat uyum içinde süzülüyor, geniş ve düzenli bir “V” oluşturuyordu. Akça Leylek, grubun genç üyelerinden biriydi. Gözü karaydı. Kanatları çevikti. İçi kıpır kıpırdı. Ne var ki biraz sabırsızdı. Bir düzende uçmaktan, aynı yollardan geçmekten sıkılmıştı. İçinden bir ses, kendi yolunu çizmesini fısıldıyordu. Bir gün anne ve babasına heyecanla sordu: “Anne! Baba! Neden gruba uymak zorundayız ki? Birlikte hareket etmek yavaşlatıyor bizi. Bana kalırsa kendi yolumuzu çizmeliyiz. Böylece daha çabuk varabiliriz gideceğimiz yere!” Annesi, sükûnetle cevapladı sorusunu: “Yavrum! Bu alelade bir düzen değil ki! Göç yolları tehlikelerle doludur. Bu düzen; birbirimizi korumanın, dayanışmanın yoludur. Öndeki kuşlar, arkadakilere yol açar. Onlar havayı yarar, takip eden kuşlar böylece daha az yorulur. Eğer tek başımıza uçsaydık rüzgârın tüm yüküne katlanmak zorunda kalır, varacağımız yere asla ulaşamazdık!” Sonra babası girdi söze: “Unutma evlat! Tek başına uçan kuşlar, rüzgârın insafına kalmıştır.” Akça Leylek bu söylenenlere çok da kulak asmamıştı. Sessizce kanat çırpmaya devam etti. İçinden “Bunu tek başıma da başarabilirim.” diye geçiriyordu. Nitekim bir gece, leylekler dinlenirken ayrıldı onlardan. Artık dilediği gibi uçabilirdi… Başlangıçta her şey harikaydı. Sonsuz gökyüzü, istediği gibi süzülmesine izin veriyordu. Kendini hafif ve özgür hissediyordu. Kimseye uymak zorunda değildi! Ne var ki çok geçmeden işin rengi değişti. Parlak gökyüzünü, kara bulutlar kapladı birdenbire. Derken rüzgârın, yüzüne sertçe vurduğunu duydu. Olacak şey değildi! Rüzgâr hem ters yönden esiyor hem de gittikçe şiddetleniyordu. Akça Leylek yalpalamaya başladı. Bir sağa bir sola savruluyordu. Üstelik güçlü kanatlarında yorgunluk hissetmeye başladı. Diğer leyleklerle uçarken hissetmediği bir ağırlık çöktü kanatlarına. Tek başınayken öncü kuşların oluşturduğu hava akımından faydalanamıyor, bu yüzden kanatlarını belli bir düzende tutamıyordu. Devam edemeyeceğini anladığında sığınacak yer aradı fakat rüzgâr, alçalmasına izin vermiyordu. Fırtına kasırgaya dönüşmüştü. Rüzgârın önünde bir tüy gibi savruluyordu Akça Leylek. İyice yorulmuştu artık! Güçlü kanatları kendini taşımasına yetmiyordu. İçinden “Keşke ailemi dinleseydim.” diye geçiriyordu ama ne fayda... Kanat çırpmak için son birkaç hamle daha yaptıysa da çare olmadı. Tam kendini boşluğa bırakacaktı ki son bir ümitle sağa sola bakındı. Gördükleri hayal değilse üç leyleğin rüzgâra meydan okurcasına kendine doğru ilerlediğini fark etti. En önde göçmen kuşların lideri Laklak-Hızır vardı. Yanındakiler ise anne ve babasından başkası değildi. Güç bela da olsa yanına kadar sokuldular. Laklak-Hızır: “Görüyorum ki yorgun düşmüşsün evlat! Haydi, çabuk ol! Kanatlarımızın ardına geç! Beraber uçarsak gücünü toplayabilirsin.” dedi. Akça Leylek, Laklak-Hızır’ın arkasına geçti hemen. Annesi sağdan, babası soldan rüzgârın kamçısından korumaya çalışıyorlardı onu. Gerçekten de rüzgâr eskisi kadar güçlü çarpmıyordu yüzüne. Kanatlarından bir ton yük kalkmıştı sanki. Anne ve babasının sözlerini şimdi daha iyi anlıyordu. Konak yerine vardıklarında derin bir “Oh!” çektiler. Anne ve babası sıkıca sarıldılar Akça Leylek’e. Isınması için kanatları altına aldılar onu. Akça Leylek hatasını anlamıştı. Mahcuptu. Hem kendini hem sevdiklerini tehlikeye atmıştı. Anne ve babası her zamanki gibi şefkat dolu bir sesle: “Korkma! Seni asla yalnız bırakmayız yavrum! Çünkü aile olmak bunu gerektirir ve aile, zor zamanda birbirine kanat germektir.” dediler. Akça Leylek, o günden sonra ailesiyle birlikte uçmanın ne büyük nimet olduğunu anlamıştı. Artık çok iyi biliyordu: En güçlü kanatlar bile fırtınaya karşı tek başına direnemez.
Dinle
Ailem ve Hatırların Fısıltısı
Yazan: İbrahim Elibal Resimleyen: Şebnem Aydın Ailem ve Hatırların Fısıltısı Merhaba, ben Tuna. On yaşındayım ve doğduğumdan beri göremiyorum. Ama bu, dünyayı keşfedemeyeceğim anlamına gelmiyor. Göremesem de dokunarak, duyarak ve hayal ederek her şeyi hissedebiliyorum. Bugün dedem, ninem ve annemle sohbet ediyorduk. Annem, eski aile fotoğraflarını çıkardı ve bana göstermek istedi. Onları göremediğim için üzülmedim çünkü yapay zekâ bu fotoğrafları bana anlatacaktı. Böylece sadece dinleyerek ve hayal gücümle geçmişe yolculuk edebilecektim! Büyükbabamın seçtiği fotoğrafı telefonumun kamerasıyla taradım. Birkaç saniye içinde ekrandan nazik bir ses yankılandı: Kapadokya’da Balonların Gölgesinde “Geniş bir vadide, gökyüzüne yükselen renkli balonlar var. Fotoğrafta genç bir kadın ve adam, peribacalarının önünde duruyorlar. Kadın, kırmızı uzun bir elbise giymiş. Adam ise beyaz gömlek giymiş, gülümseyerek yanındaki kadına bakıyor.” Annem yumuşak bir sesle konuştu: “Bu, deden ve ninenin gençken Kapadokya’ya yaptıkları bir yolculuktan… Ninen o gün rüzgârın nasıl estiğini, balonların gökyüzünde nasıl süzüldüğünü anlatırdı.” O an sanki hafif bir rüzgâr hissettim. Uçan balonları ve rüzgârın peribacalarına çarpışını hayal ettim. Kutudan seçtiğim ikinci fotoğraf oldukça ilginçti. Efes’te Zamanda Yolculuk “Mermer bir cadde var. Sağlı sollu dev sütunlar sıralanmış, arkada büyük bir tiyatro görülüyor. Fotoğraftaki genç adam sütuna yaslanmış. Yanında zarif bir kadın var, elinde bir şapka tutuyor. İkisi de gülümsüyor.” Annem, sesinde hafif bir özlemle “Burası Efes Antik Kenti.” dedi. “Deden ve ninen tarihe hayrandı. Bu fotoğrafı çektirirken arka planda tiyatronun taş merdivenlerinde çocuklar oynuyormuş.” Ben, ayaklarımın altında taş yolları hissettim. Kalabalık bir şehir hayal ettim. Annem anlatırken Efes’in binlerce yıl öncesine gittiğimi düşündüm. Bu kez üçüncü fotoğrafı annem seçti. Topkapı Sarayı’nın Sessiz Avlusu “Taş bir avlu, ortada zarif bir çeşme var. Uzakta Boğaz görünüyor. Fotoğrafta genç bir çift büyük bir kapının önünde duruyor. Kadın uzun bir manto giymiş, adam elini cebine koymuş ve gülümsüyor.” Annem derin bir nefes aldı. “Burası Topkapı Sarayı’nın avlusu. Deden ve ninen buraya geldiklerinde İstanbul’un tarihini hayal edermiş. Boğaz’dan esen rüzgârı hissettiklerini anlatırlardı.” Ninem de fotoğrafa baktı, dudaklarında eski günlerin gülümsemesi belirdi: “Biz de dedenle burada dolaşmıştık. O, padişahların burada dolaştıklarını hayal ederdi. Çeşmenin yanında oturup İstanbul’un geçmişini konuşurduk.” Dedem, uzaklara dalmış bir ses tonuyla onayladı: “Evet… Rüzgâr, taş duvarlar, tarih… Sanki zaman durmuştu. Gençtik, hayallerimiz vardı. Topkapı Sarayı bizim için sadece bir müze değil, geçmişin yankılarını duyduğumuz bir yerdi.” Ben de o rüzgârı hissederek büyüklerimin gençliklerini hayalimde canlandırdım. Anılarında yürüdüm, geçmişin izleri zihnimde canlandı. O avlu sadece taş bir zemin değil, zamana kazınmış hatıraların saklı olduğu bir yerdi. Sevgili Arkadaşlar, Anılar sadece gözlerle değil, hislerle de şekillenir. Gerçekten görmek, geçmişi hissetmek ve onu zihinde canlandırabilmektir. Bazen en derin görüntüler, gözlerimizden değil, ruhumuzun derinliklerinden doğar.
Dinle
Dedemin Sesi
Yazan: Recep Gür Resimleyen: Zekiye Aydın Dedemin Sesi Ali doğuştan görme engelli bir çocuktu. Kitaplarını parmak uçlarıyla okur, sokaklarda beyaz bastonuyla yürürdü. Arkadaşları dünyayı beş duyusuyla keşfederken Ali, bunu görme duyusu olmadan diğer dört duyusuyla yapardı. Ali okulda arkadaşlarıyla vakit geçirmeyi çok severdi. Ama akşam olunca eve gitmek için de sabırsızlanırdı. Çünkü dedesi ona her akşam birbirinden güzel hikâyeler okurdu. Bu, Ali’nin en sevdiği şeydi. Dedesinin sıcak sesiyle Ali’nin zihninde gizemli ormanlar, konuşan kuşlar ve sonsuz maceralar canlanırdı. Dedesi, anlattıkça Ali kendini hikâyelerin içinde bulur, daha önce bilmediği dünyaları hayal ederdi. Renkleri seslerde, kokuları parmaklarıyla keşfederdi. Dedesi konuştukça Ali hayallerine dalar, kendi dünyasında özgürce uçardı. Bir gün Ali yine okuldan eve çok heyecanlı döndü. Akşam olmuştu ve dedesinden yeni bir hikâye dinlemek için sabırsızlanıyordu. Fakat ortada ters giden bir şeyler vardı. Ev oldukça sessizdi. Ali merakla annesinin yanına gitti. “Anne, dedem nerede? Bu akşam hangi hikâyeyi anlatacak bana?” Annesi, Ali’ye yaklaştı ve onun elini tutarak usulca açıkladı: “Deden bugün biraz hasta olmuş, Aliciğim. Doktor birkaç gün konuşmamasını söyledi. Biraz dinlenmesi gerekiyor.” Ali’nin içini bir anda hüzün kapladı. Ali, dedesini çok seviyordu. Ayrıca dedesinin hikâyeleri olmadan akşamlar çok sessiz ve sıkıcı olurdu. Ali üzgün bir hâlde odasına gidip yatağına oturdu. Ne kitabına odaklanabildi ne de oyun oynamak istedi. Zaman hiç geçmiyordu. O an Ali’nin aklına güzel bir fikir geldi. Yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi: “Dedem bana hep hikâyeler anlatıyor. Bu sefer de ben ona anlatabilirim!” dedi kendi kendine. Hemen okuldan getirdiği Braille baskı kitabını aldı ve dedesinin odasına doğru yürüdü. Kapıyı hafifçe açıp içeri girdi. “Dede” dedi nazikçe. “Bu akşam sana ben bir hikâye okuyabilir miyim?” Dedesi torununun sesini duyunca çok sevindi ve onun omzunu sevgiyle okşadı. Ali kitabını açtı, parmak uçlarını sayfalarda dolaştırarak tatlı sesiyle hikâyesini okumaya başladı: “Bir zamanlar cesur bir kaptan varmış…” Ali okumayı çok iyi biliyordu. Öğretmeni onu sınıfın en iyi okuyucularından biri olarak görüyordu. Dedesi, yatağında rahatça oturdu ve torununun okuduğu hikâyeye kendini bıraktı. Günler geçtikçe Ali, dedesine farklı hikâyeler okumaya devam etti. Annesi ve babası da onu dinlemek için odaya geldiler. Önce sessizce dinliyorlardı sonra onlar da hikâyelere katıldılar. Annesi hikâyeye sıcak sesiyle heyecan, babası ise esprileriyle eğlence katıyordu. Dedesi iyileştikçe Ali’ye yeniden hikâyeler okumaya, anlatmaya başladı. Böylece evlerinde güzel bir aile geleneği oluştu. Artık her akşam farklı biri hikâye anlatıyordu. Bir gün dedesi, Ali’nin yanına oturdu ve elini tuttu. “Ali.” dedi yumuşak bir sesle “Senin okuduğun hikâyeler bana çok önemli bir şeyi hatırlattı. Hepimizin dünyaya katabileceği eşsiz bir değeri var. Bazılarımız gözlerimizle görürüz, bazılarımız parmaklarımızla okuruz, kimimiz resim yapar, kimimiz müzik... Önemli olan herkesin farklı yeteneklerinin olduğunu bilmek ve birlikte daha güzel bir dünya kurabilmek.” Ali gülümsedi. “Ben sadece sana yardım etmek istemiştim dede. Tıpkı senin bana her zaman yardım ettiğin gibi.” “İşte bu yüzden dünya hepimize ihtiyaç duyuyor.” dedi dedesi. “Çünkü hepimiz kendi özel yeteneklerimizle hayatı güzelleştiriyor ve birbirimizin hayatına anlam katıyoruz.”
Dinle
En Sevdiğim Ağaç Soy Ağacı
Yazan: Tolga Erenus Resimleyen: Ramila Aliyeva En Sevdiğim Ağaç Soy Ağacı Her birimizin hayatı, “toplum” bahçesinde yetişen “aile” ağacının çiçeklerine benzer. Aynı toprak, aynı hava ve aynı sudan beslenerek birlikte büyüyen ağaçların olduğu geniş bir bahçe gibi hayat... Burada her şey kardeşçe paylaşılır. Fakat bir farkla: Paylaştıkça mutluluklar çoğalır, üzüntü ve zorluklar azalır. Hayatın mutlu anlarında, ilkbahar gibi çiçekler açarız. Güz gibi zor zamanlarda ise yapraklarımız dökülse bile her zorluğun ardından tekrar bahara ulaşacağımızı biliriz. Yıllar içinde filizlenip fidana dönüştüğümüz o bahçelerde, günler bazen durgun geçer. Bazen de çevremizdekilere dallarımızdan çiçekler ve lezzetler sunarız. Yeryüzüne “toprak ana” denmesinin bir nedeni olmalı! Çünkü kendi annelerimiz de tıpkı bir toprak gibi besleyip büyütür bizi. Babalarımız; güneş gibi ısı verir, güç verir, tüm enerjisiyle yetişmemize destek olur. Bir parçası olduğumuz bu hayat ağacının yanımızdaki dallarında ağabeyler, ablalar, teyzeler, halalar, amcalar, dayılar, yeğenler, kuzenler, dedeler ve nineler de bizimle aynı gövdeye tutunur. Onlar da aynı kökten beslenerek heyecan ve umutlarını yeşertir... Hayat bahçesindeki bu aile ağacı köklerinden ne kadar iyi beslenirse dalları geleceğe o kadar çok uzanır. Ailemizden öğrendiklerimizle yaşadıklarımızı anlar ve algılarız. Kaç yaşına gelirsek gelelim, içinde büyüdüğümüz o bahçenin ruhumuzda oluşturduğu izlerle dünyaya bakmaya devam ederiz. Bazen uzaklarda olduğumuzda o bahçede yaşanan anları ve anıları hatırlamayı sürdürürüz. O toprağın kokusunu, o bahçedeki şenlikli cıvıltıları, başımızı okşayanların dokunuşunu ve yakınımızdaki dalları hep arar tüm duyularımız. Aile olmanın en güzel yanı, hayatımızı geçirdiğimiz bu ağacın dalında, köklerle bağımızı sürdürmektir. Yanı başımızdaki dallara bakıp bu dünyada yalnız olmadığımızı hissedebilmektir. O yüzden ailenin soy ağacı, en sevdiğimiz ağaçtır.
Dinle
Ai̇le Ağacı
Yazan: Yusuf Dursun Resimleyen: Cemile Ağaç Ai̇le Ağacı On yaşında bir çocuğum ben. Adım Ahmet. İlkokul dördüncü sınıfa gidiyorum. Kardeşim Ayşe’yle aynı okuldayız. O daha mini mini birlere yeni başladı. Her teneffüs ne yapıyorum biliyor musunuz? Doğru Ayşe’nin yanına gidiyorum. Beni görünce “Abiii!” diyerek koşuyor bana. Sonra kollarını kocaman açıp öyle bir sarılıyor ki içim bir tuhaf oluyor. Hemen dedemin sözü geliyor aklıma: “Ailede herkes bir gülün yaprakları gibidir. Birbirlerini sıkıca sararlar ama asla kimse kimseyi incitmez.” Ben de kucaklarken onu incitmiyorum. Ben ne kadar güçlüysem Ayşe o kadar zayıf. Şimdi de ninemin sözü geldi aklıma. Tonton ninem her fırsatta “Birbirinizi çok sevin.” diyor ya, işte ondan çok seviyorum kardeşimi. Sadece onu mu? Dedemi, ninemi, annemi, babamı da çok seviyorum. Size bir sır vereyim mi? Kedimiz Tüylü’yü de çok seviyorum. Size dedemden bahsetmiştim ya. İyi resim yapar benim dedem. Bize geldikleri bir akşam, “Haydi, birlikte resim yapalım.” deyince Ayşe’yle aynı anda “Yaşasın!” diye bağırdık. Dedem, masaya büyükçe beyaz bir kâğıt koydu. Kâğıdın ortasından yukarıya doğru eğri büğrü iki çizgi çekti. Çizgiler düzgün değil diye şaşırdık. Tam soracakken dedem, “Çocuklar, bu iki çizgi bir ağacın gövdesi olsun.” dedi. O zaman anladık çizgilerin neden böyle olduğunu. Sonra her ikimize de birer kalem verdi, “Haydi bakalım, bu ağacın dallarıyla yapraklarını siz yapın.” dedi ve ekledi: “Yaprakların her biri kalp şeklinde olsun.” Bu fikir çok hoşumuza gitti. Başladık çalışmaya. Kısa zamanda ortaya kocaman bir ağaç çıktı. Dedem gururla seyretmişti bizi. Resim bitince dedi ki: “Çocuklar, bu kalpten yaprakların içine birer resim koyacak olsanız kimlerin resmini koyarsınız?” Her birimiz aynı anda cevap verdik: - Dedemin… - Ninemin… - Babamın… - Annemin… - Tüylü’nün… Dedem pek neşelenmişti. “Ben de sizin resminizi koyardım.” dedi. Sonra ne yaptık biliyor musunuz? Evde ne kadar albüm varsa getirdik. Her birimizin fotoğraflarından sadece baş kısımlarını kestik. En yukarıdaki kalbe, dedemin resmini koyduk, sonra sırayla diğerlerini yerleştirdik. Bu resmi çok sevdik çünkü bütün ailemiz yan yana. Kalplerimiz birbirine bakıyor, sanki birbirimiz için atıyor. “Bu ağacın adı ne olsun?” diyen dedeme ikimiz birden: “Aile Ağacı!” dedik, sonra da aile ağacımız çok yaşasın diye dua ettik.
Dinle
Kedi Kıraathanesi Aile Olmak
Yazan ve Resimleyen: Osman Büyükmutlu Kedi Kıraathanesi Aile Olmak
Dinle
BİRİCİK SORU BİNBİR CEVAP Sadettin Ökten
Sevgili Sadettin Dedemiz, Okulda öğretmenlerimiz ailemize, vatanımıza, milletimize faydalı, iyi insanlar olmamızı öğütlüyorlar. Biz de büyüyünce öyle olmak istiyoruz. Bu sayımızda konumuz “Aile.” Televizyonda sizi izlerken hep çok güzel şeyler anlatıyorsunuz. Acaba bize de aile bağlarımızı daha da güçlendirmek için neler yapabileceğimizi anlatır mısınız? Ailemizle daha iyi anlaşmak, onlara daha çok yardımcı olmak için neler yapabiliriz? Sevgili Çocuklar, Öncelikle sizleri sevgiyle selamlıyorum. Aile, sevgiyle kurulan bir ocaktır. Bu ocağı önce anne ve baba kurar. Onlar sadece çocuk sahibi oldukları için değil; birbirlerine anlayışla, dikkatle ve saygıyla yaklaştıkları için aile olurlar. Aile demek sadece kan bağıyla değil; sevgiyle, iyilikle ve birlikte yaşanan güzel davranışlarla kurulan bir bağdır. Anne ve baba ailemizin temelidir. Baba kuralları koyan, güven veren kişidir. Anne ise şefkatli ve sevgi dolu yaklaşımıyla bu kuralları yaşatır. Biri olmadan diğeri eksik kalır. Bir ailede güven, merhamet, sevgi ve saygı birlikte olmalıdır. Bunlar ayrı ayrı değil, hep birlikte olduğunda aile sıcak bir yuva olur. Ailede sadece anne ve baba yoktur. Büyükannelerimiz, büyükbabalarımız da vardır. Onlar bizlere geçmişin bilgeliğini taşır. Biz çocuklar da onları gözlemleyerek birçok şey öğreniriz. Saygıyı, sevgiyi, sabırlı olmayı, yardım etmeyi... Bunlar sadece sözle anlatılmaz, yaşayarak öğrenilir. Ailede herkesin bir görevi vardır. Anne babamız bize nasıl yardımcı oluyorlarsa biz de onlara yardım edebiliriz. Küçük işler yaparak, güzel sözlerle birlikte vakit geçirerek ailemize destek olabiliriz. Böylece hem sevgi artar hem de aile bağlarımız güçlenir. Unutmayın çocuklar, aile bir okuldur. Bu okulda en önemli ders sevgi, saygı ve yardımlaşmadır. Bu dersleri iyi öğrenen çocuklar, büyüdüklerinde mutlu, güçlü ve dengeli birer birey olurlar. Bu mutluluk, hem bu dünyada hem de ahirette güzellikler getirir. Sevgiyle kalın.
Dinle
Biz Mutlu Bir Aileyiz
Yazan: Mustafa Uçurum Resimleyen: Nur Dombaycı Biz Mutlu Bir Aileyiz Annem, babam, iki kardeşim ve ben... Biz beş katlı bir apartmanda yaşıyoruz. Bizim evimiz üçüncü katta. Bizim gibi ailelere çekirdek aile deniyor. Ben bu ismi çok seviyorum. Çünkü ben çekirdeği de çok seviyorum. Babam da bizi mutlu gördükçe “Biz çekirdek gibi aileyiz.” diyor. Bu da bizim çok hoşumuza gidiyor. Bazen bize köyden dedem ve ninem de geliyor. O zaman çok mutlu oluyorum. Dedemin bize anlattığı masalları çok seviyoruz. Ninem de her zaman bizlere mâniler söyler. Onun her konu ile ilgili mutlaka bir mânisi vardır. Mesela bizim evin içinde koşup durduğumuzu görünce ninem hemen bir mâni söyler: “Sağa sola koşarlar, Sevinirler, coşarlar, Oyunlara dalınca, Her şeyi unuturlar.” Ninem mânilerini bize ders vermek için söyler. Bu bizim de çok hoşumuza gidiyor. Sabah onun mânisiyle uyanmak bizim için büyük keyiftir. “Uyanır sabah erken, Neşe saçar gülerken, Sofraya otururken Besmele çeker hemen.” Aile demek, mutluluk demektir. Biz ailecek bir şeyler yapınca çok mutlu oluyoruz. Dedem, “Mutluluk için çok büyük şeylere gerek yok. İnsan isterse küçük şeylerle bile mutlu olabilir.” diyerek bize paylaşmanın ve birlikte olmanın önemini her zaman anlatıyor. Yemekte birlikte olmak, akşam ailece kitap okumak, dedem masal anlatırken etrafına toplanıp onu dinlemek bizi çok mutlu ediyor. Bizim evde herkes sorumluluğunu yerine getirir. Küçük kardeşim oyuncaklarıyla oynar ama sonunda onların hepsini toplayıp yerine koyar. Ağabeyim okuldan gelince çantasını hemen odasına götürür, okul kıyafetlerini çıkarır, katlar ve yerine koyar. Yemek zamanı gelince sofranın kurulmasına yardım ederiz. Ben kaşıkları ve çatalları yerleştiririm, abim bardakları ve tabakları getirir. Annemize yardım edince annem de çok mutlu olur. Yemekten sonra babamıza kitabımızdan şiir ya da hikâye okuruz. Babam bizi her zaman dikkatle dinler. Sonra okuduğumuz yerlerle ilgili sorular sorar. Şiir okumayı en çok ben seviyorum. Biz birlikte oldukça, paylaştıkça, annemize babamıza yardım ettikçe, onların öğütlerini dinledikçe her günümüz neşe içinde geçiyor. İnsanın ailesi olması, ailesinin yanında olması o kadar büyük nimet ki…
Dinle
Benim Kaç Öğretmenim Var?
Yazan: Tacettin Şimşek Resimleyen: Bengisu Bayram Benim Kaç Öğretmenim Var? Altı yaşındayım ve ne çok öğretmenim var: Türkçe, matematik, fen bilimleri, sosyal bilgiler, din kültürü ve ahlak bilgisi, yabancı dil, bilişim teknolojileri, teknoloji ve tasarım, görsel sanatlar, müzik, beden eğitimi öğretmenleri. Şaka şaka! Altı yaşındayım dedim ya. Bu da ilkokul birinci sınıftayım demek. Onlar ablamın öğretmenleri. O altıncı sınıfta. Birinci sınıfta olduğum hâlde benim neden çok öğretmenim var? Anlatayım: İlki sınıf öğretmenim tabii ki. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bana okuma yazmayı öğreten, masallar anlatan, şarkılar söyleten, resimler çizdiren, oyunlar oynatan Sevinç Öğretmen’im. Onu çok seviyorum. Peki, diğer öğretmenlerim kimler? Annem… Önce müzik sonra masal öğretmenim. Bebeklik dönemimde ninniler söyleyip kulağımı güzel seslerle eğitti. O tatlı ninnilerle rahatladım, göz kapaklarım ağırlaştı, uyudum. Annem, iki yaşımda masallarla tanıştırdı beni, dinleme ve konuşma öğretmenim oldu. Babam da masal okur ama o daha çok diksiyon öğretmenimdir. Diksiyon nedir peki? Türkçemizin kelimelerini doğru seslendirmek. Bazen alıyor beni karşısına: “Söyle bakalım!”diyor, “Şu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak, sarımsaklamasak da mı saklasak?” Söylemekte zorlanınca “Babacığım” diyorum, “Sarımsakla marımsakla hiç uğraşmasak da yoğurdu hapır hupur yesek daha iyi olmaz mı?” “Olmaz.” diyor babam, “Yan çizmek yok. Yoğurdu az sonra yiyeceğiz. Sen şimdi bu yoğurdu sarımsaklayalım mı sarımsaklamayalım mı, onu söyle?” Tekerlemenin “Sarımsaklamasak da mı saklasak?” bölümü biraz zor. Onu söyleyemiyorum. Ama çalışıp söyleyeceğim. Bir kâğıda yazdım, hecelemeye başladım bile. Babam saçımı okşuyor. Gülerek “Sarımsaklayalım gitsin.” diyor. Ablamı da öğretmenlerim arasında sayabilirim. Ara sıra beni çıldırtsa da o hep benimledir. Annemin yanımda olmadığı zamanlarda nöbetçi annedir. Ödevlerime yardım eder, eşyalarını kullanmama izin verir, küçük sırlarımı paylaşır, bazen de yaramazlıklarıma ortak olur. Babaannem ve anneannem, onlara gittiğimizde ya da onlar bize geldiğinde nöbetçi masal öğretmenlerim olurlar. Ya dedelerim? Onlar da anı öğretmenlerim. Askerlik ve gurbet anılarıyla süslerler dakikalarımı. Kaç öğretmenim olduğunu sayabildiniz mi? Siz sayadurun, ben devam edeyim: Evde pazar günleri bir saatimizi okumaya ayırırız. Şiir, hikâye, masal… Ailece okuruz sonra da okuduklarımız üzerine konuşuruz. Okuma yazma öğrenmeden önce iyi bir dinleyiciydim. Annem, babam, ablam okur; ben dinlerdim. Şimdi ben sesli okuyorum, onlar dinliyorlar. Bizim ev tam bir okul ama önce sıcak bir yuva. Sevgi dolu, eğlenceli. Annemin ve babamın birbirine seslenişinde de bize “Oğlum!”, “Kızım!” diye sarılışında da bizim “Anne!”, “Baba!” deyişimizde de aynı sıcaklık var. Birbirimiz için hayatı güzelleştirmek, kolaylaştırmak için yarışıyoruz. Bir arada olmak, birlikte vakit geçirmek bizim için en büyük mutluluk. İyi ki böyle bir ailem var. Ne kadar şükretsem az.
Dinle
Uzaylı
Yazan: Ubeydullah Öz Resimleyen: Tuğçe Cüre Uzaylı Son günlerde evde bazı değişiklikler olmaya başladı. Değişiklik dediysem odamın duvarları hâlâ aynı renkte ve hâlâ istediğim uzay gemisi şeklindeki yatak alınmadı. Değişen şey, anne ve babam hatta eve gelen misafirler. Evde yaşayan ve eve gelen kim varsa kapıdan içeri girdikleri anda kulakları uzamaya ve yeşermeye başlıyor. Sonra yüzleri ve elleri de yeşererek birer uzaylıya dönüşüyorlar. “Hi hi hi!” Elbette böyle şeyler olmuyor, şaka yapıyorum. Ayrıca canım bu kadar sıkkınken şaka yapabiliyor olduğum için bana bir madalya takılmalı. Haydi, baştan başlayayım anlatmaya. Evdeki değişim diyordum: Anne babam başta olmak üzere eve gelen herkes büyülenmiş gibi. Kız kardeşim doğduğu günden beri herkesin ilgi ve sevgisi onun üzerinde. Artık kimse dönüp bana bakmıyor. İlk gün normal karşılamıştım bu durumu. İkinci gün “Olabilir.” demiştim. Üçüncü gün bir şeylerin ters gittiğinden emin olduğum gündü. Dört, beş ve bu altıncı günde anladım ki kız kardeşim olarak bilinen bebek bir “uzaylı” olmalı. Ailemin sevgisiyle beslenen ve bana hiçbir şey bırakmamaya kararlı olan bir uzaylı. Evet, bu da bir şaka elbette ama bu sefer ben gülemeyeceğim. Anne ve babam, kardeşim geldiği günden beri benimle eskisi gibi ilgilenmiyorlar. Babam yatmadan önce bana uzay maceraları anlatmayı bıraktı. Annem de artık benimle oyun oynamıyor. Hep “Kardeşin ağlıyor.”, “Kardeşin acıkmış.”, “Kardeşin uyuyacak.” deyip onun etrafında koşuşturuyor. Sanki ben hiç yokmuşum gibi… Bu gece yatağımda ağlarken babam odama geldi. Ağladığım aramızda sır kalsın lütfen. Bana sıkıca sarıldı. “Oğlum, sen bizim ilk göz ağrımızsın, seni çok seviyoruz.” dedi. “Kardeşin henüz çok küçük, ona bakmamız gerekiyor ama sen de artık ‘ağabey’ oldun, bize yardım edersen çok seviniriz.” dedi. Sonra cebinden küçük bir uzay gemisi çıkardı. “Bu gece sana yeni bir uzay macerası anlatacağım. Kahramanlarımız senin gibi cesur bir uzay gemisi kaptanı ve onun minik uzaylı dostu...” Bugün kardeşim doğalı üç hafta oldu. Anne babam, kardeşime, bakmam için onu benim kucağıma koydular. O kadar güzel gülümsüyor ve o kadar şirin hareketler yapıyordu ki... Galiba o, insanı etkisi altına alan bir uzaylıydı. Benim küçük tatlı uzaylı kardeşim.
Dinle
Aile Yemeği
Yazan: Ayşe Şeker Kılıç Resimleyen: Zekiye Akalın Aile Yemeği Tilki ailesi akşamki davet için çok heyecanlıydı. Herkes bir işin ucundan tutmuştu. Baba Tilki mutfakta yemeği fırına vermek üzereydi. Anne Tilki, salondaki koltukların minderlerini kabartıyordu. Yavru Tilki Fısıltı ise bahçedeki çalılardan böğürtlen topluyordu. Pastayı süsleme işi Fısıltı’nındı. Aklında şahane bir fikir vardı. Beyaz kremalı pastanın üzerinde böğürtlenli sos enfes görünecekti. Kuzenlerinin pastaya bayılacağına, büyükannenin ise tarifini isteyeceğine emindi. Misafirlerin gelmesine az bir zaman vardı. Fısıltı çok heyecanlıydı. Bu akşamın unutulmaz olmasını istiyordu. Hediyelerini ayarlayıp konukları karşılamak için bahçeye çıktı. İlk önce dayısı geldi. Ardından halası, amcası, teyzesi ve kuzenleri göründü. Dedesi ve büyükannesi yaşlı olduklarından artık hızlı hareket edemiyorlardı. Evden erkenden çıkmalarına rağmen her yere geç kalıyorlardı. Fısıltı, sokağın başında dedesini ve büyükannesini görür görmez yanlarına koştu. Kollarına girip eve kadar onlara eşlik etti. Neşeyle yenen akşam yemeğinin ardından sıra tatlıya geldi. Gerçekten de enfes olmuştu pasta. Kuzenleri birer dilim daha yerken büyükanne pastanın tarifini istedi. Fısıltı, tüm malzemeleri sayıp nasıl yaptığını anlattı. Büyükanne ısrarla bir şeyin eksik olduğunu söylüyordu. “Unuttuğun bir malzeme var. Bu tatlının içinde bir şey daha olmalı.” Fısıltı düşündü, düşündü, düşündü ama eksik malzemeyi bir türlü bulamadı. Un, yumurta, şeker, yağ, süt, böğürtlen; hepsi bu kadardı. Büyükanne yaramaz bir bakış atıp “Bence içine bir ölçü de sevgi katmışsın.” dedi. Bu söz herkesi gülümsetti. Masayı el birliğiyle toplayıp bulaşıkları yıkadılar. Fısıltı, kalabalık bir aileye sahip olduğum için çok şanslıyım, diye düşündü. Kendini dünyanın en zengin çocuğu gibi hissediyordu. Bunu dedesine söylediğinde, “Çünkü aile çok değerli bir hazinedir. Sen kocaman bir hazineye sahipsin.” cevabını aldı. Fısıltı, misafirler ayrılmadan önce hepsine onları çok sevdiğini söyleyip gündüzden hazırladığı hediyeleri verdi. Şık paketlerin içinden herkesi çok mutlu eden bir hediye çıkmıştı. Bu, geçen seferki buluşmalarında hep beraber çekildikleri fotoğraftı. Bu geceki gibi birlikte güzel vakitler geçirdikleri bir anın hatırasıydı. Kuzenleri fotoğrafı odalarına asacaklarını, dedesi başucuna koyacağını, halası ise aile albümüne yerleştireceğini söyledi. Büyükanne Tilki, bu eşsiz hatıra için Fısıltı’ya teşekkür ederken yanaklarından bir damla mutluluk gözyaşı süzüldü.
Dinle
Maskot
Yazan: Hüseyin Ozan Uyumlu Resimleyen: Zeynep Ağaç Maskot Her sabah okul servisini beklemek biraz sıkıcı olur. Servis beş dakika bile gecikse hemen canım sıkılırdı. Kendimi bir an önce serviste arkadaşlarımla eğlenceli sohbetlere atmak isterdim. Güneşli bir sabah, sitenin güvenlik kulübesinin yanında ürkek gözlerle etrafa bakan minicik bir kedi fark ettim. Siyah ve beyaz tüyleri ışıl ışıldı. İlk başta güvenlik görevlisi olan ablanın kedisi sandım. Çantamı yere bırakınca kedicik hoplayarak geldi ve çantamdaki şirin anahtarlıklarla oynamaya başladı! Meğer o da anahtarlıkları çok seviyormuş. Ben süs olarak taktığım bu maskotlu anahtarlıkları çok severim. Onlara hiç anahtar takmam ama çantamda sallanması hoşuma gider. Ben gülümseyince güvenlikçi abla da tebessüm etti: “Onu izlemek beni de çok mutlu ediyor.” dedi. O hafta boyunca her sabah yavru kediyle buluştuk. Servis gecikse bile sıkılmıyordum artık. Kediciğin yanında olmak günümü güzelleştiriyordu. Sanki sadece benimle oynamak için oradaydı. Hafta sonu annemle babama her şeyi anlattım. “Bu kediciğe sıcak bir yuva versek olur mu?” dedim. Onun ne kadar sevimli olduğunu anlattım. Hatta anahtarlıklarla oynarkenki hâllerini taklit ettiğimde gülmekten kırıldılar. Ailem bu fikri düşündü ve ertesi gün harika bir haber verdi: “Kediyi eve alabiliriz!” Sevinçten havalara uçtum! Hemen alışveriş yaptık: Yatak, mama, oyuncaklar, kum… İşte her şey hazırdı. Kedinin bakımı için iş bölümü yaptık. Yavrucuğa bir isim de koymak gerekliydi. Kedimizin adını Maskot koyduk. Artık evimizde daha fazla ses, nefes ve hareket vardı. Ailemiz fedakârlık ve sorumluluklarla daha geniş bir aile oluyordu. Maskot evimize alışınca işler daha da güzelleşti. Sabahları odama gelip patisiyle yanağıma dokunarak beni uyandırmaya başladı. Akşam okuldan dönünce kapıda beni karşılaması, günün en güzel anıydı. Evde herkes ona alıştı. Annem onunla konuşuyor, babam ona oyuncaklar yapıyordu. Ailemize gerçekten yeni biri katılmış gibiydi. Bir gün sosyal bilgiler dersinde “sorumluluk” konulu bir sunum yapmamız istendi. Ben de Maskot’u anlattım. Onunla nasıl tanıştığımı, birlikte geçirdiğimiz zamanı ve ona nasıl baktığımızı… Sunumdan sonra bazı arkadaşlarım, “Ben de bir kedi sahiplenmek istiyorum!” dedi. Bu beni çok mutlu etti. Arkadaşım Esra, dersin sonunda kendi çantasındaki iki anahtarlığı çıkarıp elime tutuşturdu: “Seninkiler çabuk yıpranır, bunları da al, Maskot oynasın.” dedi. Artık biliyorum: Bazen küçücük bir pati, kocaman kalpleri birleştirir.”
Dinle
Dedemin Fotoğraf Albümü
Yazan: Mert Arık Resimleyen: Nur Dombaycı Dedemin Fotoğraf Albümü Dedemin çalışma odasında köşedeki rafta kapakları yıpranmış, deriden yapılmış eski bir albüm dururdu. Bu albümün üzerinde solmuş harflerle HATIRALAR yazardı. Çocukken o albümün önünden geçerken bile içimde tarifsiz bir merak uyanırdı. Sanki bu albümde, zamanın derinliklerinde kaybolmuş hikâyeler beni bekliyordu. Bir sonbahar akşamı, yağmur damlaları camlara usulca vururken dedemin yanına oturdum. “Dedeciğim!” dedim biraz çekinerek “Bana fotoğraf albümünü gösterir misin?” Dedem, gözlüklerinin üzerinden bana baktı. Bu bakış uzun sürdü; sanki yılların anılarını, duygularını o bakışa sığdırmıştı. Sonra başını hafifçe salladı ve albümü dizlerinin üstüne aldı. İlk sayfayı açtığında siyah beyaz bir fotoğraf çıktı karşımıza. Genç bir adamdı dedem. Üstünde eski bir ceket, yüzünde güneşten bronzlaşmış bir gülümseme, arkasında uçsuz bucaksız bir karpuz tarlası görünüyordu. “İlk kazandığım ekmek parası, evlat...” dedi uzaklara bakarak. “İlk emeğim… İlk karpuz hasadım...” Albümün sayfalarını çevirdikçe sofralar kuruluyor, düğünler yapılıyor, askerler uğurlanıyor, kavurucu sıcak altında futbol maçları yapılıyordu. Her fotoğraf, bir anın iziydi; kimi zaman hüzünlü kimi zaman kahkahalarla dolu. Bir karede, dedem kucağında minik bir bebekle gülümsüyordu. Hemen sordum heyecanla: “Dede, bu bebek de kim?” Dedem gülümseyerek gözlerimin içine baktı: “Bu sensin evladım.” dedi. “İlk kez dede olduğum gün...” O an, içime bir mutluluk yayıldı. Anladım ki bu albüm, sadece fotoğraflardan ibaret değildi; dedemin hayatının sessiz bir hikâyesiydi. Yıllar geçti. Dedem sessiz odasını, gözlüğünü ve o kıymetli albümü bize bıraktı. Bir gün, tozlu raftan HATIRALAR aldım ve sayfalarını tek tek çevirmeye başladım. Bazı fotoğraflar, dedemi odanın içinde hissettiriyordu. Son sayfalara geldiğimde albümdeki boşlukları fark ettim. Tam o anda dedemin yıllar önce fısıldadığı sözler kulağımda yankılandı: “Bir gün sen dolduracaksın bu boşlukları evladım.” Ve dedemin dediğini yaptım. Şimdi HATIRALAR albümümüzün yeni sayfalarında annemin gülüşü, babamın doğum günü pastasını kestiği anlar, kardeşimin gözlerindeki parıltı yer alıyor. Her çektiğim fotoğrafla sadece yeni anılar biriktirmiyorum, dedemin başlattığı hatıra zincirine yeni halkalar ekliyorum. Her yeni karede, içimden dedeme sessizce teşekkür ediyorum; bize geçmişimizi gösterdiği ve aile sevgisinin bir hazine olduğunu öğrettiği için. Artık çok iyi biliyorum ki albümler yalnızca fotoğrafları saklamaz. Onlar geçmişten geleceğe uzanan, nesilden nesile aktarılan bir sevgi zinciridir. Ve şimdi, o zincirin bir halkasını da ben taşıyorum. Her fotoğrafı özenle yerleştirerek sevgiyle, umutla…
Dinle
Okuldaki Ailemiz
Yazan: Seher Esra Akyol Ressimleyen: Nur Dombaycı Okuldaki Ailemiz Dört yapraklı yonca gibi yuvarlak masanın etrafında Hassan, Gosha, Omar ve ben ezanın okunmasını bekliyorduk. Dünyanın dört bir yanından gelmiştik. Rusya’dan, Senegal’den, Moğolistan’dan, Endonezya’dan… Renklerimiz, dilimiz, kültürümüz, fiziksel özelliklerimiz başka başkaydı ama aynı sofrada bir arada çok mutluyduk. “Ezana 15 dakika var.” dedi Gosha. O sırada okul müdürümüz, on bir ayın sultanı mübarek Ramazan ayının anlam ve önemini anlatan bir konuşma yapıyordu. Yemekhaneye elinde bir sepetle Ahmet Öğretmen girdi. Tüm bakışlar onun üzerinde sabitlendi. Müdürümüz, Ahmet Öğretmen’in elindeki sepeti işaret ederek “Ramazan hediyeleriniz de geldi!” dedi. Ahmet Öğretmen ile üç öğrenci hediye paketlerini dağıtmaya başladılar. O sırada karşımda oturan Hassan’la göz göze geldik. Bir yıldız gibi parlıyordu gözleri. “Uzun zamandır hediye almamıştım, teşekkürler.” dedi. Paketi yırtmadan, yavaş yavaş açmaya başladı. Hediyesini görünce “Bu inanılmaz!” dedi. Hediye paketleri açıldıkça yemekhane, sevincimizle dolup taşıyordu. Mutluluğumuzu kelimelerle tarif edemezdim ama mutluluğun fotoğrafı işte böyleydi! “Hediyemi kardeşlerime göstermeliyim.” dedi Hassan dört ayda öğrendiği Türkçeyle. Sonra da ailesini görüntülü aradı. Telefon açılır açılmaz ekranda kıvırcık saçlı, siyah tenli, beş çocuk göründü. Anlamadığım bir dilde art arda cümleler sıralayarak Hassan ağabeylerine el sallıyorlar, öpücük gönderiyorlardı. Sonra Hassan kardeşlerine hediyesini gösterdi. O sırada ekranda annesi göründü ve konuşmaya başladı. Yemekhane kalabalık ve gürültülü olmasına rağmen telefonu hemen kapatmaya niyetleri yoktu. Bir süre sonra konuşmaya babası da dâhil oldu ve coşkuyla devam ettiler. Konuşulanları anlamasam da Hassan’ın her hâlinden ne kadar mutlu olduğu belliydi. Bir süre sonra Hassan, masadaki sürahiye dayadığı telefonuna uzandı. Ailesine son defa el sallayıp telefonu kapattı. “On üç yaşındayım ve Senegal’deki ailemden çok uzakta ilk Ramazan!” dedi. Gözlerimizin içine bakıp “Bir ay sonra da ilk bayram olacak.” diye de ekledi. Ne demek istediğini çok iyi anlıyordum çünkü aynı duyguları üç yıl önce Türkiye’ye geldiğimde ben de yaşamıştım. O sırada ezan okunmaya başladı. - Allahu ekber, Allahu ekber... Ankara için iftar vaktiydi. Şükür zamanı gelmişti. Önce ezan ve dua sonra iftar... Biz dünyanın dört bir yanından, dört yapraklı yoncalar misali bir araya gelmiş çocuklarız. Türkiye’de bulunan uluslararası Anadolu imam hatip liselerinde öğrenim gören yabancı öğrencileriz. Binlerce kilometre uzaktan, farklı kıtalardan gelerek Türkçe öğreniyor, Türkçe eğitim alıyoruz. Bizler belki liseyi bitirip ülkemize döneceğiz. Belki de bir kısmımız burada üniversiteye başlayacak ve hayata burada devam edeceğiz. Ancak her ne olursa olsun hiçbir zaman unutamayacağımız bir gerçek var: Türkiye, buradaki arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz ve müdürümüz artık bizim birer aile üyemiz. Biz, büyük ve güçlü bir aileyiz.
Dinle
Leylek Koruyucusu
Yazan: Neslihan Üstüner Resimleyen: Tuğçe Cüre Leylek Koruyucusu Benim sahiplendiğim leylek yuvasının adı Bulut, benim adımla aynı yani. Geçen yıl Karacabey Belediyesi tüm leylek yuvalarını mahallemizin çocuklarına sahiplendirdi, bu sayede “leylek koruyucusu” olduk. Eskikaraağaç Mahallesi, Türkiye’nin Avrupa Leylek Köyleri Birliği üyesi olan tek yeri. Leylekleri koruduğumuz için bizi bu birliğe aldılar. Koruma görevimizi hiç ihmal etmiyoruz. Yuvamı her gün gözlüyorum. Leyleklerim henüz gelmedi ancak bugün belediye ekipleri uğrayıp yuvamda bahar temizliği yaptılar. Ekipler çalışırken onları bıkmadan izledim. Yuvamda biraz naylon ip buldular. “Bulut!” diye seslendi görevli elindeki ipi bana göstererek “Senin yavrular ipe takılacaktı.” “Sayenizde kurtulmuş oldular, elinize sağlık ağabey.” dedim ve görevlilere teşekkür ettim. Geçen yıl yuvamdan tam dört yavru uçtu. Yavruları bu yıl göremeyeceğim ama anne ve baba leylekler yine yuvama gelecek. Onları gözleyen bilim insanları, benim leyleklerimin çok genç olduklarını düşünüyorlar. Ancak Âdem Amca biraz hüzünlü görünüyor. Onun leyleğinin ismi Yâren. Yâren henüz ortalarda görünmedi. Oysa Âdem Amca onu martın başından beri bekliyor. Yâren her yıl mart başında gelir, Âdem Amca’nın kayığının ucuna konar ve onun verdiği balıkları yer. Yâren Leylek ile Âdem Amca’nın dostluğu tam on dört yıldır sürüyormuş. Bu yıl da gelirse on beş yılı devirmiş olacaklar. Âdem Amca gelmez diye biraz korkuyor. Leyleklerin ömrü yirmi ila otuz yıl kadarmış. Bilim insanları, Yâren’in doğum yılının 2007 veya 2008 olduğunu tahmin ediyorlar. Bu tahmin doğruysa Yâren Leylek, on yedi veya on sekiz yaşında olmalı. Yani Yâren, yaşlı bir leylek ve ben de Âdem Amca’nın endişesini anlayabiliyorum. İnsan bir varlıkla uzun süre dost olduğunda onun yolunu gözler tabii. Aradan birkaç gün geçiyor. Benim leyleklerim geldi. Bulut yuvası şenlendi. Odama gidiyorum. Yâren’in gelip gelmediğine bir bakayım. Belediye ekipleri Yaren’in yuvasını sürekli izlememizi sağlayan bir web sitesi kurdu. Böylece 2023’ten beri Yâren Leylek, isteyen herkes tarafından izlenebiliyor. Aaa, gözlerime inanamıyorum! Yuvada bir leylek var. Yâren mi acaba? Belki de Yâren’in eşi Nazlı’dır bu. Gerçi erkek leylekler, eşlerinden önce yuvaya gelip hazırlık yapar. Bu yüzden yuvadakinin Yâren olduğunu düşünüyorum. Dayanamayıp göl kıyısına koşuyorum. Tüm kuş gözlemcileri “Oh beee!” diye sevinçle haykırıyorlar. Gidip birine “Ne oldu?” diyorum. Biraz önce Âdem Amca, yuvadakinin Yâren olup olmadığını anlamak için sandalıyla göle açılmış. Leylek kayığa konunca da onun Yâren olduğunu anlamışlar. Âdem Amca, sevinçten havalara uçuyor. “Hoş geldin Yâren!”
Dinle
Geleceğin Yazarı
Yazan: Tuğba Güngör Resimleyen: Şebnem Aydın Geleceğin Yazarı Arkadaşlar, size bir soru soracağım! Hayal kurmayı sever misiniz? Ben çok seviyorum. Şu an sekiz yaşındayım ve gelecekte bir yazar olmayı hayal ediyorum. Sizlerle günlüğümden bir bölüm paylaşmak istiyorum. Hazırsanız yeni okulumdaki ilk günümü anlatacağım. Ama önce bir şey soracağım: Dünyada ne kadar çok farklı tat var, hiç düşündünüz mü? Acı, tatlı, tuzlu, ekşi... Annenizin yaptığı çorbayı düşünün, içine tuz koymayı unutsa tadı nasıl olurdu? Ya da bahçemizdeki arıların yaptığı balı, şekersiz olsa yiyebilir miydik? Peki, limonun ekşisiyle portakalın ekşisi aynı mı sizce? İşte insanlar da böyleyiz, kendimize has özelliklerimiz var. Mesela ben sekiz yaşındayım. Peki, sekiz yaşındaki çocuklarla aynı mıyım? “Hayır!” dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü hepimiz farklıyız. Bizi biz yapan pek çok özelliğmiz var. İşte beni ben yapan özelliklerden biri de görme engelli olmam. Bu özelliğimden dolayı hayatımda farklı yollardan yürümem ve farklı keşifler yapmam gerekebiliyor. Nasıl mı? Mesela bu yazıyı sizin alfabenizle değil, Braille alfabesiyle yazıyorum. Gözlerimle değil, parmaklarımın ucuyla okuyorum. Tıpkı sizin resim çizerken fırça kullanmanız gibi ben de okumak için parmaklarımı kullanıyorum! Bugün yeni okulumda ilk günümdü. Önceki okulumda arkadaşlarım görme engelliydi ama orası evimize çok uzaktı. Yeni okulumda hiç görme engelli arkadaşım olmayacaktı. Yani benim yeni sınıfımda hiçbir arkadaşımda olmayan bir özelliğim vardı: Görme engelli olmak. Sizin de sınıfınızda hiç kimsede bulunmayan bir özelliğiniz var mı? Biraz düşünün, bulmaya çalışın, bence mutlaka vardır. O sabah okula girerken kalbim küt küt atıyordu. Aklımda bir sürü soru vardı: Acaba yeni arkadaşlarım teneffüste benimle oyun oynayacaklar mıydı, öğretmenim nasıl biri olacaktı, öğretmenin tahtaya neler yazdığını ben nasıl anlayacaktım? Okula gittiğimde çok güzel bir sürprizle karşılaştım. Sanki tüm arkadaşlarım beni önceden tanıyor gibiydi. Yasemin Öğretmen, beni arkadaşlarıma önceden anlatmış, görme engelli olduğumdan bahsetmiş. Görme engelli olmam, tüm arkadaşlarımın bilmesini istediğim ve beni ben yapan önemli bir özelliğim. Bundan haberdar olmalarına sevindim. Ama hiç kimse tek bir özellikten ibaret değildir. Mesela sınıf arkadaşlarınız, isminizi bilsin ister misiniz? “Elbette!” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, bilmeseler size nasıl hitap edecekler, öyle değil mi? “Hey sen!” şeklinde hitap etmeleri kulağa pek hoş gelmiyor. Peki, siz sadece isminizden mi ibaretsiniz? İnsanlar sadece isminizi bilse, bunun ötesinde sizin hakkınızda hiçbir şey bilmek istemese ne hissedersiniz? İşte benim görme engelli olmam da aynı böyle bir durum. Mesela bugün, arkadaşlarım görme engelli olmamla ilgili merak ettiklerini sordular. Beni tanımaya çalıştıkları için bu duruma sevindim. Ama beraber başka konularla ilgili de sohbet ettik. Okuldaki ilk günümde sınıftaki birçok arkadaşım benimle aynı sırada oturmak istedi. Çünkü Yasemin Öğretmen’im beni arkadaşlarıma o kadar güzel tanıtmış ki… Yasemin Öğretmen, bana sıra arkadaşı olarak Damla’yı seçti. Öğretmen tahtaya bir şeyler yazarken yazdıklarını aynı zamanda sesli bir şekilde söylüyordu. Tahtadakileri yazarken öğretmenimin söylediklerine yetişemezsem hemen arkadaşım Damla’ya soruyordum. Sonra teneffüs zili çaldı. Arkadaşlarla dışarı çıktık. Daha okuldaki ilk günümdü. Ama kafamdaki pek çok sorunun cevabını bulmuştum. İlk günüm öyle güzeldi ki inanamıyordum! Acaba Damla diğer günlerde de benimle vakit geçirmek ister miydi? “Yarın da birlikte teneffüse çıkar mıyız?” diye sordum ona. Damla artık bizim arkadaş olduğumuzu, her gün teneffüslerde beraber vakit geçirebileceğimizi söyledi. İçim nasıl da rahatladı bilemezsiniz. Anlayacağınız bugün, hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Sevgili arkadaşlarım, size en büyük sırrımı söyleyeyim mi? Hepimiz aslında birer yazarız! Kendi hayatımızın yazarı... Farklılıklarımız ise hayatımıza renk katıyor. Peki, sizin de kendinize özel, sizi siz yapan özellikleriniz var mı? Biraz düşünün. Eminim ki her biriniz çok özelsiniz! Çünkü her insan, kendi başına muhteşem bir hikâye.
Dinle
Senin Suskunluğunda Bir Roman Var Elif Ceyda…
Yazan: Derya Arslan Senin Suskunluğunda Bir Roman Var Elif Ceyda… Her kelimesi kalbimle yazılmış gibi... İlk başlarda kendimi çok suçladım, sorguladım. Yaptığım her şeyin yetersiz bazen de anlamsız olduğunu düşündüm. Yemek yemekten, su içmekten, gülmekten, her şeyden utandım. Sanki benim suçummuş gibi… Ama sonra senin bana sarılışını hatırlıyorum. Küçücük ellerinle bana sıkıca tutunuşunu… İşte o an anlıyorum sen benim en güçlü hâlimsin. Ben bedeni büyüyen küçük bir çocuğa sahibim. “Neredeymiş?” diye sorduğumda saklanan, kendini görünmez zanneden bir çocuk Elif Ceyda. O kendini görünmez sansa da ben onu her şeyin içinde, en çok da kalbimin tam ortasında görürüm. Sessizce, usulca ama bütün sevgimle… Sen, kendi dünyanda yaşayan mutlu bir çocuksun. Benim hayatımın en önemli parçasısın. Bazıları yük olduğunu söylüyor. Kimisi gözlerime bakmadan kimisi fısıltılarla. Ama ben her sabah gözlerini açtığında bana gülümseyen o güzel çocuğa baktığımda omzumda bir yük değil, yüreğimde bir mucize taşıdığımı biliyorum. Ben alıştım, alıştım seninle göz göze konuşmaya, sessizliğinde duygularını anlamaya. Bilmezler senin sessizliğinin ne kadar derin olduğunu. Sadece konuşamamak değil bu başka bir dünya. Sözlerin yankılanmadığı ama hislerin çığlık attığı bir dünya… Elif Ceyda’m… Bana sabırlı olmayı, şükretmeyi, umut etmeyi, hayal kurmayı ve her yeni güne yeniden başlamayı öğrettin. Bunları sadece gülümsemenle başardım. Biliyorum kızım, biliyorum. Kalbinin nasıl attığını, içinin nasıl özlemle dolduğunu hissediyorum. Senin her bakışında, ben bir parça daha büyüyorum. Hem gururla hem kederle… Hayat bize farklı bir yol çizdi. Ama bu yol sevgiyi en saf hâliyle yaşamamı sağladı. O benim zayıf yanım değil, en büyük gücüm. Çünkü ben onun annesiyim ve o benim en kıymetli varlığım. Seni çok seviyorum Elif Ceyda’m…
Dinle
Dergi Dokümanlarını indir
Sesli dergideki ses dosyalarını buradan indirebilirsiniz
Dokümanlar